Hayal kırıklıkları karşısında umudu diri tutmak!
Gökhan Özcan hayal sahibi olmanın önemini vurgularken içi boş beklentilerin ise insanı ümitsizliğe sürüklediğini ifade ediyor.
Gökhan Özcan / Yeni Şafak
Hayal ve hayat
Kafamızın içinde geleceğe dair onlarca beklenti var, her şeyin nasıl gideceğini önceden düşünüyor, nasıl düşünmüşsek öyle olmasını bekliyor, beklentilerimiz gerçekleşmeyince de hayal kırıklığına uğruyor, mutsuz oluyoruz. Mutsuzluğumuz, yaşadığımız dünyanın kafamızda kurduğumuz hayali dünyaya benzemiyor, uymuyor olmasından kaynaklanıyor çoğu defa.
“Hayal ve hayat kelimelerini sadece son harfleri birbirinden ayırıyor” dedi yanındakine, “oysa insanlar için o tek harf çoğu zaman içine düştükleri derin bir çukur!”
Hayatın, senaryosunu yazdığımız ve sonra o senaryo içinde yine kendi belirlediğimiz rolü oynadığımız bir şey olmadığını gayet iyi biliyoruz aslında. Bilmememiz mümkün mü; hayat her an acı tatlı sürprizlerini çıkarıp duruyor karşımıza ve her an şaşırtıyor bizi. Yine de anlaşılmaz bir inatla, dağ gibi yığılan hayal kırıklıklarına rağmen geleceğe dair kurgular oluşturuyor, beklentiler edinmeye devam ediyoruz. O beklentiler zamanla bizi mutlu edeceğine kesinkes inandığımız şeyler olarak sıraya giriyor zihnimizde.
Bu böyle olunca o beklentilere uymayan her şey de mutsuzluk sebebi oluyor. Menüde olmayan yemeklere acıkıp menüdekilerle bir türlü doyamamak gibi bir şey bu.
Önceden bu kadar çok boş beklentiye girmesek, kendimizi muhtemelen hiç olmayacak şeyler için bu kadar şartlamasak, menüde pekala hoşumuza gidecek, hiç değilse karnımızı doyurabilecek bir şeyler bulabiliriz oysa. Sürekli bir şeylerin olmasını beklemek yerine, olabilecek şeylerin heyecanını yaşamayı bilebilseydik, mutsuz olmak için bu kadar çok sebebimiz olmazdı en azından.
“Beklentiler daima yaralar” diyor William Şekspir, ‘Aşkın Emeği Boşuna’ isimli eserinde. Çünkü gerçek her zaman zihnimizde kurguyu yerle bir eder. Oysa beklentisizlik, karşımıza çıkabilecek şeyleri birer ucu açık imkan olarak görmemizi sağlar. Bizi hayata karşı esnek kılar, kırılmamızı engeller. Akış içinde kendi anlam dünyamızı tesis etmemize fırsat verir. Böylece beklemeyi bırakır, yaşamaya başlarız. Çünkü sadece ‘an’ gerçektir, daima o tek an içinde yaşarız ve ne oluyorsa orada olur. Sürekli gelecek başka bir anı beklemek, gölgemizi kovalamaktır ki, sonu her vakit kaçınılmaz olarak sükût-u hayaldir, mutsuzluktur.
“Mutsuzluk üzerine atılmadı, üstüne çullanmadı; yavaşça sızdı, neredeyse tatlılıkla sokuldu. Büyük bir dikkatle yaşamına, hareketlerine, saatlerine, odana işledi, uzun süre gizli tutulmuş bir hakikat, reddedilmiş bir gerçeklik gibi; direşken ve sabırlı, incecik, zorlu mutsuzluk, tavandaki çatlakları, çatlak aynadaki yüzünün kırışıklarını, dizilmiş oyun kağıtlarını ele geçirip sahanlıktaki musluktan damlayan suyun içine girdi. Saint-Roch’un çanı her çeyrek saati vurduğunda onunla birlikte çınladı” diye yazmış Georges Perec, ‘Uyuyan Adam’ kitabında.
Hayal kırıklıkları mutsuzluğa yol açıyor, mutsuzluk da umutsuzluğu çağırıyor zamanla yanına. İnsanın, yaşamayı ‘bir gün erişebileceği bir şey’ olarak görüp sürekli ertelemesinden, içinde yaşıyor olduğu gerçekliği yitirmesinden olmuyor mu biraz da bu? Sürekli başka yere bakma ısrarımız, içinde olduğumuz hayatın derinliğine, ‘an’ı ve ‘an’ın içinde çağıldayıp durduğu sonsuz hakikate her gün biraz daha fazla körleştirmiyor mu bizi? Aşamadığımız mutsuzluğumuz biraz da bu ağır görme bozukluğumuzun, bu görüş kaybımızın eseri değil mi?
HABERE YORUM KAT