“Hard” diskten kurtarılan malzemenin “soft” bölümlerinde kısa bir gezint
Anladım ki, bir “günlük”te darbe girişimi gibi “hard” bir malzeme varsa, “darbe”yle doğrudan doğruya ilgili olmayan malzemenin kaderine düşen şey “üvey evlat” muamelesi görmektir. Fakat bu beni rahatsız ediyor. Çünkü böylece, bu günlüklerdeki, ilk anda dikkat çekmeyen fakat daha derin zihniyet analizlerine imkân veren ayrıntılar kamuoyunun göz menziline bile girmeden uçup gidiyor.
Nokta’da “Darbe Günlükleri”ni yayımladığımız sayıya yazdığım “editoryal”de ben bu türden zihniyet analizlerine kapı aralayan bazı ayrıntılara özellikle dikkat çekmiş, meslektaşlarımıza, bunlara da gereken ilgiyi göstermeleri için ricacı olmuştum (Nokta, 31 Mart-5 Nisan 2007):
“Sizi kapak haberimizle baş başa bırakmadan önce bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum: Haberimizin ana gövdesini teşkil eden ‘Sarıkız’ darbesi bölümünün içine yerleştirilmiş çerçeve unsurlardan şu başlıkları taşıyanları sakın atlamayın: ‘İnsan içinden geldiği toplumu nasıl inkâr edebilir?’, ‘Atatürk’ü bir idol haline getirmişiz’, ‘Askerin karışması yönetmeye döndü’ ve ‘Üst kahve söylerse, alt çay istemelidir...’”
Bu bölümlerden birinden tadımlık birkaç cümleyle, editörlerin “hard” tercihlerinin okurlarını nasıl bir şeyden mahrum ettiklerini göstermeye çalışayım:
“General rütbesindeki insanlar bahçelerini yaparken bile daha kıdemli generallerin bahçelerine bakıyor ve onlarınkinden daha güzel bir bahçeleri olmamasına özen gösteriyorlardı. Zira üst mahçup edilemez veya küçük düşürülemezdi. Bu düşünce tarzıyla çok hatıram oldu. Bir gün bir albayın evine gitmiştik, bana ne içersiniz diye sordu. Ben de ‘su içeceğim’ dedim. Albay şaşırdı, yutkundu, bir şeyler söylemek istedi ama söyleyemedi. Dayanamadım ve kendisine sordum: ‘Ne oldu?’ Cevap çok ilginçti: ‘Bizde adettir, üst ne içerse biz kendisine göre bir alt derecesinden içmeye çalışırız; üst kahve içerse biz çay içeriz, eğer çay içerse biz açık çay içeriz. Şimdi siz su deyince ben ne diyeceğimi şaşırdım’ diye cevap verdi.”
28 Şubat’çı cumhurbaşkanına bile...
İki “günlük”ten de anlıyoruz ki, söz konusu olan “bizim gibi” düşünmeyen bir iktidarsa demokrasi teferruattır ve bir darbeyle devrilmesi “biz”e haktır. Balbay günlüklerinde bu çerçevede karşımıza nâmütenâhî malzeme çıkıyor ve biz bunların her birini okuduğumuzda kâh ürperiyor, kâh öfke duyuyoruz. Sanıyorum şöyle bir ortak duygu da taşıyoruz: Bu darbe heveslileri yargılanıp cezalandırılamasalar bile bir daha böyle şeylere tevessül etmeleri o günlüklerde anlatıldığı kadar kolay olmayacak.
Diyelim bu akıl yürütme doğru (ben de inanıyorum buna), fakat bu teminat, askerlerin sivillere karşı beslediği, muhtemelen dünyada başka bir örneği olmayan “ontolojik öfke”yi ortadan kaldırmayacak ki! Hatta belki, “kuvve”de her an yaşadıkları üstünlük duygularını 10-15 yılda bir “fiil”e de geçirme imkânlarını ebediyen kaybetme duygusuyla, bu öfke daha da artacak.
Nasıl bir “öfke”den, nasıl bir “üstünlük duygusu”ndan söz ettiğimi, Balbay’ın günlüklerinde yer alan ve dediğim gibi kimselerin ilgisini çekmeyen bir bölümden yararlanarak anlatacağım size...
Sözünü ettiğim bölümün takdimi şöyle: “Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş, Kurmay Başkanı Orgeneral Necdet Timur, Emekli Orgeneral Doğu Aktulga ile öğle yemeği...”
Doğu Aktulga’nın “Komutanım bu iş sopayla olur, öteki yollar boşuna” cümlesine, Atilla Ateş’in (gülümseyerek) “sen beni kötü yola iteceksin” diye mukabele etmesinden hemen sonra, toplantının “sivil”i Balbay’dan, “sivillerin, askerleri ikinci plana itme çabalarına askerlerin yeterli tepkiyi vermedikleri” yönünde bir “gazeteci sorusu” geliyor:
“Kıvrıkoğlu, öteki Kuvvet Komutanları elbette laiklikte çok hassas. Ancak siyasilerin de TSK’yi ikinci plana itme planı dikkati çekiyor... Demirel, Kıvrıkoğlu’nu konuşma kürsüsünün arkasına alıyor, şık bir fotoğraf çıkmıyor... Dışarıdan görünen bu... Siz ne dersiniz?”
Balbay’ın sözünü ettiği fotoğraf, bir geziye genelkurmay başkanı ile bütün kuvvet komutanlarını da alarak çıkan Cumhurbaşkanı Demirel’in Iğdır’da konuşma yaptığı kürsüyü gösteren bir fotoğraf... Bazılarınız bu fotoğrafı hatırlayacaktır, Demirel konuşuyor, arkasında ise Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu yer alıyor.
Balbay’ın “hoş” bulmadığı bu fotoğrafın hikâyesini, ona cevap veren zamanın Kara Kuvvetleri Komutanı’nın ağzından dinleyelim:
“Söylediklerinizin tümünün farkındayız... Komutanın (Kıvrıkoğlu) böyle hareket etmemesi gerektiği yönünde değerlendirmemiz oldu... (...) Kürsüye çıkınca bize seslendi, ‘yanıma gelin’ dedi. Komutan (Kıvrıkoğlu) gitti. Ben gitmedim. Öteki arkadaşlar da yönelikler, ‘arkadaşlar ben çıkmıyorum’ dedim. Onlar da çıkmadılar. Kürsüde Demirel’le komutan oldu.”
Bakın, sözü edilen Cumhurbaşkanı “sözde değil özde laik” bir cumhurbaşkanı... Bunu, 28 Şubat’ta oynadığı rolle ispat etmiş, bu role bugün de sahip çıkan ve ağzından 28 Şubat güzellemeleri düşmeyen bir cumhurbaşkanı... İşte o cumhurbaşkanı konuşurken bile onun arkasında olmayı zül addeden bir zihniyeti yansıtıyor şu kısacık paragraf...
Hakikaten, biz bu tarzda yetiştirilen “genç subaylar”la, bu orgenerallerle, bu sivilliği ikinci sınıf sayan zihniyetle ne yapacağız?
--------------------------
Neden itibarları zedelenmiş gibi davranmıyorlar?
“Aynı gün saat 19.00 sıralarında Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Aytaç YALMAN aramama yanıt verdi. Bunu öngörmediklerini, hatta tam tersini düşündüklerini yani AKP ile CHP’nin yer değiştirmesi gerektiğini, bunu beklediklerini söyledi. Dikkatle izlediklerini, başlangıçta hemen tepki vermenin uygun olmayacağını söyledi, en azından bir mesaj deyince, o olabilir dedi. 10 Kasım var önümüzde, o olabilir dedi.”
3 Kasım 2002 seçimlerinin üzerinden henüz iki gün geçmiş, darbe heveslisi komutan dahi “hemen tepki vermenin uygun olmayacağı”nı söylüyor, fakat “sivil” gazeteci Mustafa Balbay ısrarlı: Bir mesaj bari...
Kürsüde konuşan cumhurbaşkanının arkasında duran genelkurmay başkanını “bir sivilin arkasında o şekilde... hoş olmadı” diye eleştiren de o...
... Ve şu diyalog:
“İlhan Selçuk: Ben çok şey yaşadım. 9-11 yaşadık. Yani öyle bir şey olmasın isterim. Bir kez daha biz yenilen tarafta olursak, hiç istemiyorum. Bundan korkuyorum.
“Şener Eruygur: Korkunuzu anlıyorum, endişeniz olmasın. Ona dikkat ediyoruz.”
Biliyorsunuz, Amerikalılar başlarına gelen en büyük faciayı “9. ayın (eylül) 11’inde” anlamına gelmek üzere “9-11” diye adlandırırlar. Demek İlhan Selçuk da kendi özel faciasını böyle anlatıyormuş, ya da bunu Balbay icat etmiş. (Hasan Cemal’in uzun uzun anlattığı malum hikâye: İlhan Selçuk’un da dahil olduğu asker-sivil cuntası 9 Mart’ta iktidara el koymak için düğmeye basar, 9, 10 ve 11 Mart günleri büyük bir kargaşa ve belirsizlik içinde geçer, nihayet 12 Mart’ta ordudaki “sağcı cunta” muhtırayı verir, 9 Mart’çılar yenilir.)
Burası “normal” bir ülke olsaydı, bu gazetecilerin yatacak yeri olmazdı. Fakat gördüğümüz ne? Hiçbir şey olmamış gibi, itibarları hiç zedelenmemiş gibi davranıyorlar.
Neden, biliyor musunuz? Çünkü etkili oldukları çevrede itibarları gerçekten de zedelenmedi. Ben, 28 Şubat ruhunun “sivil”de yeniden bedenlendiğini, o nedenle 28 Şubat’ın bir “başarı öyküsü” olduğunu söylerken işte bunu anlatmaya çalışıyordum.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT