Hangisi Daha Fazla İslam ve Hukuk Düşmanı ve Daha Şedit Zalimdir; Türkiy
Türkiye’deki İslam, hukuk ve özgürlük düşmanlığının başını çeken CHP’nin lideri Baykal, İslam şeriatına karşı savaşan, İslam’ı düşman ilan eden statükonun savunuculuğunu üstlenen, hak, hukuk ve özgürlük açılımlarının önünde en sert tavırlar takınan ve “50 yıl dağa çıkmaktan” bahseden MHP ve İslam düşmanı oligarşik diktatörlüğün destekçisi kartel medyası bile, minare yasağı referandumu sebebiyle İsviçre’yi, kendi hallerinden utanmadan İslam düşmanlığı ve ırkçılık ile suçladılar. Hâlbuki bunca zulüm ve hukuksuzlukla Türkiye’yi fiilen yöneten oligarşi ile halen onu hukuka uyduracak tedbirleri alamayan siyasiler, İsviçre’yi eleştirmeden önce iğneyi kendilerine batırıp, utanç içinde başlarını yere eğmelidirler.
İslami ve Kürt Kimliğine En Vahşice Zulümleri Yapan, Başörtüsünü Yasaklayıp, DTP’yi Kapatan Türkiye mi, Yoksa İsviçre mi, Daha Çok İslam Düşmanı ve Irkçıdır?
Türkiye’deki sistemin İslam düşmanlığında İsviçre ile mukayese bile edilemeyecek derecede ileri bir konumda olduğunu bütün dünya bilmektedir. Hatta İslam düşmanı kimi batılı devletler bile, bu konuda Türkiye’yi öne sürüp, İslam’a karşı savaşlarında Türkiye oligarşisini, Türk ulusalcılarını maşa gibi kullanıp kendi seküler kültürlerinin bekçiliğini yaptırmakta ve kendileri sütre gerisinde durmayı çıkarları bakımından daha uygun bulmaktadırlar. Emperyalist Batı devletlerinin hukukunu, ahlakını, kıyafetini ve seküler kültürünü taklit edip, devrim adı altında zorbalıkla kendi halkına dayatan, İslami kimliği ve yerli değerleri yok etmek için en vahşi zulümleri, en canice cinayetleri işlemekten çekinmeyen, CHP-MHP zihniyeti ve oligarşik diktatörlük değil midir?
Egemen oligarşi öylesine vahşi ve şedit derecede zalimdir ki; ele geçirdiği iktidar ve rantı korumak, zalim statükoyu sürdürmek için, kimi asker ve yargı bürokratlarının öncülüğünde sürekli asker ve yargı darbelerini kullanmıştır. İstiklal mahkemelerinden bugüne yargıyı halkı hizaya sokmak amaçlı bir kırbaç gibi kullanmanın yanında, hegemonyasını sürdürmek ve darbelere hazırlık senaryolarını uygulamak için oluşturduğu çeteleri öne sürebilmiş ve bunlar eliyle yargısız infazları, “faili meşhur” cinayetleri, halkı birbirine karşı düşmanlığa tahrik edip çatıştırma hedefi çerçevesinde halk kitlelerine ve muhaliflere yönelik katliam provokasyonlarını gerçekleştirmekten de çekinmemiştir. Köy yakmaları, en vahşi işkenceleri, insanları canlı canlı asit kuyularına atmayı gerçekleştirmekten, halka pislik yedirmekten, kendi halkının çocuklarını bir müzede toplayıp topluca bombalamayı planlamaktan, sırf gerginliği tırmandırmak ve kaostan güç devşirmek için kendi askerlerini PKK içindeki yandaşlarıyla işbirliği yapıp katlettirmekten bile çekinmeyen faşist kadroları içinde barındırabilmiştir. Bu oligarşik diktatörlük, aynı zamanda ruhlara, zihinlere yönelik katliamlar da yapmakta, materyalist, seküler resmi ideoloji ile kuşattığı okullarda halkın çocuklarını “zorunlu eğitim”le esir alıp, militarist, dogmatik öğütüm programlarıyla zihinlerini işgal etmekte, ruhlarını kirletmekte, fıtratlarını bozmaktadır.
Anayasa mahkemesi, Danıştay ve Yargıtay gibi sistemin en üst yargı kurumlarındaki çoğunluk brifingli ideolojik yargıçlar, askeri vesayet ve ideolojik tarafgirlikle sürekli ideolojik ve siyasi kararların altına imza atarak, ülke halklarının, değerlerinin, hak ve özgürlüklerinin aleyhine çalışabiliyorlar. Dogmatik bir tarafgirlikle devlet ve ideolojisi uğruna adalet ve hukuku katletmekten çekinmiyorlar. Bu bağlamda, son Anayasa Mahkemesi kararı ve Yargıtay Başsavcısının tutumu ve hukuka aykırılıklarla, çelişkilerle dolu iddianamesi de endişe verici işaretler taşımaktadır. Deniz Baykal’ın, ortaya çıkan ve iddianamelerde yer alan belgelere göre, terör örgütü olduğu açıkça belli olan Ergenekon çetesinin avukatı olduğunu açıkça ifade etmesine, CHP’lilerin bu örgütün üyeleriyle iç içe geçmiş ilişki ve dayanışmaları belgeli biçimde ortaya çıkmış olmasına ve sürekli bu örgütten yargılananları savunmalarına, sahiplenmelerine rağmen, İP ise Genel Başkanı ve üst yöneticileriyle doğrudan bu terör örgütünün yöneticisi ve üyeleri olmaktan yargılandıkları halde, MHP ise, bütün konuşma içerikleri ve üslubuyla sürekli terör estirdiği, halkı birbirine karşı kine, düşmanlığa ve çatışmaya sevk edecek sert açıklamalar yaptığı ve açıkça “50 yıl dağa çıkmaktan” bahsettiği halde, Yargıtay Başsavcısı koruyucu bir tavır sergileyip CHP, MHP ve İP hakkında kapatma davası açmaz ve başka bir işlem de yapmazken, DTP hakkında dava açıp kapatılmasını sağlayabilmiştir.
Üstelik DTP içindeki, tıpkı MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli gibi dağa çıkmaktan bahseden Emine Ayna gibi çatışmacı ve muhtemelen Kürt Ergenekoncusu olanlara değil de, daha özgürlükçü ve şiddete daha kapalı ve eleştirel yaklaşan, daha ılımlı ve çözümden yana olan Ahmet Türk, Aysel Tuğluk, Orhan Miroğlu gibi isimlerin siyasetten tasfiye edilmesine özel dikkat gösterilmesi de, Türk ve Kürt Ergenekon’u arasındaki dayanışmanın bir başka sonucu mu olduğu şüphelerini gündeme getirmiş bulunmaktadır. Çözüme karşı olan ve halkı sürekli kışkırtan Bahçeli, Baykal ve Ayna gibi çatışmacılar ve gerçek anlamda bölünmeye sürükleyebilecek politikalar izleyenler Mecliste bırakılırken, çözümden yana ılımlıların tasfiyesi sağlanmakla, sonuçta Ergenekoncuların, darbecilerin aradıkları kaos ortamını sağlayacakların önü açılmış olmuyor mu? Bütün bunlar ne anlama geliyor?
İşte bunca zulmü yapan, üstelik yargısı bile bunca adaletsizliği, hukuksuzluğu kolayca gerçekleştirebilen, on yıllardır İslami kimlik, İslam şeriatı ve İslami hayat tarzı ile savaşan, Allah’ın ayetlerinden olan Kürt kavmi kimlik ve dilini en şedit zulümlerle yok etmeye çalışan, inkarcı, asimilasyoncu, işkenceci, katliamcı Türkiye oligarşik diktatörlüğünün uygulaya geldiği baskı, yasak, ideolojik dayatma ve zora dayalı Batılılaştırma, uluslaştırma projeleriyle Müslüman halkları dönüştürme uygulamalarını bir daha hatırlattıktan sonra soruyorum; Hangisi daha fazla İslam ve hukuk düşmanıdır; Türkiye oligarşisi mi, yoksa İsviçre mi? Hangisi daha büyük zulüm; 85 yıldır Türkiye’de uygulanan İslami eğitim ve başörtüsü yasağı mı, Kürt kimlik ve dilini yasaklayıp asimile etmeye yönelik insan hakları düşmanı uygulamalar mı, yoksa İsviçre’de yeni getirilen minare yasağı mı? Hangisi daha ırkçıdır; Ana dilde eğitimi bırakın, on yıllarca Kürtçe konuşmayı bile yasaklamış olan Türkiye mi, yoksa üç resmi dile izin veren İsviçre mi?
Hangisi daha fazla İslam ve hukuk düşmanı ve daha büyük zalimdir: Müslümanlara kendi dinini dayatmayan İsviçre mi, yoksa İsviçre’nin ve Avrupa’nın hevaya göre yaptığı laik hukukunu olduğu gibi ithal edip kendi halkına şiddete dayalı politikalarla kabul ettiren Türkiye oligarşisi mi? İslami ve Kürt kimliğini yok etmeye çalışan, örgütlenme ve kendini ifade etme hakkını kısan, Kürt halkının gasp edilmiş kavmi haklarını talep eden Kürt muhalefetinin partisine bile tahammül edemeyip, DTP’yi tüm ülkeyi çatışma ve kaosun kucağına atma pahasına kapatan, hak ve özgürlüklere düşman uygulamaları ısrarla sürdürmek isteyen Türkiye oligarşisi mi, yoksa görece daha özgürlükçü olan İsviçre mi daha fazla ırkçı ve daha fazla zalimdir? Hangisi daha şedit zalimdir; çeteleriyle, kendi halkının çocuklarını bir müzede toplayıp topluca katletmeyi planlayan Türkiye oligarşisi mi, yoksa bırakın kendi halkının çocuklarına bunu yapmasını, Müslüman çocuklarına bile bunu yapmayı düşünmeyen İsviçre mi? Hangisi daha özgürlükçü; oligarşik bir diktatörlükle yönetilen Türkiye mi, yoksa insan haklarına görece daha saygılı olan İsviçre mi?
Sistem içi değişimle görece özgürlük ve adalet sağlamayı vaat ederek hükümet olan AKP yönetimi de, vadinde durarak Türkiye’yi hiç değilse İsviçre kadar özgürlükçü ve insan haklarına saygılı hale getirmedikçe, İsviçre’ye hukuk eksenli bir tepki verme hakkına sahip olamaz. İslami ve Kürt kimliğine yönelik düşmanlığı, zulümleri, hukuksuzlukları, baskı, yasak ve kuşatmaları ortadan kaldırmadıkça başkalarının hukuksuzluklarını ve insan hakları ihlallerini eleştiremez. Sonuç olarak, başta asker ve yargı olmak üzere bütün devleti hukuk ve insan hakları ekseninde yeniden yapılandırmakça, darbeci ve çeteleri devlet içinden tam anlamıyla temizlemedikçe, devleti hiç değilse tabi olduklarını iddia ettikleri batı standartlarında bir hukuk devleti haline getirmedikçe ve bu konudaki görece özgürlükçü sorumluluğunu erteledikçe, hem bu oligarşik tahakkümden kaynaklanan zulümlerin devamından, hem de asker ve yargı darbelerinin, değişimin, insani açılımın, hak ve özgürlüklerin önünde engel teşkil etmesinden sorumlu olacağından, İsviçre’yi eleştirme hakkını kendinde göremez.
Batıda İslam Düşmanlığı ya da “İslam Paranoyası” Olduğu Sır Değil, Ama Türkiye’deki Batıcı Oligarşi Kadar Olmadığı da Açık
İsviçre’de halkın sadece % 5’i kendisini Müslüman olarak tanımlarken, Türkiye’de kendisini Müslüman olarak tanımlayanlar % 95 oranını bulmaktadır. Üstelik Batıda zaten köklerinde var olan İslam’a karşı haçlı düşmanlığı, 11 Eylül provokasyonundan sonra daha da tahrik edilmiş, “İslamafobia” (İslam korkusu) yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Batılı Emperyalist devletler, soğuk savaş sonrasında yeni düşman olarak İslam’ı hedef almış ve NATO’nun düşman rengini de kırmızıdan yeşile çevirmişlerdir. Üstelik referandum sürecinde bu korku daha fazla tahrik edilerek, minarelerin bu ülkede İslam hâkimiyetini simgeleyeceğine dikkat çekilerek, İslam’dan habersiz insanların korkuları maniple edilmiştir. Buna rağmen, minareye karşı oy kullananlar % 57’de kalmıştır. Üstelik bu hukuka aykırı referanduma ve sonucuna gerek İsviçre’den, gerekse diğer Batı ülkelerinden erdemli itirazların yükseldiğini de unutmamalıyız.
Halkının büyük çoğunluğu kendisini İslam’a nispet eden Türkiye ve diğer halkı Müslüman ülkelerin, öncelikle kendi ülkelerindeki İslam düşmanlığını sonlandırmadıkça, bu konuda başkalarını eleştirmeye hakları olamaz, buna rağmen yaparlarsa sadece ikiyüzlülük yapmış olurlar. İnanıyorum ki, Türkiye’de resmi ideolojinin ırkçı, şöven, militarist, faşist kuşatması altındaki öğütüm sisteminde, Ogün Samast çiftlikleri haline getirilmiş ideolojik okullarda işgal edilen zihinlere, ulusalcı slogan ve şablonlara hapsedilen ulusalcı kirlilikle malûl kimliklere hitaben, İsviçre’deki gibi tek yanlı ırkçı ve yabancı düşmanı bir medyatik kampanya ile propaganda yapılsa, İslam’ın adalet anlayışından yoksun olanlardan çok daha yüksek oranda kitlelerin yabancı düşmanı tutumlar takınabileceği ve onların hak ve hukukunu yok edebileceği ihtimali yüksektir. Nitekim görece de olsa İslam adaletinin gözetildiği yüzyıllarda gayrimüslimlerle Müslümanların barış içinde bir arada yaşamış olduğu bu coğrafyada İttihat Terakki’den-Kemalistlere yaklaşık 100 yılda bu manada ne büyük zulümlerin altına nice kanlı imzaların atıldığı acı bir vakıadır. Mesela en son Hırant Dink’in katledilmesi olayında, İsviçre’deki gibi yaygın bir ulusalcı ve yabancı düşmanı propaganda yapılabilseydi, Hırant Dink’in katlini olumlu karşılayıp, Ogün Samast’ı kahraman ilan edebilecek daha yüksek oranda bir kitle oluşabilirdi. Üstelik bu cinayeti işleyenleri mahkûm eden yayınlar da oldukça güçlü bir biçimde yapıldığı halde, yine de Dink’in bunu hak ettiğine inanıp, olayın sıcaklığı içinde Ogün Samast’ı kahramanlaştıranların hiç de az olmadığı görülmüştü.
Tabii ki, insanların temel hak ve hürriyetleri, bu bağlamda din, düşünce ve inancına uygun yaşama hürriyeti referandum konusu yapılamaz. Bu büyük yanlışın İsviçre’de bir parti tarafından gerçekleştirilmiş olması, şüphesiz ki, insan hakları ve hukuk eksenli düşünenlerin eleştirisini hak edecek bir hukuksuzluktur. Aslında tüm Avrupa’da Müslümanlar zaten 2. sınıf muamelesi görmekteydiler, 11 Eylülden sonra daha önce verilen kimi haklardan da geriye gidildiği bir vakıadır. Özellikle de, komünizmin tarihe gömülmesi ve soğuk savaşın nihayete ermesinin ardından, Batı ve NATO için İslam’ın düşman olarak belirlenmesiyle, İslam’a ve Müslümanlara karşı korkunun ve savaşın tahriki daha öne çıkarıldı. Ve tüm bunları eleştirme hakkı, herkes için adalet ve özgürlük isteyen ve kimseye zulmetmeyen, zulümden yana olmayan biz Müslümanların ve insan haklarından yana tüm erdemli insanlarındır. Kendi ülkelerinde İslam düşmanlığı yapanların değil. Çünkü Türkiye de, kuruluştan beri sürdürdüğü İslam düşmanlığına bir de NATO çerçevesinde açılan küresel cephede de yer alarak devam etmektedir. Bu sebeple, “teröre karşı savaş” adı altında yürütülen Batının İslam ile savaşında Türkiye askeri Afganistan’da ve Pakistan’da ABD ve NATO safında yer almaktan çekinmemektedir.
Bütün bunlara rağmen, Avrupa ve İsviçre de hâla Müslüman’ların ikinci sınıf hak ve özgürlüklerinin bile Türkiye den ileride olduğunu adaletle tespit etmeliyiz
Araştırmamız sonucu edindiğimiz bilgilere göre İsviçre’de, minare yasağı gibi giderek kimi hak ve özgürlüklerin kısılması eğilim ve çabaları bulunsa da hali hazırdaki durumda;
1 - Müslümanların kız öğrencilerin, ilkokuldan başlayarak bütün eğitim sürecinde başörtüleriyle okuyabilmek hakları bulunmaktadır. Türkiye’de ise tamamen yasaktır.
2 – Başörtülüler, devlet memurluklarında görev alabilmektedirler. Türkiye’de ise, kamu alanı bir bütün olarak başörtülülere yasaktır.
3 - Devlet, camilere ve camilerin içinde anlatılan dine müdahale etmemekte, herhangi bir resmi ideoloji veya resmi din anlayışını dayatmamakta, ya da kendi politikalarını Müslüman halka kabul ettirmek için camileri kullanmamaktadır. (Hatta tam tersine İsviçre’deki Türkiyelilerin camilerinde bile, Türkiye Diyanetiyle resmi ideolojiyi ve resmi din anlayışını hâkim kılmaya çalışmaktadır).
4 – Tevhidi açıdan, zulme, istikbara, tağutlara karşı Allah’ın hükümlerini hâkim kılmak, Allah’ın ismini yücelterek insanları zorbaların zulümden kurtarmak ve ayrım yapmadan Allah’ın tüm kullarına adaletle muamele eden İslami toplumu korumak amaçlı savaşmayan laik bir orduda görev almayı biz uygun bulmasak da, mukayeseye imkân verecek bir tespit olarak ifade etmeliyiz ki, İsviçre ordusunda Müslüman kimliğini ibraz edenlere saygı gösterilmekte, Müslüman askerlere mescid açılmaktadır. (Türkiye’de ise eskiden kalmış mescidler bile bir fişleme tuzağı olarak kullanılmakta, namaz kıldığı ya da eşi başörtülü olduğu tespit edilenler ordudan atılmaktadır).
5 – Yine tespit edebildiğimiz kadarıyla İsviçre’de Müslümanlar, İslami eğitim veren anaokulu açabilmektedirler. Hollanda ve Avusturya gibi birçok Avrupa ülkesinde ise, İslami eğitim veren lise ve üniversite seviyesinde okullar da açılabilmektedir. Türkiye’de ise, İmam hatip ve ilahiyatlar bile, tevhidi tedrisat gereğince İslami değil, laik eğitim veren ve laik devletin belirlediği programları uygulayan okullardır. Türkiye oligarşisi bunlara bile tahammül edememekte, İHL’ni bitirenlerin istedikleri dalda üniversite okumalarını ve kamu alanında yer almalarını keyfi ve ideolojik yargı kararlarıyla engellemektedir.
Hangisi daha büyük zulüm; Başörtüsü Yasağı mı? Minare Yasağı mı?
Minare yasağı ibadete engel değilken, başörtüsü yasağı doğrudan ibadeti yasaklamaktır. Minaresiz camilerde de ibadet etmek mümkün iken, yani minare ibadetin farzı değilken, başörtüsü bağlamak doğrudan Allah’ın farz kıldığı bir ibadettir ve yasaklanması da doğrudan ibadeti yasaklamak, Allah’ın kullarını Allah’a ibadet ve itaatten alıkoymak zulmünü gerçekleştirmektir. İsviçre’de başörtülüler bütün eğitim safhalarında bu kıyafetleriyle okuma hakkına sahipken ve mezun olunca da bütün kamu alanlarında görev alabilirken, Türkiye’de başörtüsünü açmayanların eğitim hakları ellerinden alınmakta, İsviçre gibi görece daha özgür ülkelerde okuyup mezun olanlar da yine Türkiye’de kamu alanlarından kovulmakta, görev almaktan alıkonmaktadırlar. Türkiye oligarşisi, İHL’nin orta kısmını sırf İslami bilgiler de verildiği için kapatıyor, İHL’ne katsayı engelini de sırf bu sebeple sürdürüyor. Kur’an öğrenimine YAŞ sınırı getiriyor.
Bu durumda soruyorum, hangisi daha büyük zulüm, hangisi daha fazla İslam düşmanlığıdır? Türkiye’deki uygulama mı, İsviçre’deki uygulama mı? Minareyi yasaklayan İsviçre mi daha büyük zalim ve daha fazla İslam düşmanıdır, yoksa İslami eğitimi ve başörtüyü yasaklayan, Kur’an öğretimine YAŞ sınırı koyan Türkiye oligarşisi mi?
Üstelik Türkiye’de bunca minare var da neye yarıyor? Türkiye’deki on binlerce minare, İslam’ın ve Müslümanların özgürlüğünün simgesi olabiliyor mu? İnsanları tevhidin aydınlığında dirilişe ve kurtuluşa çağırabiliyor mu? Yoksa Resmi ideolojinin ırkçı, darbeci, orducu mahyalarını asmaya mı hizmet ediyorlar? Camilerde tevhid dini mi anlatılıyor, yoksa laiklikle, ulusalcılıkla sentezlenmiş resmi din mi?
Yaygın eğitim mekânı Camilerimiz ile bizim vergilerimizle yapıldıkları halde başörtüsü ve İslami kimliğimizle sokulmadığımız okullar, batının seküler kültürünü dinleştiren batıcı resmi ideolojinin işgali altında bulunuyorlar. Bir nebze aklı ve vicdanı olan söylesin, bütün bu işgali ve zulmü ısrarla sürdürmeye çalışan ve bunun için gerekirse halkının kanını akıtmaktan çekinmeyecek kadar gözü dönmüş bulunan darbeci ve çeteleri içinde barındıran Türkiye oligarşisi mi daha fazla İslam ve hukuk düşmanı, yoksa camilerin içindeki din anlayışını belirlemeye kalkışmayan, okullarda dinleştirilmiş resmi ideoloji dayatmayan İsviçre mi?
Tabii ki, minare yasağı, İslam’a ve yabancılara karşı düşmanlığın pratiğe yansıyan önemli bir adımıdır. Ve tabii ki, mutlaka tepki gösterilip geriletilmeye, başka yasaklara öncülük etmesi engellenmeye çalışılmalıdır. Ancak, İslam coğrafyasındaki ve Türkiye’deki batı işbirlikçisi yönetimlerin, monarşi ve oligarşilerin, İslam’a ve Müslüman halklara yönelik zulüm ve düşmanlıklarına öncelikle ve daha sert tepkiler vermek kaydıyla. Bilinmelidir ki, içinde sadece Allah’ın isminin yüceltildiği, hutbe ve vaazlarında Allah’ın dininin ketmedilmeden anlatıldığı, tevhid akıdesinin tagutlardan korkmadan açıkça gündem yapıldığı Mescid-i Aksa’nın çevresindeki askeri işgale itiraz için meydanları doldurup da, Türkiye’nin camilerindeki ideolojik işgale sessiz kalmak, ulusalcı ideolojik mahyaların, laiklik ve ulusalcılıkla sentez edilmiş hutbelerin gölgesinde sessizce namaz kılmak, başörtüsü yasağına karşı sürdürülen direnişleri desteksiz ve zayıf bırakmak, ondan sonra da minare yasağı sebebiyle İsviçre’ye tepki göstermek, çok büyük bir çelişki ve zillettir.
“Minareler Süngü, Kubbeler Miğfer” Olarak Savaşın Simgesi mi? Yoksa minareler, tevhidi davetin ve felaha, silme (barışa) çağrının Simgesi mi?
Gerçekte insanlığı, Kur’an’ın ve tevhidin aydınlığında dirilmeye ve felaha/kurtuluşa çağrı vasıtası kılınması gereken minarelerin, “Milliyetçi hamaset”in, “cahiliye hamiyeti”nin dürtüsüyle yazılmış şiirlerde, insanları öldürecek süngünün simgesi gibi sunulması ve kubbelerin askerlerin miğferi olarak tanımlanması da, minarelerin tevhidi davetin, felaha, silme (barışa) çağrının değil de savaşın simgesi gibi öne çıkarılması da, İslam’ı tanımayanlar nezdinde itici ve korkutucu bir rol oynamıştır. Maalesef bu husus da İsviçre’deki minare karşıtı propagandada kullanılan bir başka argüman olmuştur.
Ezan, İslam’ın temel şiarlarından olduğu halde minare vazgeçilmez bir unsur ve temel bir İslami şiar değildir. Ezan, herhangi yüksekçe bir yerden de okunabilir. Zaten artık minarelere de çıkılmadan mikrofondan ezan okunmakta ve minareler sadece uzaktan cami olduğunun anlaşılmasına yarayan bir sembol konumunda bulunmaktadırlar. Üstelik İslam dünyasının büyük çoğunluğu sefalet içindeyken, sanki güç gösterisinde bulunurcasına abartılı ve çok masraflı minareler inşa edilmesi israfa yol açarak, inşa edeni vebal altına da sokabilmektedir.
Diğer taraftan, İsviçre’deki referandum sonucu Türkiye’deki İslam düşmanları dâhil herkesimden yükselen İsviçre’ye yönelik sert tepkiler de, daha çok “milliyetçi hamaset”ten kaynaklanmakta, İslam’a yönelik bir yasaktan bile Batı karşıtlığı üzerinden Türk ulusalcılığını yükseltmek amacıyla istifade edilmeye çalışılmaktadır. Türkiye’deki ulusalcı Kemalist kesim ve kendisini İslam’a nispet ettikleri halde ulusalcı kirliliklerle malûl kimi sağcı-solcu kitleler, İslami sahih bir iman ve hayatla ciddi bir bağları olmadığı halde, dışarıdan İslam’a yönelecek saldırıları, kendi ulusal kimliklerine saldırı gibi algılayarak, yabancı düşmanlığına dayalı ulusalcı reflekslerle tepkiler vermektedirler. Hayatı Kur’an’ın hâkimiyetine, İslam şeriatına ve İslami hayat tarzına karşı savaşmakla geçmiş Rahşan Ecevit’in bile, çoğalan kiliselere ve yaygınlaşan misyonerlik faaliyetlerine karşı çok sert bir tepki vererek, “din elden gidiyor” demesi bu anlamda ibretlik bir örnektir.
İşte bu sebeple biz Müslümanlar, Batının İslam düşmanlığına ve emperyalizmine karşı tepkimizi gösterirken de, yerli İslam düşmanlarıyla ve onların ulusalcı refleksleriyle örtüşmemeye de özen göstermek durumundayız. İslam düşmanı statükonun en azgın iki savunucusu CHP ve MHP’nin bile utanmadan İsviçre’yi İslam düşmanlığı ve ırkçılıkla suçladığı bu tür “milliyetçi” manipülasyonlara kapılmadan, özgün ve bağımsız tavırlar sergilemeliyiz. Türkiye’deki daha şedit İslam düşmanlarının bile İsviçre’yi İslam düşmanlığıyla suçladıkları medyatik propagandadan etkilenmeden ve bu zalimlerle asla bütünleşmeden, örtüşmeden, ayrılığımızı mutlaka vurgulayarak, kendi özgün bakışımızı, bu tür çarpıklıkları da ifşa eden, bu ulusalcı oyunları da bozan bir tevhidi netlikle ortaya koymalıyız.
Ayrıca unutmamalıyız ki, Türkiye’deki bunca İslam düşmanlığına karşı açık ve hak ettiği ölçüde tepki göstermeyenlerin, gerekli onurlu mücadeleyi vermeyenlerin, İsviçre’deki minare yasağına karşı Türkiyeci cephe içinde yer alarak gösterecekleri, Türkiye’deki daha şedit zulümleri es geçen tepkinin fazla bir anlamı ve değeri olmayacak, tam tersine önemli bir çelişki ve ikiyüzlülük oluşturacak, hatta yanlış cephede yer almak bakımından manevi vebal ve sorumluluk da doğurabilecektir.
Faraza, karşılığında İslam’a ve Müslümanlara dayatılan Baskılar, Yasaklar, Zulümler Kaldırılsa, Bütün Camilerin Minaresiz Olmasına Razı olmaz mıyız?
Resmi ideolojinin ve Kemalizm dinin mahyaları asılacaksa, camiler ideolojik işgal altında kalmaya devam edecekse eğer, minarelerin varlığının ne anlamı ve değeri olabilir ki? Eğer karşılığında İslam’a ve Müslümanlara dayatılan baskı ve yasaklar son bulacaksa, hatta hiç değilse Avrupa’daki kadar görece bir özgürlükle camilere resmi ideoloji girmeyecekse, Türkiye’de de sistem dilerse minare inşasını yasaklasın. Hatta sistem dilerse yıllardır başımıza kaktığı minareleri yıksın ama bunun karşılığında yeter ki camilere Kur’an hâkim olsun, camilerde tevhit akidesi anlatılsın, tağutun değil sadece Allah’ın ismi yüceltilsin, insanlar tağutu redde ve sadece Allah’a kulluk yapmaya çağırılabilsin. Avrupa ve İsviçre’deki bağımsız Müslümanların camilerinde bu durum büyük oranda gerçekleştirilebilmekte ve devletin müdahalesi de olmamaktadır. Üstelik sadece Allah’ın dininin anlatıldığı, sadece Allah’ın isminin yüceltildiği bu camilerin büyük çoğunluğunun minaresi de yoktur. Minaresizlik Allah’ın dininin dosdoğru anlatılıp yaşanması hususunda her hangi bir zaaf ve eksiklik oluşturmamaktadır. Tam tersine bir kısmı da minareli olan Avrupa’daki Diyanet camilerinde tevhidi netlikten uzak, devletçi, ulusalcı sentezlere dayalı din anlatılmaktadır. Tıpkı Türkiye’dekiler gibi.
Türkiye’de ise, on binlerce minareli camilerde yaygın eğitim aracı olan hutbeler ve vaazlarda, Allahın dini, ketmedilmeden, sentezlere saptırılmadan dost doğru anlatılamamaktadır. Türkiye camilerinde hutbe ve vaazlar, çoğu kez laik devletin belirlediği bir içerikle ve laik devletin uygulama ve politikalarını halka kabul ettirmenin bir vasıtası olarak kullanılmaktadır. Yani halk Allah ile aldatılıp, laik devletin istediği istikamete ve sentezci resmi din algısına doğru yönlendirilmektedir. Laik devletin izni olmaksızın cami ve mescid açılamadığı gibi, açılanlar da derhal Diyanet’e devredilmek zorunda bırakılmaktadır. Bizim İLKAV örneğinde olduğu gibi kendi konferans salonumuzda bağımsız Cuma namazı kılmamız bile engellenmeye kalkışılmakta, laik devletin izin vermediği alanlarda Cuma namazı yasaklanmak suretiyle, laik devletin belirlemediği hutbelere izin verilmemekte, sadece Allah’ın isminin yüceltildiği hutbeler engellenmek istenmektedir. Bizim bu konuda süren davamız da halen ideolojik Danıştay’ın önünde bulunmaktadır.
Evet, isterlerse bütün minareleri yıksınlar, yeter ki İslami eğitim hakkımız verilsin, bizden zorla alınan vergilerle yapılan okullara çocuklarımız İslami kimlik ve tesettürle girebilsin. Yeter ki, eğitim ideolojik öğütüm aracı olmaktan çıkarılsın, herhangi bir din ya da ideolojinin dayatılmadığı özgürlük alanları olsun okullar. Yeter ki, çocuklarımızın zihinleri ideolojik işgallerden, ruhları seküler paganist kirletmelerden azade olsun. Yeter ki, çocuklarımız resmi ideoloji ve Kemalizm dininin, putperest ayinlerini hatırlatan ritüelleri mahiyetindeki resmi törenlere katılmak ve Kemalizm dininin eğitimini almak zorunda bırakılmasın. İşte bütün bu zulümler, dayatmalar, İslami kimliğe yönelik baskı ve yasaklar varken on binlerce minarenin varlığı neye yarar?
Bize Düşen Sorumluluk Dünya’nın Neresinde Olursak Olalım, Sadece Allah’a Kulluk Yapmak ve İnsanlığı Kur’an’ın Aydınlığına Çağırmaktır
Bize düşen sorumluluk, dünyanın hangi bölgesinde olursak olalım, ister Türkiye’de ister İsviçre’de bulunalım, sadece Allah’a kulluk yapmaktır. Arzın bulunduğumuz mekânını mescid haline dönüştürmek, insanlığı hüsrandan kurtuluşa, ifsaddan ıslaha, zulümden adalete ve karanlıklardan nura (aydınlığa) çağırmaktır. Ve bunu, meydanlara “süngü” ile özdeşleştirilen minareler dikerek değil, öncelikle ve esas olarak kalplere sevgiyle tevhid bayrağını dikerek sağlayabileceğimizin bilincinde olmaktır.
Allah’ın kullarını, tagutları redde ve sadece Allah’a kulağa çağırmak, Kur’an’ın kurtarıcı, aydınlığa çıkarıcı mesajını önce hayatımızda yaşayıp, hal ve kâl ile bütün insanlara yaymaktır. Kur’an’ın adil ve onurlandırıcı mesajıyla tüm insanlığı kurtaracak alternatifi ortaya çıkarmak, herkese adalet ve özgürlük getirecek adalet sistemini oluşturmaktır. Öncelikle bulunduğumuz yerde Kur’an’ın adaletini ikame etmek, tevhid bayrağını kalplere ve hayatlara dikerek model oluşturmak, vahye hakkıyla şahidlik yapmak, Allah’ın tüm kullarına, bu imtihan dünyasında kendilerini özgürce gerçekleştirebilme imkânını sunmak, sonra da tüm dünya insanlığına insanca ve özgürce yaşayabilecekleri adalet vasatını hazırlamaktır.
YAZIYA YORUM KAT