Hayali Cemaat Değil Ümmet İçin Vatandaşlık
Türkiye’nin son yıllarda izlediği dış siyasetin dünya küresel sistemi içinde ayrık otu gibi durduğu aşikar. Cumhuriyet tarihi boyunca batıya endeksli politikalar yüzünden görülmeyen bu irade dünya egemen sistemleri tarafından pek hoş karşılanmamakta.
İşte bu ortamda “muhacirlere yönelik vatandaşlık hamlesini nasıl anlamalıyız?” sorusunu sormamız gerekiyor. Bu duruma ulusal, milliyetçi bir bakış açısı ile yaklaşamayacağımız gibi modern vatandaşlık tanımı üzerinden de değerlendiremeyiz.
Vatandaşlık açıklamasına; toplumun her kesiminden olumsuz tepkiler geldi. Erdoğan’ın kendi tabanının dahi bu durumu kabullenmekte zorlandığı gözleniyor.
Kavram Antik Yunan’da erkeklere ve elit bir sınıfa tanınan haklar ile diğerlerini dışlayan bir kökene sahiptir. Toplumsal statünün soy, ekonomik durum, dini hiyerarşi üzerinden belirlendiği bu toplumda vatandaşlık imtiyaz sahiplerini ayıran unsur olarak kullanılmıştır.
Vatandaşlık bugünkü tanımına modern ulus devletin ortaya çıkışı ile sahip olmuştur. Ulus devletle sınırlı bir siyasal ve coğrafi topluluk üyesinin sahip olduğu statü, hak, çıkar ve sorumluluğu olarak tanımlanmaktadır. Bugün vatandaşlığın kurucu unsurları, ulus devlet sınırları içerisinde geçerli olmak üzere haklar, katılım ve mensubiyettir.
Bu unsurlar aslında toplumun üyelerini tanımlama yoluyla bu topluma üye ol(a)mayanları yani dışarıda bırakılanları tanımlamaktadır. Böylece kavramın ulus devlete ve kültürel olarak homojen bir ulusa bağlılık şartına indirgenmiş olduğunu görüyoruz.
Son iki yüzyıldır vatandaşlık ve ulus kavramları iç içe geçmiştir. Bu iç içe geçiş ile toplumsal farklılıklar yok sayılmış, toplum tek kimliğe mahkum edilmiştir.
Ulus devletin vatandaşlarına eşit statü iddiası pratikte hayat bulmayan bir iddia olmuş ve bireyin etnik, dini ve kültürel farklılıklarına kör olunması gerçeğini beraberinde getirmiştir.
Fransız devrimi ile ivme kazanan “ulusal egemenlik” ilkesi ile her türlü meşruiyetin kaynağı ulusa endekslemiş, bu ulusun vatandaşlarına bu hak tanımış ve bununla kalınmayarak yeni bir siyasal egemenlik ideolojisi olan milliyetçiliğe ulaşılmıştır.
Modern vatandaşlığın milliyetçi akımlara koşut olarak gelişmesi sonucu homojen olduğu varsayılan “hayali cemaat” algısı devletin sınırları içinde veya dışında bu ulusun dışarıda bıraktığı grupları tarif ederek kökenindeki elitizmi farklı da olsa devam ettirmiştir.
Kültürel ve mekansal olarak sabitlenmiş bir topluluk içinde tanımlanmış üyelere açık ancak diğer tüm unsurlara kapatılmış bir statü. Böylece vatandaşların eşitliği ütopyası ulusal sınırlar içinde dahi olsa diğerlerinin eşitsizliği ve dışlanması ile olabilmektedir.
Vatandaşlık evrensellik iddiasındadır. Bu iddiasında samimi ise “iyi” olan topluma katılma isteğinde olan herkese açık olması gerekir. Ancak ulus devletler bu “iyi” toplumun bir parçası olmak isteyen göçmenlere tavrı ortadadır. Bu yönü ile vatandaşlık seçici ve eleyici bir sistemdir.
Modern vatandaşlık Fransa örneğinde olduğu gibi “doğum yeri esasına” göre kazanıldığı gibi Almanya örneğinden hareketle “kan bağı esasına” göre de kazanılabilir.
Fransa’da devlete siyasal üye olmak vurgulanırken bunun birinci şartı gerekli ölçüde Fransızlaştırılmış olmaktır. Yeterli derecede Fransız milliyet dozunu al(a)mayanların bu “imtiyaz”dan faydalanmaları mümkün değildir.
Almanya’da ise 2000 yılında kabul edilen “vatandaşlık kanunu” na kadar soy geçmişi ve kan bağı esas alınmaktaydı. Buna rağmen Alman ulus aidiyetindeki köktencilik toplumda hala etkilidir. Göçmenler hala dışlanmakta yasal haklarını pratikte kullanamamaktadırlar.
Son günlerde ABD’de yaşanan olaylara bu açıdan bakarsak; siyahlarla beyazlar yasal olarak eşit haklara sahip olmakla beraber hatta 1964 yılında kabul edilen “sivil haklar yasası”na rağmen yaşanan ırkçı olaylar siyahların kolluk kuvvetlerine karşı güvensizliğini daha da arttırmaktadır.
Bugün gelinen noktada vatandaşlık farklı bir boyut kazanmış durumdadır. Göç, misafir işçiler ve mülteciler gibi etkenler kavramı daha karmaşık bir hale sokmuştur.
Ulus devlet anlayışı vatandaşlığın kan, toprak ve bağlılık gibi sınırlarını da belirler. Bu çok basitçe ideolojik bir işleyiştir ve doğal olarak ırksal bir özelliği vardır.
Bu durumda göçmenler etnikleştirilerek azınlık durumuna itilirler. Bir yandan işçi, tüketici ve ebeveyn olarak sivil toplumun bir parçası yapılırken, diğer yandan ekonomik, kültürel ve siyasal katılımdan dışlanırlar.
Göçmenlerin sürekli olarak oturum izni almaları ve kalıcı hale gelmeleri ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal nedenlerle göç alan toplumun vatandaşlık çerçevesini tehtid eden bir durum olarak görülür. Ulusal kimlik ve ulus devletin egemenliği açısından gelinen noktada önüne geçilemeyen göç hadisesi vatandaşlık kavramının tekrar tartışılmasını beraberinde getirmiştir. Tartışmalar hakların ne dereceye kadar verileceği konusunda yoğunlaşırken sorumluluklar konusunda sınırsız fayda anlayışı hakimdir.
Böylece ulus devlet bir paradoksu yaşar. Ekonomik açıdan çok kültürlü olmak zorunda kalırken, ulusal egemenlik açısından çok kültürlülüğü törpülemek arasında bocalamaktadır.
Bunun yanında ülkemizdeki muhacirler açısından yasal olarak vatandaş olmak hakların kullanmasını engelleyebilecek tabakalaşma, ayrımcılık ve şiddetten korunmalarını garanti etmemektedir.
Bu ayrımcılık yasal olmayabilir ancak rutin alışkanlıklar ve yerleşik yapılar muhacirleri kabul konusunda son derece muhafazakar bir tutum takınabilmektedir. Dolaylı ırkçılık olarak adlandırabileceğimiz bu durum ile muhacirlerin haklara ulaşma konusunda resmi olmayan engeller ve yoksullukla karşılaşmaları muhtemeldir.
Vatandaş yapıldığı zaman bile bu ayrımcılığa maruz kalabilecek muhacirlerin, mevcut statüleri ise ayrımcılığın resmi olarak yapılmasının sebebidir. Ulus devlet vatandaşını “yoksul göçmene” karşı koruma refleksi olarak vatandaşlığı kullanır.
Muhacirler iki önemli eleyici faktörle karşılaşırlar. Birincisi becerilerine göre ikincisi kültürel özellikleri ile. Birincisi kullanıma ait faydayı sağlarken, ikincisi dolaylı ırkçılığın temelini oluşturur.
Marjinalleştiren, damgalayan ve asimile eden bir vatandaşlığa karşı Jan Pakulski; “sembolik mevcudiyet ve görünürlülük hakkı, haysiyeti temsil hakkı ve sahip olunan kimliğin propanganda edilmesi ve yaşam tarzının sürdürülmesi hakkı günümüz vatandaşlık hakları arasına alınmalıdır” önerisini sunmaktadır.
Bizim vatandaşlığın tektipleştirici, farklılıkları yok sayan, asimile eden, ümmetin önünde en büyük engellerden olan ulus devlet paradoksunun araçlarından birini kabul etmemiz söz konusu değildir. Ancak ulusal prangalardan kurtulmanın yollarından birisi çok kültürlü bir yapıya sahip olmaktır. Tarihsel kökleri ile bu özelliğe sahip olan coğrafyamızda, Cumhuriyet tarihi boyunca hain, işbirlikçi olarak nitelendirilip düşman haline getirilen bir toplum ile aynı statüde birleşmek önemli bir adımdır. Bu fırsat ümmet kardeşliğine giden yolda yaşadığımız acı tecrübelerden ders çıkartılarak hayra dönüştürülmelidir.
Suriye’de direnişin başladığı ilk dönemde gelen muhacirlere yönelik vatandaşlık verilmesi konusu gündeme geldiği zaman direnişi akamete uğratır endişesi ile karşı çıktık. Ancak gelinen noktada Türkiye’de üç milyon civarında kayıtlı muhacir bulunmakta. Bunlar vasıflı vasıfsız ayrımı yapılmadan ikincil sektörlerde Türkiye’li vatandaşların yanaşmadıkları işlerde ucuz işgücü olarak sömürülmekteler.
Bu kardeşlerimizin ekonomik ve kültürel olarak bize kattıkları değeri biz biliyoruz. Bu yüzden verilecek hakların kar zarar hesabından ziyade kardeşlerimizin nasıl faydalanacağı bizim gündemimiz olmalı...
Vatandaşlık ile alakalı en fazla kafa karıştıran durum kavramın batı paradigmasına ait bir içeriğe sahip olmasıdır. Batı emperyalizminin çizdiği sınırları aşmak için batının ürettiği araçları kullanmak aslında bizim durumumuzu göstermesi açısından belirleyici. Kendi öz değerlerimize doğru değişim ve dönüşümü yapabilme gücüne sahip olabilmeyi kim istemez? Ancak düne kadar ümmet kelimesinin dillendirilmesi dahi suç sayılırken bugün ümmet adına en yetkili ağızlardan dökülen cümlelere sahip çıkmamız gerekmiyor mu? İlk alaborada gemiyi terk eden kaptanlar mürettebatına nasıl örneklik teşkil edebilir?
Sonuç olarak; kendisine ulaştırdığımız fitreyi Suriye’de savaşan mücahidlere ulaştıran muhacir kardeşimle aynı konumda haklara sahip olmak bizim için bir onurdur. Yeterki verilen vatandaşlık imtiyazının sadece sorumluluk kısmı öncelenmesin! Bizim muhacir kardeşlerimiz ile bir hedefimiz var; onlarla özgürce hiçbir kısıtlamaya, tariz ve zorbalığa maruz kalmadan Halep ve Şam sokaklarında dolaşmak, camilerinde namaz kılmak ve evlerinde sohbet halkalarına katılmak. Rabbimiz bizlere o günleri de yaşatacak inşaallah...
YAZIYA YORUM KAT