Hayali cihan değer: Musul’u geri almak!
Son günlerde PKK terörüne son vermek için Kuzey Irak’a yapılacak bir harekatın, Bundan tam 81 yıl önce bir dizi siyasi ve diplomatik hata yüzünden kaybettiğimiz Musul’un geri alınması ile biteceği hayalini kuranların sayısı epeyce arttı. Musul’un elden gitmesinin Misak-ı Milli (Ulusal And) sınırları içinde olduğu için mi, yoksa, Musul’un gitmesi aynı zamanda zengin petrol yataklarının gitmesi anlamına geldiği için mi hala hazmedilememiştir sorusuna bir cevabı 5 Aralık 2003’te Irak savaşı konusunda açıklama yapan dönemin Başbakanı Abdullah Gül vermişti. Gül "Eğer barış tesis edilirse, Kerkük ve Musul petrollerinden, yasal anlaşmalarımız çerçevesinde yararlanabileceğiz" derken, geçen yıl CHP Lideri Deniz Baykal “Musul'u unutmadık” diyerek, ‘sol’ cenahta da yayılmacı hayallerin taze olduğunu ifşa edivermişti. Hal böyle iken, Yalçın Küçük ve şürekasının “Türkiye Musul'u alamaz ise yakında Diyarbakır'ı vermek zorunda kalacak, ya büyüyeceğiz, ya küçülmek zorunda kalacağız!” diye yangına körükle gitmesine şaşmamak lazım. Peki aslında, bundan 81 yıl önce Musul’da ne oldu? Musul’u nasıl kaybettik?
MONDROS SONRASI. Öncelikle belirtelim ki, Musul’un 31 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi sırasında Osmanlı Ordusu’nun hala elinde olması, Britanya’nın Kudüs ‘fatihi’ General Allenby’nin Musul’u almasını beklemeye tahammülü olmamasından dolayıydı. Yoksa, Musul’un düşmesi çok yakındı. Nitekim, Britanya hükümeti, ancak Mütarekenin 7. ve 16. maddelerinin daha sonraki bir askeri müdahaleye izin verdiğine kanaat getirdiğinde anlaşmayı imzalamıştı. 16. maddede ‘Hicaz, Asir, Yemen, Suriye ve Irak'taki kuvvetler en yakın İtilaf Devletleri'nin kumandanlarına teslim olunacaktır’ denirken, 7. madde, İtilaf Devletleri’ne güvenliklerini tehdit edecek durumda stratejik noktalarını işgal etme hakkı tanıyordu. Musul da Irak sınırları içinde olduğuna göre, herkes Musul’daki güçlerin de teslim olacağının farkındaydı. Dahası, Musul komutanı Ali İhsan (Sabis) Paşa, Musul’un güneyindeki bir köyü basarak yüz kadar kişiyi öldürünce, 7. maddenin uygulanması için bahane aramaya gerek bile kalmamıştı. İngilizler 9 Kasım 1918’de Musul’u teslim alırken, Ali İhsan (Sabis) Paşa’nın işgali 21 pare top atışıyla kutlamak gafletinde bulunduğunu da hatırlatalım.
MUSTAFA KEMAL’İN POLİTİKASI NEYDİ? Her ne kadar Misak-ı Milli Beyannamesi adlı efsanevi belge daha başından itibaren defalarca delinmiştir ama, yine de Misak-ı Milli sınırları içinde olduğu kabul edilen Musul’un geri alınmasının milli bir hedef olması beklenir. Ancak, Mustafa Kemal süreç boyunca tüm eylemleriyle Musul’u Misak-ı Milli sınırları içinde düşünmediğini ihsas ettirmişti. Örneğin, Erzurum ve Sivas Kongresi’nde yaptığı açış konuşmalarında ‘haksız işgal edilen’ yerleri sayarken Misak-ı Milli sınırları içindeki Musul’un adını anmamıştı. ABD’nin Anadolu’ya gönderdiği gözlemci General Harbord ile görüşürken de Musul’a değinmemişti. İtalya aracılığıyla İtilaf Devletlerine gönderilen ve 25 Ocak 1921’de Londra Konferansı’nda reddedilen Ankara hükümetinin istekleri arasında İzmir, Antep, Edirne’nin işgaline son verilmesi vardı ama Musul’dan söz edilmiyordu. Hatta, Konferansı’ndaki temsilcimiz Bekir Sami Bey, Lloyd George’a Musul’da gözleri olmadığı anlamına gelecek laflar bile etmişti. Son olarak Mustafa Kemal, Temmuz 1922’de kendisine Başkomutanlık yetkilerin verilmesini görüşen oturumda yaptığı konuşmada Musul’u kurtarmaktan bir kere bile söz etmemişti! Anlaşılan, Mustafa Kemal’in Misak-ı Milli yorumu farklıydı!...
Musul meselesi, mütarekeden ancak 4 yıl sonra, 21 Kasım 1922 tarihinde, İsviçre’nin Lozan şehrinde başlayan barış görüşmelerinde ele alındı. Konferansta Türkiye’yi, TBMM’de büyük tartışmalarla güç bela oluşturulan, İsmet (İnönü), Dr. Rıza Nur ve Hasan (Saka) başkanlığındaki 25 kişilik heyet temsil ediyordu. Musul sorununu ele alan alt komisyonlarda, Türk temsilcisi İsmet Bey ile Britanya temsilcisi Lord Curzon günler, aylar boyu birbirine taban tabana zıt görüşleri dile getirdiler.
Aslında her iki taraf da Musul’da en büyük grubun Kürtler olduğunu kabul ediyordu ama, Türk delegelerinin temel tezi "Musul Vilayeti'nde çoğunluk Türk (147 bin) ve Kürt’tür (264 bin). Türklerle Kürtler de etle tırnak gibi ayrılmaz unsurlardır” şeklinde iken İngilizlere göre 425 bin kişilik Kürt topluluğu Musul’da çoğunluğu oluşturmakla birlikte, aynı zamanda 185 bin Arap yaşıyordu ve Musul tarihi olarak bir Arap şehriydi.
MUSUL KİMİN? Konferansın 12 Aralık 1922 tarihinde gerçekleşen oturumunda İsmet İnönü "Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir. Çünkü Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri Millet Meclisi'ne girmiştir. Türklerin temsilcileriyle aynı ölçüde ülkenin hükümetine ve yönetimine katılmaktadırlar. Kürt halkı ve meşru temsilcileri, Musul Vilayeti’nde oturan kardeşlerinin anayurttan ayrılmasına razı değillerdir" dediğinde Lord Curzon ‘umarım öyledir’ diye cevap vermişti. Çünkü Curzon Kürtlerin Türkler çok farklı bir halk olduğunu, Musul’da yaşayan hiçbir etnik grubun Türklerle birlikte yaşamak istemediğini düşünüyordu. Bunun kanıtı olarak kendilerine yapılan bir dizi şikayeti ve TBMM’de Musul bölgesinden hiç milletvekili bulunmamasını gösteren Curzon "Ankara’nın Kürt milletvekillerine gelince, onların nasıl seçilmiş olduklarını kendi kendime sormaktayım. Halk oyu ile seçilmiş tek milletvekili var mıdır? Bütün bu insanların doğrudan doğruya atanmış oldukları ve bunlar arasında bir takımının dil bilmedikleri için Meclis’in çalışmalarına katılmadıkları herkesçe bilinmektedir" demişti. Bu arada, İsmet İnönü’nün her konuşmaya “Biz Türkler ve Kürtler” diye başlaması sadece İngilizleri değil, meclisin ırkçı-Türkçü kanadından gelen İkinci Delege Dr. Rıza Nur’un da tepesini attırmıştı. Rıza Nur, "Demek İsmet Kürttür. Hem de koyu Kürt! Biz bu heyetin başından Abaza diye Rauf'u [Orbay] attırdık. Türk diye bir halis Kürt getirmişiz, vah yazık!" diye hayıflanıyordu.
CURZON’UN BLÖFÜ. Nüfus konusu yeterli olmayınca, Türk tarafı Musul’un Misak-ı Milli sınırları içinde olmasına getirdi. Ancak, Lord Curzon ‘savaştan yenik çıkan tarafın kendisini yenenlere savaşta yitirdiği toprakları nasıl tasarruf edeceklerini dikte ettirmeye çalışmasının son derece yeni ve şaşırtıcı bir durum olduğunu’ belirterek başladığı alaycı konuşmasına, Misak-ı Milli belgesini didik didik analiz ederek devam etti. Ona göre, belgede büyük çelişkiler vardı ve Misak-ı Milli’nin hangi sınırlar içinde uygulanacağı anlaşılmıyordu. Öte yandan belgede Kürtlerden söz edilmeyip, sadece Arap çoğunluğun oturduğu yerlerde plebisit yapılacağı söylenirken, Türk tarafının Türk ve Kürtlerin nüfusun çoğunluğunu oluşturduğunu iddia ettiği Musul’da plebisit yapılmasını istemesi büyük çelişki idi! Curzon’a göre konu ancak ‘tarafsız devletlerin oluşturduğu’ bir kurum olan Milletler Cemiyeti’nde çözülebilirdi. Curzon’un bu konuşmasından sonra Türk tarafı bir daha Misak-ı Milli lafını ağzına almadı.
Anlaşmazlıklar böylesine keskinken, Lord Curzon son kozunu oynadı ve müttefiklerine, 2 Şubat 1923 tarihinde Lozan’dan ayrılacağını, o tarihe kadar anlaşma imzalanmazsa sorumluluk kabul etmeyeceğini söyledi. Bu blöfü duyan İsmet Bey öyle telaşlanmıştı ki, Ankara’ya ne yapması gerektiğini soran telgrafa kendi görüşünü ekledi. Ona göre, Musul meselesinin halli, daha sonraya bırakılarak, Lozan Barış Anlaşması hemen imzalanmalıydı! Delegasyonun diğer iki önemli adamı, Hasan Bey kararsız iken, Dr. Rıza Nur fikre şiddetle karşı çıkıyordu. Ankara’da, Başbakan Rauf Bey ve hükümet, İsmet Beyle aynı şeyi düşünürken mebusların büyük çoğunluğu Musul’un silah kullanılarak alınmasından yanaydılar. O sırada meşhur Ege gezisini yapmakta olan Mustafa Kemal ilk kez Musul’un Misak-ı Milli sınırları içinde olduğunu söyledi.
İKİNCİ GRUP MUHALEFETİ. Türkiye ile Fransa ve İtalya arasındaki mali ve hukuksal sorunlar henüz çözülmediğinden görüşmelere ara verildiği dönemde İngiltere’de Curzon’un politikalarına karşı tepkiler gelişmeye başlamıştı. Curzon’un ‘İngiltere bir inch gerilemektense savaşacaktır’ sözü İngiliz basınında şiddetle eleştirilerken, Britanya Maliye Bakanlığı ekonomik nedenlerle Irak’tan çekilmeyi tavsiye ediyordu. Uzun tartışmalardan sonra, İngiltere ile Irak arasındaki manda (mandate) anlaşmasının 20 yıldan 4 yıla indirilmesi kararlaştırıldı. Yani İngiltere Irak bataklığından usturuplu biçimde kurtulmaya hazırlanıyordu…
Türk tarafında ise farklı bir gerilim yaşanıyordu. TBMM’de, 27 Şubat’tan 6 Mart 1923’e kadar süren görüşmelerde, Mustafa Kemal’e muhalif mebusların oluşturduğu İkinci Grup hükümetin Musul politikasını ağır şekilde eleştiriyordu. Grubun lideri Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni (Ulaş) Bey "Efendim, Cemiyeti Akvam İngiliz şurasından başka bir şey değildir….Eğer aczimiz varsa resmen veririz. Kendi kendimizi aldatmayız efendiler.…İngilizlerden Mısır’ı aldınız, Kıbrıs’ı aldınız mı efendiler? Musul’u bugün sana vermeyen yarın niçin versin?... Şimdi efendiler, eğer feda etmek icab ediyorsa millete yalancı bir sulh, yarım bir sulh getirmeyiniz….Bir sene sonra Cemiyeti Akvam vermezse harb edeceğim diye aldatmayınız!" diye bağırıyordu kürsüden. Meclisteki Kürt asıllı milletvekilleri, Musul’un Kürt vatanı olduğunu söyleyerek Musul’un kesinlikle bırakılmamasını istiyorlardı. Ortam öyle gergindi ki, o ana kadar duruma pek müdahale etmeyen Mustafa Kemal bile İsmet Bey’in diplomatik tecrübesinin yetersizliğinden yakınan Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’in üzerine yürümüştü.
LOZAN İMZALANIYOR. Konuya son noktayı da Mustafa Kemal koydu. Kürsüye çıkıp Misak-ı Milli’nin belli bir sınır çizmediğini, sorunu bir yıl ertelemenin Musul’dan vazgeçmek anlamına gelmediğini, eğer istenirse Musul’un askeri yollardan alınabileceğini, ancak savaşa girmenin son derece sakıncalı olduğunu söyleyen Mustafa Kemal’in isteğiyle, bağımsızlığı tehlikeye düşürecek bir anlaşmanın imzalanmaması, ısrar edilirse savaşılması koşuluyla hükümete güven oyu istendi. Oylamaya 190 milletvekili katılmış, 170’i güven oyu verirken 20 üye karşı oy kullanmış, 85 üye ise oylamaya katılmamıştı.
Her kararı muhalefetle çatışarak almaktan yorulmuş olan Mustafa Kemal, oylamadaki fireleri görünce kararını verdi. Meclis alelacele seçim kararı aldı. Tam o günlerde muhalif kanadın ateşli hatiplerinden Ali Şükrü Bey, Mustafa Kemal’in Muhafız Alayı Komutanı Topal Osman tarafından öldürüldü. Cinayetin arkasında Mustafa Kemal’in olduğu yolundaki dedikodular eşliğinde Mustafa Kemal’in bizzat seçtiği mebus adaylarının katıldığı seçimler yapılırken Lozan görüşmelerinin ikinci turu başladı. Ve daha yeni meclis açılmadan, 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Anlaşması ‘Musulsuz’ imzalandı.
DİPLOMATİK HATALAR. Anlaşmanın 3. maddesinin 2. fıkrası ile Türkiye ve Irak arasındaki sınırın dokuz aylık bir süre içinde Türkiye ile İngiltere arasında dostça çözümle saptanamaması halinde anlaşmazlığın Milletler Cemiyeti Meclisi’ne götürülmesi kabul ediliyordu. İngiltere ve müttefiklerinin kontrolünde olduğu gayet iyi bilenen Cemiyet’e konunun götürülmesini kabul etmek zaten diplomatik bir intihardı ama olayı daha da vahim kılan, anlaşmaya ‘kesin kaderi bu karara bağlı olan topraklar…” şeklinde bir ibare eklenmesiyle, konuyu Cemiyet’e ‘görüşülmek’ üzere götürmeyi öneren Lord Curzon’un bile hayalini aşan şekilde, Milletler Cemiyeti’nin nihai karar mercii haline yükseltilmesi oldu. Üstelik süre daha önce konuşulduğu gibi bir yıl yerine dokuz aya indirilmiş, ikili görüşmelerin başlayacağı tarih anlaşmanın yürürlüğe gireceği tarih değil de İstanbul ve Doğu Trakya’nın İtilaf Güçleri tarafından boşaltılacağı tarih yapılarak öne çekilmişti. Bütün bunlar, Türk tarafının elini şimdiden zayıflatmıştı. Ancak anlaşma, 11 Ağustos 1923’te faaliyete geçen ‘muhalefetsiz’ yeni Meclis’te, 14’e karşı 213 oyla onayladığında Mustafa Kemal ve arkadaşları derin bir nefes aldılar.
MUSUL’U KAÇA VERDİK? Lozan Barış Anlaşması’nın 3. Maddesi’ne göre eğer Türkiye ile İngiltere, dokuz ay içinde Musul konusunda bir anlaşmaya varmazlarsa sorun Milletler Cemiyeti'nde çözülecekti. Türk-İngiliz görüşmeleri, 19 Mayıs 1924'te, İstanbul'da, Kasımpaşa’daki eski Bahriye Nezareti (bugünkü Kuzey Deniz Saha Komutanlığı) binasında başladı. Tarihe ‘Haliç Konferansı’ olarak geçen görüşmelere TBMM Başkanı ve İstanbul Mebusu Ali Fethi (Okyar) Bey, İngiliz heyetine ise Irak Yüksek Komiseri Sir Percy Cox başkanlık ediyordu. O günlerde, İngiltere’de iktidarı devralan İşçi Partisi hükümetinin, daha önceki yönetimin Musul politikalarını haklı bulmaması, hele Musul’un Mondros Mütarekesi’nden sonra ‘fethedilerek’ alınmasını çok yakışıksız bulması, Türkiye’nin lehine bir atmosfer yaratmıştı. Ama İngiltere’nin İstanbul’daki büyükelçisi Lindsay’e göre Türkiye’de ‘Musul konusunda ne bilgili, ne de konuya ilgili insan’ vardı. Dolayısıyla Türk kamuoyunun baskısından çekinmeye gerek yoktu! İngiliz istihbaratı da, Türklerin Musul’dan olabildiğince fazla toprak almak uğruna Kürtlere Türkiye’nin denetiminde geniş özerklik vermekten, İngiltere’ye de petrol ayrıcalıkları tanımaktan yana olduğunu; İsmet Paşa’nın ise Hilafetin kaldırılmasının İngiltere’yi yumuşatacağını düşündüğünü rapor etmişti.
Bu atmosferde başlanan toplantının ilk oturumunda, Ali Fethi Bey, Musul halkının üçte ikisinin Türk ve Kürtlerden oluştuğunu, etnik nedenlerle bu bölgenin Türk sınırları içinde kalması gerektiğini, daha önceki hiçbir antlaşmanın Musul'u Irak’ın içinde saymadığını belirterek söze girdi. Dikkati çeken husus, konuşmada Misak-ı Milli’den tek satır bile söz edilmemesi idi. İsmet Paşa’nın Musul’da status quo’nun çiğnendiğine dair protesto notasına yer bile vermeyen basın, İngiltere’ye karşı son derece olumlu dil kullanırken, İtalyanların Sicilya ve Rodos’a yığınak yaptığını aktararak aba altından sopa gösteren İngilizlerin ekmeğine yağ sürüyordu. İngiliz istihbaratına göre bütün bunlar, Mustafa Kemal’in bilgisi dahilindeydi ve Türklerin İngiltere ile iyi geçinmek uğruna Musul’dan vazgeçmeye hazır olduğunun işaretiydi. Ancak, bu raporlardan cesaret alan İngiliz temsilcilerinin, ‘kimsesiz bölgeler’ diye niteledikleri Hakkâri vilâyetine bağlı Beytüşşebab, Çölemerik ve Revanduz kasabalarını da talep etmesi, Türk tarafının morali iyice bozdu ve konferans 5 Haziran’da tatil edildi. Konu bir süre sonra İngiltere tarafından Milletler Cemiyeti’ne havale edildi. 10 Eylül 1924’te Cenevre’ye giden Ali Fethi Bey, bir Belçika gazetesine verdiği demeçte ‘hakça bir karar verileceğine güveninin tam olduğunu’ belirtecek kadar aymazlık içindeydi.
OTELDE ÇİZİLEN HAT. O günlerde Milletler Cemiyeti Konseyi’nin dört sürekli üyesi, Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri olan İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya’ydı. Geçici üyeler ise Brezilya, Çekoslovakya, İspanya, İsveç, Belçika ve Uruguay gibi görece zayıf ülkelerdi. Ali Fethi Bey 24 Eylül 1924 günkü genel toplantıda Musul’un kaderinin tayini için en kestirme yolun halkoyuna başvurmak olduğunu belirtip, İngiliz delegesi de buna itiraz edince, Irak üzerindeki İngiliz mandası kabul edildi. Sınır tartışmalarını önlemek için ‘Brüksel Hattı’ diye anılan geçici bir sınır konmuştu. Hat, iddialara göre, Brüksel’de bir otel odasında İngilizlerce oluşturulmuştu. Ancak, her iki tarafın da ‘geçici’ olan bu sınırı kabul etmesiyle, kontrol fiilen İngilizlerin eline geçti. Konuyu incelemek ve bir rapor yazmak için İsveçli eski diplomat Aff Wirsén’un başkanlığında kurulan üç kişilik komisyonun Türkiye’nin askeri temsilcisi Cevat Paşa’nın eşliğinde Musul’da yaptığı inceleme gezisi, mevsimin kış olması, Cevat (Çobanlı) Paşa’nın basiretsizlikleri (örneğin Türklerin ağırlıkta olduğu Altınköprü’de 10 tane Türk tanık bulmak becerilememişti) ve İngilizlerin entrikacılıkları gibi nedenlerle güvenli bilgi derlenmesine olanak sağlamamıştı ama Komisyon bölgenin nüfus yapısına bakılırsa bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasının gerektiğini söylemekle birlikte, bunu ekonomik ve coğrafi nedenlerle tavsiye etmedi. 13 Şubat 1925’te patlak veren Şeyh Said Ayaklanması, Türklerin Kürtlerin temsilcisi oldukları yönündeki tezlerine ciddi bir darbe vurmuştu ama Komisyon Musul’un ikiye bölünmesinde siyasi sakınca görmüyordu, sadece bunun bölge halkı için iyi olmadığını düşünüyordu. Sonuçta Komisyona göre en iyi çözüm Musul’un Irak’a bağlanması idi. Bunun için sadece iki şartı vardı: Musul bölgesinin 25 yıl süreyle Milletler Cemiyeti mandası altında kalması ve bu süre içinde Kürtlere iyi davranılması, mahkeme ve okullarda yöneticilerin Kürtlerden ataması ve Kürtçe’nin resmi dil kabul edilmesi.
İMTİYAZ KARŞILIĞI VAZGEÇME. Şeyh Said Ayaklanması’nı bastırmak için bölgeye 30 bin asker sevkedilmesi ve Osmanlı Bankası’ndan yüklüce para çekerek bunu ordunun donanımında kullanması Türkiye’nin kararı tanımayarak Musul’u işgal edeceği endişesini yaratmıştı ancak şaşırtıcı biçimde Türkiye karara itiraz etmekle yetindi. İngiltere’nin konuyu Milletler Cemiyeti’ne götürme teklifini İsmet Paşa, Cemiyet’te Türkiye’ye bir sandalye verilmesi karşılığında onaylayabileceği imasında bulundu. Mart ve Nisan 1925’te Türkiye’yi çok zor durumda bırakan bir olay yaşandı. Türkiye’nin konu ile ilgili temsilcilerinden Zekai Bey İngiltere’ye Musul’dan çekilmesi ve Osmanlı borçlarına ilişkin tahvilleri elinde bulunduranları desteklememesi karşılığında Türkiye topraklarında petrol çıkarma, liman ve demiryolu yapma ve Türkiye’ye 15 milyon pound’luk borç verme imtiyazı (!) teklif etmişti. Bu durum, Türk tarafının bazı çıkarlar karşılığı Musul’dan vazgeçmeye hazır olduğu kanısını iyice güçlendirmişti. Türk tarafının tezlerini kabul ettirememesi üzerine Cenevre’deki temsilcilerini geri çekmesi karşı tarafın işini daha da kolaylaştırdı. Üstüne üstlük İsmet Paşa’nın kendisine Musul’da izlenen politika ile ülkenin modernleştirilmesi politikaları arasındaki çelişkiye dikkat çeken İngiltere’nin Büyükelçisi Lindsay’e İsmet İnönü’nün “bu durumda politikalardan birinde içten olunması, diğerinde olunmaması gerekir. Hangisinin hangisi olduğu konusunda takdiri size bırakıyorum” demesi İngilizleri şaşkınlığa düşürmüştü. Diplomatik teamüllere uymayan bu açıksözlülüğü, Linsday İsmet Bey’in zayıf Fransızcasına bağlamıştı. Ama mesaj alınmıştı. Komisyonlar, incelemeler, divan kararları ile geçen sekiz aydan sonra Milletler Cemiyeti Meclisi, 16 Aralık 1925’te Wirsén Komisyonu’nun önerilerini onaylayan bir karar aldı. Karardan birkaç gün önce, İngiliz İstihbarat servisleri, Meclis’te konu hakkında konuşan İsmet İnönü’nün yumuşak tavrına ve Mustafa Kemal’in Musul’dan ziyade, modernleştirme projelerine önem verdiğine dair raporlarını merkeze geçmişti bile. Nitekim, Milletler Cemiyeti’ne Türk hükümetinin ve basının tepkisi son derece yumuşak oldu. Gösterilen tek manidar tepki, ertesi gün Sovyetler Rusya ile bir dostluk anlaşması imzalamaktı.
UZUN VADELİ HEDEFLER. Sonuç İngiltere’nin öngördüğü şekilde olmuştu. Çünkü İngiltere Başbakanı Chamberlain’e göre ‘de facto bir otokrat olan Mustafa Kemal gerilimin tırmandırılmasına bir süre göz yumduktan, hatta sürece kişisel katkıda bulunduktan sonra, son aşamada tehlikeli bir oyunu istediği noktada durdurarak, seçimini barıştan yana kullanacaktı! İngiltere de bu oyunda kendine düşen rolü oynadı ve Ortadoğu’daki uzun vadeli çıkarlarını düşünerek Türkiye’nin kırılan onurunu onarmak için bir plan yaptılar. Çünkü, Britanya için Musul’un Irak’a bağlanması ne kadar önemliyse, Türkiye’nin Batı ittifakı içinde tutulması da o kadar önemliydi. Türkiye’ye, Musul tazminatı İrak petrollerinin royalty (lisans hakkı) gelirlerinden ömür boyu yüzde 10 pay vermeye karar verilecekti. Hükümet, Lindsay’e gerekirse bu hisseyi yüzde 15’e çıkarma yetkisi de vermişti. Hatta, eğer Türkiye bu geliri 25 yıl gibi sınırlı bir süre almakla yetinirse, payın yüzde 25’e çıkarılmasına bile razı olacaklardı. Ancak bu pay yatırımların tamamlandığı yıldan itibaren verilecekti. İngiliz tarafı, görüşmelere atanan Türk temsilcisinin Milletler Cemiyeti sürecinin başarısız figürü Tevfik Rüştü (Aras) olduğunu öğrenince çok rahatladı çünkü yıpratıcı bir diplomat olduğunu bildikleri Şükrü (Kaya) Bey’in atanmasından korkmuşlardı. Türk tarafı İngilizlerin fikrini memnuniyet verici buldu ama daha toplantının başlarında payını hemen nakde çevirmek istediğini bildirdi. İngiltere buna olumlu baktı ama Türkiye’nin para karşılığında Musul’dan vazgeçtiği izleniminin doğmaması için anlaşmanın Türkiye’nin royalty gelirlerine katılacağı şeklinde düzenlenmesine ve anlaşmanın sonuna ‘Türk tarafı isterse payını kapitalize eder’ hükmü konmasına karar verildi. Ödenecek payların karşılığı ise 500 bin pound olarak tespit edildi. Türkiye önce bu payı çok az buldu. Londra’ya durumu rapor eden Lindsay’e hükümet, payı 1 milyon pound’a kadar çıkarma yetkisi verdi. Ancak Lindsay, son kez şansını deneyerek, Türkiye’ye ‘500 bin nakdi ödeme’ ile ‘25 yıl süre ile royalty gelirlerinden yüzde 10 pay alma’ arasında bir seçim yapmasını söyledi. Ertesi gün, İngiliz tarafını şaşkınlığa düşüren bir şey oldu: Türk hükümeti anlaşmayı küçük bir şartla 25 yıl süre ile yüzde 10 pay almayı kabul etmeye hazırdı. Sadece söz konusu payını bir yıl içinde 500 bin pound’a çevirme hakkını saklı tutmak istiyordu!
Tahmin edileceği gibi İngiltere’nin ağzı kulaklarına varmıştı. Çünkü başlangıçta vermeyi düşündüklerinin çok altında bir fiyata işi bağlamışlardı! Düzeltilmiş anlaşma, 6 Haziran 1926 günü TBMM’de sadece iki red ve bir çekimser oya karşılık 143 oyla kabul edildi. Anlaşıldığı gibi, o gün 283 üyeli meclisin büyük bir kısmı meclise gelmemişti. Gelselerdi durum değişeceği şüpheliydi ama, gerek halkın, gerekse basının anlaşmaya hiç tepki vermemesi, İngiliz istihbaratçılarının daha önceki tespitleriyle uyum içindeydi. Hakikaten de o günlerde Musul kimsenin umurunda değildi. Zaten gündem de, çok değil bir hafta sonra, İzmir’de Mustafa Kemal’e bir suikast teşebbüsünün ortaya çıkarılmasıyla radikal biçimde değişecekti.
PETROL ALACAĞI KALDI MI? Irak’ta ilk petrol, 1927 yılında Baba Gurgur kuyusundan çıktı. Türkiye sanıldığı gibi payını nakde çevirmedi. Ankara Anlaşması’nın garanti ettiği royalty ödemeleri Irak’taki petrol boru hatlarının tamamlandığı 1934 yılında başladı ve 1951’e kadar (1945 dışında) düzenli yapıldı. 1954’te bir ek ödeme yapılarak 1945 yılı telafi edildi. Söz konusu yılların bütçe kayıtlarına göre toplam 25.712.000 lira (o günün parası ile yaklaşık 3,5 milyon pound) tahsil edilmişti. Daha sonra Irak’ın petrol gelirleri astronomik biçimde artmıştı ama 25 yıllık süre 1951’de bittiği için Türkiye bundan yararlanamadı. Ancak nedense, 1952, 1953 ve 1954 yılları bütçelerine ‘sözleşme gereğince Musul petrollerinden alınan’ biçiminde bir başlık konulmasına devam edildi. Bu başlıkların karşısında sırasıyla 6 milyon, 29 milyon ve 40 milyon yazılıydı. 1955 yılında ise ‘birikimli olarak 100 milyon’ ibaresi vardı. Ancak yine garip bir şekilde, 1955’te bütçeden bu ibare çıkarıldı. Anlaşılan Türkiye ve Irak arasında kurulan Bağdat Paktı, eski hayallere nokta koymayı gerekli kılmıştı. Ancak, 1958’de Irak’ta Kral Faysal’ı deviren askeri darbeden sonra, bu kalem bütçede yeniden boy gösterdi ancak 1986 yılında dönemin Başbakanı Turgut Özal, Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’in ricası üzerine Musul kalemini bütçeden tekrar çıkardı. Ama o günden bu yana ‘Musul petrollerinden alacaklarımız’ konusu gündemden düşmedi. Bazı araştırmacılara göre 1934-1951 yılları arasında Türkiye’ye ödenen para gerçek gelirlere oranla 2 milyon pound eksikti. Hesabın nasıl yapıldığı belli olmamakla ve bu iddiayı en yüksek kademeler de tekrarladığı halde konu dava konusu yapılmadı.
98 YILLIK BORCU NEDEN ÖTELEDİK? Ancak daha garip olan bir başka uygulama daha yapıldı. Bilindiği gibi Türkiye Cumhuriyeti, Lozan’da Osmanlı Devleti’nin borçlarını ödemeyi taahhüt etmişti. Bunlardan biri de, Konya'dan Bağdat ve Basra Körfezine kadar uzanması planlanan demiryolunun 200 km. uzunluğundaki ilk kısmının finansmanı için 5 Mart 1903 yılında ihraç edilen ‘Devlet-i Aliye-i Osmaniyye Yüzde Dört Faizli Bağdat Demiryolu Birinci Kısmı İstikraz-ı Osmanisi Tahvili’ karşılığı alınan 2.2 milyon pound’luk borçtu. 98 yıllık geri ödemenin vadesi 2001’de dolduğu halde, Türkiye, vadeyi önce 2006’ya, sonra da 2010’a uzattı. Miktar çok küçük olduğu halde borcun kapatılmayışının nedeni Musul petrollerinden alınması hayal edilen bakiye ile ilgili talepleri canlı tutmaktı. Şimdi bu borç ile Musul petrollerinin ilgisi nedir diyebilirsiniz. Çok basit: Osmanlı devleti bu borç karşılığında pek çok yerin yanı sıra, Musul kazası aşar gelirinden 6 bin liralık bir bölümü teminat olarak göstermişti. Yani, tedbirli yöneticilerimiz, 1926 Ankara Anlaşması ile ebediyen kaybettikleri bir yerin teminatı altındaki borcu ödemeyi sürdürerek, ileride kurulacak mahkemede ellerini güçlendirmeyi umuyorlardı. Son zamanlarda PKK terörüne son vermek bahanesi ile Kuzey Irak’a girmişken, Kerkük ve Musul’u geri almayı hayal edenlerin sayısı arttı. Ne diyelim, insan hayal ettiği müddetçe yaşarmış! Yeter ki Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan olmayalım…
SONSÖZ YERİNE. Bütün bunlar ne anlama geliyor? Mustafa Kemal, başından beri Musul’un Misak-ı Milli sınırları içinde olmadığının farkındaydı. Ancak Kürtleri Milli Mücadele’ye katılmaya razı etmek için Musul’u kurtarma hedefini canlı tutmak gerektiğini biliyordu. Kürtlerle ilişkiler 1921’den itibaren bozulmaya başlayınca, İngilizlerden Kürtlere kültürel özerklik dışında bir hak vermeyecekleri garantisini alınca, büyük Kürt nüfusu ile ileride Türk ulus-devletine sorun çıkarması muhtemel Musul’u dışarıda bırakıvermişti! Üstelik bunu öyle ustaca yaptı ki, bu sancılı yıllar boyunca Meclis’teki muhalifler tasfiye edilirken, kamuoyu Musul için siyasi ve diplomatik her şeyin yapıldığına inandırıldı. (Bu açıdan İsmet İnönü’nün Lozan’daki oyunda tek başına hareket ettiğini söyleyenler haklı değillerdir.) Haziran ayında İzmir’de kendisine bir suikast yapılacağı yolunda yeterli istihbarata sahip olduğu halde ısrarla şehre gitmesi bile Musul meselesi ile ilgili olabilir. Mustafa Kemal’in tek yanlış hesabı, İngilizlerin Türkiye’yi Batı ittifakına kazanmak için daha fazla ödemeyi göze aldıklarını fark edememesiydi.
Özet Kaynakça: İhsan Şerif Kaymaz, Musul Sorunu, Otopsi Yayınları, 2003; Mim Kemal Öke, Belgelerle Türk-İngiliz İlişkilerinde Musul ve Kürdistan Sorunu, 1918-1926, Ankara, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 1992; Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri (1918-1926), AÜ Siyasal Bil. Fak. Yayınları, Ankara 1978; TBMM Gizli Celse Zabıtları, TBMM Basımevi, Ankara 1980, 2. ve 3. ciltlerde ilgili bölümler.
Taraf gazetesi
YAZIYA YORUM KAT