'Halkın kapatılması'na AB ilaç olur mu?
Kapatılma davası gündeme gelince, post modern darbe sürecinde devreye giren ve gittikçe de içselleştirilen düşünce tekrar canlanmaya başladı. Türkiye'deki laikçi kuşatmaya alternatif olarak Avrupa'nın, daha doğrusu Avrupa Birliği kriterlerinin kurtuluş olarak görülmesi... Bu tavrın psikolojik arkaplanını anlamak, anlamlandırmak mümkün: Batıyı bile anlamamış dogmatik bir ideolojik elit karşısında daha yaşanabilir bir dünya öneren tarzı siyaset. Görüntü bundan ibaret olsa da belki sorun daha derinlerde aranmalı.
Batıcı geçinen laikçi kesimin Batıyı anlamadığı, Batının ne felsefi ne de tarihsel gelişiminden haberdar olmadığı doğru. Batıcılık adına elitist bir kesimin iktidarını tahkik etmek için batılılaşmanın, modernizmin kullanıldığı, gerçekte ise Batının düşünsel birikiminden çok 'gardrop malzemeleri'yle ilgilendikleri de doğru. Bu kesim, bu ülkenin maddi birikimlerini kendi çıkarlarına kullanırken diğer taraftan kendi tüketim alışkanlıklarını ve iktidar ayrıcalıklarını Batının göz kamaştıran ilerlemesiyle özdeşleştirerek meşrulaştırma gayreti içinde oldu. Bu noktada sorun, tabandan yükselen yeni ekonomik sınıfın kendi değerlerini üreterek (bu değerler sanıldığı gibi İslami ya da geleneksel kültürel kodların yeniden üretilmesinden çok kimliksiz bir muhafazakarlığın yükselişidir) Batıcı elitin iktidar alanını sarsmasından ibarettir.
Batıyı temsil iddiasındaki seçkinlerin Batıyla kurdukları hastalıklı ilişki ile zaten travmatik olan halkla ilişkisi üst üste çakışınca kriz çıkmaması mümkün değildi. Batıdaki entelektüel gelişim bir yana uluslar arası sistemde yaşanan önemli değişimler Batıcıların donmuş batıcılığını iş görmez hale getirdi. Ne var ki Batıcı seçkinlerin, bürokratik yapılanmanın bunu anlaması ve anlamlandırması mümkün değildi. Galiplerin iktidar körlüğü, mütekebbir halleri ne gelişmeleri fark etmelerine izin verdi ne de kendilerini yenilemelerine imkan tanıdı. Zaten iktidarı bırakmak gibi bir niyetleri olmadığı gibi yenileyecek zihinsel kıvraklığa ve de entelektüel donanıma sahip de değillerdi. Din haline getirdikleri ilkeleri dogmalaştırarak toplumla savaşmayı tercih ettiler.
Öte yandan muktedir seçkinlerin dogmalarının mağduru kitleler de Batıyla ilişkilerinde daha esnek hale geldiler. Gelişmeleri okumada daha pragmatist davranarak sistemdeki gelişmeleri, yönelimleri konjonktürel olarak doğru ama tarihsel kökleri, felsefi temelleri açısından eksik ve yanlış okudular. Kısa vadede işe yarayan bu esnekliğin nerede duvara toslayacağını şimdiden kestirmek zor. Bilinen bunun çok vadeli bir kredi olmadığıdır.
Postmodern darbe sürecinde elitist kibrin adeta savaş açtığı mağdur kitleler bu topraklarda Müslümanlık adına yeşeren her şeyin Avrupa'da daha yaşanabilir olduğuna ikna edildiler. Ve bunun somut yansıması olarak da mağduriyetin yükselttiği siyaset iktidara taşındı.
Avrupa'ya, genelde Batıdaki entelektüel gelişmelere dogmatik Batıcı temsilcilerinden daha derinlemesine nüfuz eden birikim üzerine yükselen mağduriyet söyleminin Avrupa Birliği sularına demir atması da ironiden öte farklı bir travma olarak okunabilir.
Danimarka'da Müslüman bir hanımın başörtülü olarak meclise girmesi “kapatma davası”yla zamanlama olarak çakışınca, bizdeki laiklik uygulamalarını eleştirerek Avrupa Birliği'ni idealize eden söylem bir çok yazar tarafından kullanılmaya başlandı.
Bir fikir olarak Avrupa, bir coğrafya olarak Avrupa, bir siyasi birlik arayışı olarak AB projesi arasındaki farklılıklar ve benzeşmeler üzerinde hiçbir fikir üretmeden, kafa yormadan “Avrupa'da bu işler ne güzel” basitliğinde yaklaşım bunca birikimden sonra hafif kaçıyor. Daha doğrusu utanılacak bir hafiflik sergileniyor.
Avrupa'nın en büyük mağduru olmuş bir tarafın en az laikçi-batıcılar kadar tarihsel bağlamdan kopuk bu Avrupa okuması, ne sağlıklı bir tarih bilinci ile açıklanabilir ne de doğru Batı okuması ile.
Evet bugünkü göstergelere bakacak olursak AB'deki özgürlük ve haklar Türkiye'den daha iyi işlemektedir. Bunun bir tespit olarak ortaya konması ile idealize edilmesi arasındaki fark İslam-Batı arasındaki çizgide ortaya çıkar.
İster sağ siyaset ister liberal siyaset olsun Avrupa Birliğinin tarihsel bağlamından koparılarak anlaşılması mümkün değildir. Tarihsel hafıza ve kimlik oluşumlarını yok sayarak sağcı-muhafazakar söylem bir yana liberal söylemin kulağa hoş gelen söylemleri de doğru anlaşılamaz. Müslümanlara, yabancı göçmenlere, ötekilere an fazla “hoşgörü” siyaseti bahşeden liberallerin Müslümanlar için kurtarıcı olarak gösterilmesi, dogmatik Batıcılara kurtarıcılık misyonu yüklenmesinden daha az vahim olmasa gerek.
Müslümanlar Avrupa'da potansiyel entegre unsuru olarak bulunabilirler ama Avrupalı sayılamazlar. Bosna örneğinde ortaya çıkan durum, tam bu ayrımcı nedenlerden ötürü, etnik köken olarak beyaz Avrupalı olsalar da Müslüman olmalarından dolayı Boşnakların Avrupalı sayılamadığıdır. Kaldı ki tarihsel olarak Müslümanlıkla başı dertte olan ve buradaki mağduriyeti dizayn edenlerin ne kadar kurtarıcı olabileceklerini sormak gerekir.
Yeni Şafak gazetesi
YAZIYA YORUM KAT