Hapishane Gerçekliğine Dair Bir Öykü
Cemal Şakar, hapishane gerçekliğine ve Salih Mirzabeyoğlu'nun yaşadıklarına değinenbir öykü kaleme aldı.
HAKSÖZ-HABER
KENDİSİ BİR UPUZUN
Cemal Şakar
Odasına sürükleniyor, koridoru çınlatan ayak seslerine, onun sürüklenişi de katılıyor: Adımlarımı normal atsam da bana öyle gelmiyor, sanki adımlarım birbirine dolanıyordu. Tıpkı çizgi filmlerdeki gibi, koşunca ayaklar birbirine dolanır gibi olur ya, işte öyle. Normal adım atabilmek için bile ayaklarıma bakmak zorunda kalıyordum.
Karanlık her şeyi boğuyordu. Yutuyordu. Yutuluyordu. Kocaman bir kara delik. Kayboluyordu. Varlığından kuşku duyuyordu. Bir letafet. Yutulduğu koyu karanlığın içinde bedenini arıyor, ona temas etmek istiyordu. İyiydi işte! Var olamıyordu. Alt üst oluyordu. Varlık düzeni! Sonra her şey yepyeni bir düzene giriyordu.
İp kopmuş muydu? Dağılmış mıydık? Etrafa saçılan boncuklar. Elde kalakalmış imame. Böyle mi olmalıydı? Başka türlü olamaz mıydı? Yazgı mıydı bütün bunlar? Yok mu oluyordum? Artık hayatın her türlü imkanı tükenmiş miydi? Başka bir hayatım olacak mıydı? Boyun eğmek miydi şimdi bunlar? Neleri kaybediyordum? İnsanı aşan şeyler? Geri gelir mi insanı insan yapan şeyler? Gelsin mi? Ne zamandır aydınlık bir günde kalbime saplanan bir acıyla dünya birden kararmıyordu? Ya bir sevinç, bir umut, küçük, bir anlık, aydınlanıverse dünya! Aydınlanmıyordu. Hiçbir şeyi izah edemiyordum; edemeyince her şey yolundaymış gibi davranıyordum.
Masmavi bir gök; muazzam bir gök kubbe. Güneş özgürlükle birleşince… bulutlar tül perde gibi… melekler sonra… içine çekti, kana kana içine çekti güneşi, gök kubbeyi; sonra sevdiği ama unuttuğu yerleri, tek tek gezdi. En çok köyünde eğlendi: Okulu bitirmiş, elinde karne, bir daha okul… okula çok var, çok uzun bozkırda, uçsuz bucaksız… Sırtını direğe verdi. Okul çıkışı çocuğunu hep burada beklerdi. Çocuklar, şen kahkahalar, sonra nasılsa, aniden, acı fren sesleri, gözleri bağlanmadan önce son gördüğü, karşı kaldırımda kalakalmış çocuğuydu. Şimdi uzak, uzak, gram, gram…
Ayak sesleri koridorda çınlıyordu. Uğursuzca. Bir acı, bir tedirginlik, bir şiddet çınlıyordu kulaklarında. Çektiği acıları koridordaki çınlamalar bile bastıramıyordu, çoğaltıyordu. Yatağının başlığına tutundu. Sıkıca. Fayda etmeyecekti. Söküp alacaklardı.
Tanıdık bir el başına doğru uzandı. Bir odada. Sadece sandalye. Sandalyeye oturtulmuştu. Karanlık. Parlak bir ışığın altında karanlıklara boğuluyordu. Ellerini boğazına götürdü. Boğuluyordu. Nefes alması güçleşti.
Kirli bir giysi gibi her şeyi çıkarıp attı. Ter içindeydi, kirler akıyordu ayaklarına doğru. Karanlığa düşen minicik, kırık, dökük aydınlık… Sıyrılıyordu karanlıktan. Bu da iyiydi, bu kadarı bile iyiydi. Kötü olan neydi? Daha iyisini, iyileri unutmuştu. Unutmuştu. Bu bile iyi geldi. Dilindeki, gözündeki yanma geçti. Tekrar ne zaman, ne zamana kadar?
Bir sessizlik, upuzun; alışmıştım, upuzun sessizliklere. İçindeydim sessizliğin, kendimleydim upuzun. Başkaları, başka şeyler, her şey dışımdaydı, çok uzağımda. Gözlerimi yumup düşünüyordum artık çok uzağımda kalanları. Ama öyle değildi. Duyuyordum şehrin seslerini; başkaları için hiçbir şey uzak değildi.
Eskiden kendimi başkalarıyla kıyaslayarak anlardım, başkalarını da kendimle. Şimdi öyle değildi. Başkaları yoktu. Upuzun bir kendimdim ve hiçbir şeyi anlayamıyordum. Zaten hiçbir şey yoktu yanımda yöremde. Sadece upuzun bir kendim. Başkaları? Her şeyi onlar için yaptıklarım?
Gazete kupürlerinde yüzünü gördü: Tıraş olurken kestiği yüzünü: 1- Jandarma koğuşa dalınca uyanıp alnını ranzaya çarptı. 2- Sendeleyerek kalktı, ayağı kayınca burun üstü düştü. 3- Kalkayım dedi, uyku sersemiydi. Dipçiğe gözünü vurdu. 4. Kendini topladı. Kapıdaki askılığı görmedi, kulağını taktı. 5. Jandarmaya sıkı sıkı sarılınca boynuna kan toplandı. 6. Koğuştan çıkıyordu, kapıyı açık zannetti...
Baştan, her şeyin bu kadar kolay olacağına inanmamıştı.
Bazen kapının altından rüzgar davetsizce gelir; o zaman dirilir; rüzgarın yükünü anlamaya çalışır; içime çeker; ciğerlerim tazelenir; kopuk, kırık, kesik manzaralar belirir; yatağıma oturur; kendimi tek tek karelerin içine yerleştirir; ama kareleri birbirine bağlayamazdım. Tek tek hareketsiz imgeler; imge, imge işte! Özgürce dolaşırdım manzaradan manzaraya; ama o kadar; koşamıyordum; yürüyemiyordum: bir ağırlık mı, bukağı mı? Sonra kötü, iğrenç şeyler, ben mi yapmıştım, o zaman iğreniyordum kendimden, yabancılaşıyordum kendime; sonra her şeye; sonra üstadımı görürdüm, dayan derdi; gülümserdim; sonra kahkahalarla gülerdim; sonra dayanırdım; sonra rüzgar izinsizce çıkıp giderdi.
Yerde dağılmış boncuklar, kopmuş ip, kapının yanına sürüklenmiş imame. Kalktı. Kapıya doğru gitti. Eğildi. İmameye uzandı. Zamansızlık hakimdi odaya, boşluk yani. Yüzüyordum; uzun zamandır böyleydim. Zamansız bir âlemde yüzüyordum. Böyleydi zaten; kabullenmişti tutunamamayı, yere basamamayı. Önceden de böyleydi. Zamanın izleri, kesik, kırık, kopuk imgeler gibiydi. Birbirine ulanmıyordu ve giderek silikleşiyor, hafızanın unutuşlarına gömülüyordu. Eskiden yaşanan her ne varsa, an be an, an, an izinsizce çekip giden rüzgarla birlikte sürüklenip gidiyordu. Sonra geriye bir şey kalıyor, sadece düşüncelerim. Onları bir nesne gibi ellerimin arasına alıp dalıp uzaklaşıp yutulup gittiğim karanlığın içinde yüzüyordum. Kendimi özgürce onlara teslim ediyordum. Zaman ve mekan silikleşiyor, hatta tamamen kayboluyordu. Ara sıra çıkıp gelen imgelerin hayatıyla bir bağı da kalmamış oluyordu.
Ne doğduğumu hatırlıyordum ne de yaşadığımı. Bilinci tuhaf bir sonsuzluğa ulanmıştı sadece. Bir de sessiz melekler; omzumdaki meleklerin sessizliği. Melekleri düşününce hem bu daracık odanın hem de bedenimin sınırlarından sıyrılıyordum. Böyle anlarda tüm sınırlardan kurtuluyordum. Biliyordum bu bir yok oluş değildi. Başkaları bilmez; böyledir meleklerle bir arada yaşamak. Bu odada, bir başına, kendi içinde bile yalnız değildi.
Koridoru çın çın çınlatanlar ne bilsin böyle bir beraberliği, çokluğu, çoğalmayı: onlar çoğalttıkları seslerde boğuluyordu. Temizleniyor, arınıyor, saflaşıyordum: bir letafet. Bilemezler ki! Bilemiyorlardı böyle anlarda bir çekime kapılıp hatta birilerinin çekip sürüklemesiyle dışarıya çıktığımı, dehşetli bir çekime kapılıp çıkıyor, kopup geldiğim bütüne katılıyor ve kendimi yeniden kendi içimde buluyordum. Sonsuzluğu deneyimliyordu. Bilmiyorlardı. Ben de bilmiyordum yolculuklarımın içime doğru mu dışıma doğru mu olduğunu. Her şeyi bir bütün içinde görüyordum. Tamlık. Hatıra filan değil, tek bir kare; ruh ve beden, fizik ve fizikötesi, bir anda, bir arada. Bir ışık sonra, kuvvetli, her şeyi aydınlatan, aydınlattığını kendi nurunda eriten, salt bir ışık her şey, sonra bulutumsu, sis, eşya yok, sonra yemyeşil bahçelerin serinliği yüzünde.
Eğiliyor ve belinde giderek artan ağrılar ve dokunuyor imameye ve betonun soğuğuyla ürperiyor ve her yan boncuk boncuk… Kavramlar geri geliyor ve eşya isimleriyle birlikte geri geliyor ve her şey yeniden anlatılabilir oluyor. Ve hamdolsun…!
---------
İtibar, Nisan 2013, s. 19
HABERE YORUM KAT