Hatırlamaya değecek bir hayata sahip olmamak...
Gökhan Özcan, hızın hakimiyeti altında geçen bir ömrün akıbeti hakkında endişelerini dile getiriyor.
Gökhan Özcan / Yeni Şafak
Hatırasız
Günün işle güçle meşgul olmadığı ve uyumadığı saatlerinin büyük bir bölümünü küçük-büyük ekranlardan akıp geçen ‘paylaşım’lara bakarak geçiren insanın hafızasında hayat adına ne birikir? Ne damıtılır, gündem trendlerine rehin bırakılmış hafızalarda günlerin imbiklerinden? Hatıra olarak bir kenara ayrılacak, geçip gitmesine izin verilmeyecek ne var yaşadıklarımız arasında? Ne koyabiliriz yaşadıklarımızdan zihin kitabımızın sayfaları arasına? Güzelliği bizimle kalsın diye kuruttuğumuz çiçekler gibi… Ne yaşıyoruz biz hatırlamaya değecek? Bize, hayatımıza, hayatımızı kendimize ait kılacak küçük ama derin şeylere dair? Bizi herkesten ayrı kılarak hayata katacak, rengimizi hayatın rengine ekleyecek, bize özgü olanı kalıcılaştırarak insanlığın eksik parçasını yerine koyacak ne yaşıyoruz?
Belki de içimizi hayatla dolduran o şarkı bitti, belki de cızırdayarak boşa dönüyor plak!
“Hep önümüze düşen şeylerle meşgul olduğumuzda, hayatın dönüp bakmaya vakit bulamadığımız her ışıltılı hali yaşanmadan sönüp gidiyor sanki” dedi beyaz saçlı adam kendi kendine. “Ve o ışıltılar olmadan ne çok şey karanlıkta kalıyor” diye mırıldandı ardından.
Akışkan seyirlikler bizi yaşadığımız andan kopartıyor, yaşamayı ihmal eden, hatta unutan, yaşama hakkını boşa geçiren edilgen seyirciler haline getiriyor. Yaşanmayan hayatların bir hikayesi olmaz, hikayesi olmayan hayatların da hatıraları…
“Bir mucizeye uyandırmadı beni çağ/ Ve hatıra değil artık hatıra” diyor bir şiirinde Birhan Keskin.
Bir yerlerde buluşuyor, ilgilerini ellerindeki cihazlardan alabildikleri zamanlarda birbirlerine sosyal medyada gördükleri bir şeyleri anlatıyorlar. Sonra ayrılıyorlar. O günün hatırlanacak bir şeyi olmuyor; hafızalarında yer edecek bir izi, yarına kalacak bir değeri ortaya çıkmıyor. Başkalarının ıvır zıvırıyla gelip geçiriliyor sözde bir aradalığın her anı. Hayat yalnızken de bir aradayken de akıp geçen ve bakışlarımızı, zihnimizi, ilgimizi peşinden sürükleyen bir şeye dönüşüyor. Şarj bitinceye kadar!
“Bir olanağı kullanıp potansiyel bir anlamı gerçeğe dönüştürdüğümüz anda artık bunun geri dönüşü olmaz. Artık onu, güvenle korunup saklandığı geçmişe dahil etmişizdir. Geçmişte hiçbir şey geri dönüşsüz bir şekilde kaybolmuş değildir; aksine her şey kaybolmaz bir şekilde saklanmış ve korunmuştur. İnsanlar, geçiciliğin anızlarını görmeye meyillidir ve hayatlarının hasadını sakladıkları dopdolu ambarları unuturlar” diyor Viktor E. Frankl, ‘İnsanın Anlam Arayışı’ isimli kitabında.
Hayatın her ânının nice zenginliklerle müzeyyen olduğunun ne kadar azımız farkındayız. Ne kadar uzun kalıyor şu dünyada ama ne kadar az yaşıyoruz. Seyredilmeyen filmler gibi öksüz günlerimiz. Anlamı sanki hiçbir yerde birikmiyor geçirdiğimiz vakitlerin. Mürekkebi bitmiş bir kalemle yazar gibiyiz hikayelerimizi. Ne biz ilgiliyiz kendi içimizin sesiyle… Ne ilgiliyiz başkalarının derin çağıltıları, yeraltı sularıyla… Ne de ilgili bir başkası bizim sessiz kelimelerimiz ve kurumaya yüz tutan iç nehirlerimizle.
Şöyle diyor Filistinli şair Mahmud Derviş: “Binaların suruna döndü bedenleri/ Kırılmayan mekanın kolları onların kollarıydı/ Belki de birer zeytin ağacı oldular/ Veya birer coğrafya öğretmeni/ Veya kum şehrinde haberci/ Veya yankının bekçisi!”
Tek bir damla iken bile koca bir ummanın düşünü kurmaktan vazgeçmeyen uçsuz bucaksız gönüller de var.
Biriktirecek şeyi olan hayatlara selam olsun.
O vakit son söz: Nehirden denize özgür Filistin! Bir gün mutlaka!
HABERE YORUM KAT