Etyen Mahçupyan

Etyen Mahçupyan

Yazarın Tüm Yazıları >

Hassasiyet

06 Aralık 2009 Pazar 04:01A+A-

Kürt siyaseti hazır olmadığı bir noktada ‘açılıma’ yakalanmış gözüküyor. Yüzyılların getirdiği bir tecrübeyle, bu ülkede her türlü reformun ancak dışarıdan gelebileceği yargısı hemen hepimizde var. Bu dış etki bazen zorlama bazen de teşvik biçiminde oluyor ama geçmişte gerçek reform adımlarına yol açan dinamikler hep zorlamalarla yaşanabilmiş. Reformları teşvik eden dış konjonktürlerde, devlet mecburen bir süre reform yanlısı gözükmüş ama aslında el altından tam ters yöne doğru hareket etmiş. Nitekim bugün Ermeni meselesi diye 1915 ve sonrasına indirgenen olaylar zincirinin başı da 1860’lara kadar dayanıyor. Kürtler bu deneyimi çok yakından yaşadılar... Dış zorlamanın olmadığı durumlarda, sadece teşvikle Kürt meselesinin çözülemeyeceğine dair ortak bir kanaat geliştirdiler.

AB süreci ise arzu edilen ortamı ancak teşvik düzeyinde sağlayabildi. Hele Merkel ve Sarkozy gibi liderlerin söz sahibi olmasından ve Avrupa’da ırkçılığa varan bir yabancı düşmanlığı görülmeye başlandığından bu yana, Türkiye ile AB arasındaki ilişki nispeten soğudu. Bu durum AB’nin artık veya en azından bir süre için ‘zorlayıcı’ bir dış dinamik oluşturamayacağının habercisiydi. Dolayısıyla Kürt siyaseti kendisini giderek tıkanacak olan ve kaçınılmaz bir biçimde çatışmayı ima eden bir gelecek beklentisine kilitledi. PKK’nın bunca yıl güç kaybetmemesinin altında sadece dağlarda her aileden birkaç ferdin bulunması yatmıyor. Hatta PKK olmasaydı bu konuların gündeme bile gelmeyeceği şeklindeki gerçekçi yargı da, PKK’nın zihinlerdeki dayanıklılığını açıklamıyor. Çünkü bu değerlendirme nihayette geçmişe ilişkin... Kürt meselesinin PKK sayesinde bugünkü noktaya geldiğini düşünenler bile, muhtemelen gelecekle ilgili beklentilerini ille de PKK üzerinden yapmamaya hazırlar. Ne var ki PKK’nın tılsımı, aslında gelecekle ilgili de önemsenmesinde gizli. Eğer AB sürecinin yarattığı ortam bir zorlamayı ifade etmiyorsa ve eğer bilinen devlet geleneği içinde bunun anlamı çatışmanın kaçınılmaz hale gelmesi ise, tabii ki PKK’nın varlığı da istenebilir bir olgu haline gelecektir.

Dolayısıyla Kürt siyaseti yıllardan bu yana anlaşılır nedenlerle PKK hegemonyası altında. O yüzden DTP dışında kurulan ve halen var olan diğer partilerin siyasi bir gücü yok. Fikirleri Kürtler tarafından anlamlı bulunmadığı için değil... Aksine muhtemelen bu partilerin yaklaşımı fikirsel planda çok daha beğeniliyor ve benimseniyordur. Ancak ‘gerçekçi’ olarak bakıldığında söz konusu partilerin hiçbir önemi kalmıyor, çünkü müstakbel çatışma anında herhangi bir ağırlıklarının olmayacağı biliniyor.

Kısacası PKK’nın varlık nedeninin devlet olduğunu söyleyenler bu açıdan da haklılar. Yani sadece Güneydoğu’da sergilenen zulüm değil, bizzat devletin zihniyeti PKK’nın varlığını işlevsel kılıyor. Bu nedenle PKK liderliğinin yüksek bir özgüveni var ve aynı nedenle sürekli olarak devleti muhatap alıyorlar. Ne var ki Türkiye’de bazen beklenmedik şeyler de olabiliyor... Hele Obama ile simgeleşen daha demokratik bir dünyanın kuşatıcılığı altındaysanız, bu beklenmedik şeylerin siyasi getirisi de olabiliyor. Bu sefer de İslâmi duyarlılıkları temsil eden, dolayısıyla devletten korkması ve ona yanaşması beklenen bir parti farklı bir yol izliyor ve üstelik de geri adım atma niyetinde gözükmüyor.

PKK bu duruma hazır değildi... Ama genelde Kürt siyaseti de değil. Bu yeni ortam çatışmayı kaçınılmaz olmaktan çıkardığı ölçüde, konuşmayı ve meşru muhatapları siyasete davet ediyor. Bugün DTP birkaç yıl öncesine kıyasla çok daha önemsenen ve siyaseti etkileyen bir parti. Ama bu durum Kürt siyasetinin manevi hiyerarşisi içinde hazırlıklı olunmayan bir değişimi de ifade ediyor. Çünkü DTP ile PKK özdeş değiller ve DTP’nin çok özerk hale gelmesine de PKK pek iyi bakmıyor. Öte yandan güncel siyaset sürekli olarak DTP’yi takip etmekte ve onu ‘sahneye’ davet etmekte.
Bu tablo PKK’nın kendisini önemli kılmasına yönelik taktiksel adımlar atmasına neden oluyor. Bunlardan bazıları doğrudan ‘demokratik açılıma’ ilişkin. Örneğin silahların susmasına, eve dönüşe, Kürtçenin kullanımına ilişkin maddeler halinde istekler veya öneriler sunuluyor. Ancak bunlar bir yenilik oluşturmuyor. Aslında herkes yapılması gerekenlerin az çok farkında. Dolayısıyla asıl mesele gündelik siyasetin kim tarafından taşınacağı... Eğer ortalık boş kalırsa bu aktörün DTP olacağı aşikâr ama daha önce belirttiğim gibi DTP tam anlamıyla PKK demek değil.

Böylece PKK tarafının kendine has ikinci tür bir taktik geliştirmesine tanık oluyoruz. Maksat Öcalan’ı ve onun üzerinden PKK’yı gündemin ortasına oturtmak, siyasetin durduğu noktada psikolojik bir temsiliyet gücü kazanmak. Geçen yıllarda bir zehirlenme hikâyesi ortaya çıkmıştı. Öcalan’ın saçından alınan bir örnekte zehir bulunduğu iddia edilmişti. Bunun üzerine Güneydoğu illerinin Kürt belediye başkanlarından bir grup, önemsedikleri kişi ve kurumlara çeşitli ziyaretler yapmış ve ‘hassasiyetlerini’ belirtmişlerdi. Bu iddianın arkası gelmedi ve bir tür manipülasyon olduğuna dair kanaat hafızalarımızda yerini aldı.

Bugünlerde de Öcalan’ın İmralı koşulları tartışılıyor. Tabii ki bu kişinin durumunu daha kötüye götürebilecek düzenlemeler tasvip edilemez. Örneğin havalandırma bölümü olarak kullanılan alanın neredeyse yarıya indirilmesine itiraz edilebilir. Ancak hücrenin sadece 17 santimetrekare ufaldığını öğrendiğinizde haliyle bir an duraklıyorsunuz. Öcalan’ın “bir ölüm çukuruna atılmış gibiyim, solunum cihazına bağlanmış bir hasta gibiyim” sözlerinin gerçek bir durumdan ziyade siyaseti ‘manevi’ alana çeken bir taktik olduğunu düşünüyorsunuz. Hele Öcalan’ın hapislik koşullarının uluslararası denetime açılması türü talepleri duyduğunuzda, amaçlananın ‘çözüm’ olmadığı, Kürt siyasetinin iktidar yapısını sürdürmek olduğu fikrine kapılıyorsunuz.

Kürtler açısından mesele Kürtçenin ve Kürt kimliğinin özgürleşmesi. Ama galiba Kürt siyaseti açısından mesele Öcalan’ın ve PKK’nın önderliği... Bu ‘hassasiyet’ çözümün ön koşulu kılınmak isteniyor. Buradan nasıl bir çözüm çıkar bilinmez ama böyle bir hassasiyetten iktidar çıktığı açık.

***


Bu haftanın
kişisi meşhur günlüklerin sahibi Özden Örnek... Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihine yaptığı olağanüstü katkı nedeniyle değil. Bu katkının ne denli gerçek ve samimi olduğunu farkına varmadan itiraf ettiği için. Star gazetesindeki söyleşisinde Şamil Tayyar’a şöyle demiş: “Her çalıştığım yerde... görev yaparken günlük faaliyetlerimi günü ve saatini belirterek not ettim. Ayrıca özel faaliyetlerimi de not ederim. Bu notlar sadece bana ait bilgisayarlarda görülürdü, şifreliydi. Görev sürem dolup ayrılırken, henüz üniformamı çıkarmadan bir iki gün önce bu faaliyet notlarımın tamamını bilgisayardan sildim. Yani öyle ‘delete’ tuşuna basarak değil. Canımın yanacağını bildiğim için bulunmasın, okunmasın diye üstünü yazdırarak sildim.”

Acaba Özden Örnek’in ‘canını yakacak’ ne vardı o silinen bilgisayarda? Yoksa silindiği halde bulunan metin söz konusu ‘can yakıcı’ bilgileri mi ifade ediyor? Asıl önemlisi, Özden Örnek’in günlük faaliyetleri ve özel faaliyetleri acaba nasıl oluyor da ‘can yakıcı’ olabiliyor? Bu komutanların nasıl iş tanımları ve ne tür ‘özel’ hayatları var, neyle uğraşıyorlar dersiniz?

TARAF

YAZIYA YORUM KAT