Hamasetçi ulusalcılıkla Türkiye yol alabilir mi?
Yasin Aktay, Türkiye'nin yaşadığı hızlı büyüme ve gelişme karşısında Türkiye'nin geçmişin bataklığına sürüklemeye çalışan ulusalcı zihniyeti analiz ediyor.
Yasin Aktay / Yeni Şafak
Türkiye’de kim başarıyor, kim övünüyor?
Türkiye’de son yirmi yıldır sanayi, bilim ve teknoloji alanında yaşanan gelişmeler çok bariz meyvelerini veriyor. Barizliği, yersiz, temelsiz, boş bir gurur ve övünme söyleminden ibaret olmanın ötesinde, doğrudan rakamlara yansımasından geliyor.
Allah için, hiç de yabancısı olduğumuz, bıkkınlık getiren bir tarafı var boş övünmenin. Yıllarca ülke için bir çivi çakmayan, taş üstüne taş koymayan, koyamayan, bu konuda zaten bir ufku ve kapasitesi olmayan tabakaların hamasetiyle avutulup durduk. Bununla birlikte seksen yıl boyunca kendi halkına karşı otoriter ve totaliter bir yönetim kurmaktan başka bir başarısı olmayan, demokrasi insan hakları, yönetişim kalitesi, bilim, sanayi ve teknoloji açısından dünyanın en geri ülkeleri arasında olan bir ülkenin vesayetçi elitleri bize yine de olabildiğince hamasetçi bir ulusalcılığı telkin etmekten de geri durmuyorlardı. Gerçek sahada kaybettiğimiz her şeyi hamasi söylemlerle kazanabileceğimize dair hastalıklı bir ruh hali. Tribünlerde rakip tarafa en fantastik ifadelerle söv sövebildiğin kadar. Neticede maç sahada kazanılıyor.
Kendi halkını, kendi milletinin inanç ve değerlerini kendine düşman gören bir anlayış esasen hangi millet adına milliyetçilik yapacaktı? Millet ve devlet arasında yaşanan açık kopukluğun üzerine bir milliyetçi anlatı kurmak esasen nesnel olarak da çok abes kaçıyordu. Neticesi dünya milletleri arasında ezik bir kişilik. İnsan hakları ve özgürlüklerin olmadığı, demokrasinin on yılda bir doğrudan müdahaleyle, sair zamanlarda sürekli bir ideolojik ve askeri vesayet altında olduğu, kendine ait bir markası olmayan, hukuku ideolojik bir skolastizmin yorum vesayetinde bulunan, laiklik iddiasının altına laikliği bir din gibi anlayıp dayatan, üniversiteleşme oranı düşük, basın özgürlüğünün kısıtlı olduğu bir ülkede dünyaya söyleyeceği ne bir sözü ne bir iddiası olan bir ülke. Bir iddiası olmadığı halde, kendini bütün dünya milletlerinden daha üstün gören bir anlayışın da eksik olmadığı bir hamaset. Tekraren, sahada kayıp olanın lafla, hamasetle kapatılmaya çalışılması.
Oysa 20 yıl gibi kısa bir süre içinde Türkiye’de açılan üniversitelerle (208 üniversite), eğitim alanında yaşanan devrimle, üniversiteleşme oranı 8,5 milyon öğrencisiyle (nüfusun yüzde 10’u) dünyanın en yüksek seviyesine çıktı. AR-GE harcamalarına ayrılan miktarın kamuda ve özelde düzenli olarak arttırılmasıyla daha önce hayal bile edilemeyecek alanlarda Türkiye büyük atılımlar kaydetti. Savunma sanayi alanında dünyanın 12. Ülkesi durumuna yükseldi ve yükseliş hızı diğerlerine oranla daha yüksek olduğu için sıralamada da yükselmesi bekleniyor. Geçtiğimiz günlerde 16.sı gerçekleşen Uluslararası Sanayi Fuarına (IDEF) katılan firmalarımızın sergiledikleri ürünler Türkiye’nin az zamanda nasıl bir yol kat ettiğinin çok açık bir manzarasını ortaya koyuyordu. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, yılın ilk altı ayında Türkiye’nin savunma ihracatının 2,5 milyar doları bulduğunu ve yıl sonunda bunun 6 milyar doları bulacağını, sonraki yılda da 10 milyar doları bulmaya doğru hızla yol aldığını kaydetti. Bu manzaraya ülkede yıllardır Bayraktarların öncülüğünde esen Teknofest kültürüyle bir arada bakmak lazım. “Z kuşağı” diye tipolojisi yapılan gençliğin önüne somut, özenilebilir, takip edilebilir bir hedef koyarak adeta Asım’ın neslini güncelleyerek ihya eden bir manzara. Millet olarak övünülmeyi gerçekten hak eden, belki somut gerekçeleriyle ilk defa hak eden bir eserler dizisi bu.
Mevzu tabii ki sadece savunma sanayii alanındaki başarılar değil. Diğer birçok alanda da, sağlık, eğitim, ulaşım, sosyal devlet, bilimsel araştırma, demokrasi ve ifade özgürlükleri alanında da kaydedilen başarılar. Zaten bunların hepsi birbirini besliyor, birbirinden etkileniyor.
Türkiye dahili ve harici vesayet zincirlerini kırdıkça kendine geliyor. Kendine gelen Türkiye tarihi, kültürel kodlarını da buluyor, zaten bulduğu için kendine geliyor. Bu keşfin, bu kendine gelişin sonucu Türkiye’nin tarih sahnesine tekrar dönüşü oluyor. Belki gerçekten bir millet olarak övünecek gerçek bir sebebi oluyor Türkiye’nin. Gerçek başarıları var, gelişmesi, ilerlemesi ve dünya milletler topluluğu içinde gözardı edilemeyen bir yeri var.
Övünmek için gerçek bir sebebi var ama bu övünmenin elbette gerçek sebeplerini ve üslubunu kaçırmadan.
İşin tuhaf tarafı Türkiye’ye bu gurur için gerçek sebebi kazandıranlardan ziyade, bu başarılarda hiçbir payı olmayan, bilakis seksen yıl bu ülkeyi geri bırakan insanların bugünkü Türkiye’nin, yani yirmi yıllık başarılarıyla temayüz etmiş Türkiye’nin başarıları üzerinden kendi hamasi duygularını daha da şımarık bir biçimde ifade etmeleri.
Türkiye’yi diğer Arap veya Müslüman ülkelerle karşılaştırarak onlarla olan fark üzerinden laikliğe, batılılaşmaya, yani kendi eski karanlık modellerine cahilce övgüler çıkarmaya kalkışıyorlar. Türkiye’nin eski haliyle bugün üstünlük tasladıkları ülkelerden hiçbir farkı olmadığını görmezden geliyor ve getirmeye çalışıyorlar.
Türkiye tam da onların soktukları cendereden çıktığı için ilerlerdi halbuki. Türkiye’nin bugünkü başarılarında, yükselişinde, dünya milletler ligindeki ayrıcalıklı yerine ulaşmasında hiçbir payları yok. Bilakis Türkiye’nin gelişmesine, başarısına, açılımlarına sürekli engel olmaya kalkıştılar. Onlara kalsa Türkiye Ortadoğu’daki Baas rejimlerinden biraz hallice bir ülke olmaktan çıkamayacaktı. Tabii o zamanki hamasi-ırkçı söylemleri tamamen karşılıksız inandırıcılıktan uzak duracaktı. Bugün ise başarısında hiçbir payları olmayan bu ülkede yaşamanın kendilerine sağladığı avantajı bir ganimet bilip üzerinde tepinmeye, ırkçı duygularını bunun üzerinde beslemeye kalkışıyorlar.
Oysa bu ülke onların o daracık ufuklarını, ırkçı duygularını, baas heveslerini yenip aştığı için bu seviyeye yükselebildi. Ama utanmadan, hiçbir başarıları, meziyetleri ve erdemleri olmadığı halde pişkin pişkin Türkiye’nin bugünkü seviyesinin her Türk vatandaşına sağladığı pozisyon üzerinden faşizan üstünlük iddialarını boca ediyorlar.
Yani bir dağdan gelip bağdakini kovma cazgırlığının başka bir görünümü.
HABERE YORUM KAT