Halkın iradesi mi kanunlara göre; kanunlar mı halkın iradesine göre şek
*Önce, General Muşerref’in istifa etmek zorunda bırakılması üzerinde birkaç cümle:
Pakistan’da 1997-98’de yaşanan kurumlararası güç savaşından, büyük halk desteğine sahib olan Başbakan Muhammed Newaz Şerif üstün çıkmış, Reisicumhur ve Yargı Gücü başkanı istifa etmek zorunda kalmışlardı. Şerif, daha sonra, Gen. Kur. Başk. Gen. Perwiz Muşerref’i de azletme kararı aldığında ise.. -İki hafta önce, bir Batı Afrika ülkesi olan Moritanya’da, seçimle gelen cumhurbaşkanı Şeyh Seyyid Muhammed Abdullahî’nin, sivil otoriteye itaat etmek istemeyen generalleri azletmek istemesi üzerine, darbeci subaylarca iktidardan uzaklaştırılması örneğinde olduğu gibi-, Muşerref, Şerif’i askerî darbeyle devirip, idâm talebiyle yargılatmış ve sonra Suûdî rejimine sürgüne göndermişti, 10 yıllık bir süreyle..
2001 yılında göstermelik bir seçimle kendisini Cumhurbaşkanı da seçtiren Muşerref, 9 yıl boyunca, Pakistan’ı demir yumrukla yönetti. Ama, hele de geçen Eylûl’de Rawalpindi yakınlarındaki ‘La’l Mescid’de binden fazla Kur’an talebesinin askerlerce öldürülmesi ve Aralık-2007 sonunda Bînezîr Butto’nun bir suikasdde hayatını kaybetmesinden sonra, artık kendisi için geri sayım başlamıştı.. Nitekim, Ocak-2008 ortasındaki seçimlerden eşit güçle galib çıkan Butto’nun ve Newaz Şerif’in partileri koalisyon kurunca, Muşerref’e, ‘çekilmesi, yoksa Meclis eliyle azledileceği’ yönünde ihtar yapıldı.. Meclis konuyu bugün oylayacaktı ki, Muşerref, dün istifa ederek, kendisine de, ülkesine de iyilik yaptı..
*Burada üzerinde durulması gereken nokta şu olmalı: Bir ülkenin yönetiminde, prensip olarak, son sözü halkın iradesinin söyleyeceği kabul edilmişse, onun üzerinde artık bir takım ilke ve devrimler vs. gibi engeller konulamaz.. Konulursa, orada halk iradesi yok demektir.. Bunu, müslüman coğrafyalarında, halk iradesinin yönetime en iyi yansıdığı iddiasından bir türlü vazgeçmeyen Türkiye’ye, Pakistan bile gösterdi, dün.. Yani, basit bir gelişme değil, bu..
İslam dünyasında, kendi oğlu veya kardeşi lehine iktidardan çekilenler görülmüşse de, iktidarı kendiliğinden ve zorlama olmaksızın bırakan pek olmamıştır. Çoğu iktidar sahibleri, kendilerini halk ve ülke için vazgeçilmez saymış ve sanmışlardır.. Halbuki, mezarlıklar, işlerini tamamlayamıyan ve kendilerini vazgeçilmez sananlarla doludur.
Dünyadaki bütün diktatörlükler birer ikişer devrildi-devriliyor.. Lenin, Stalin, Hitler, Mussolini, Franko, Mao, Enver Hoca ve Çavuşesku’nun tahakküm ettiği diyarlarda bugün onlardan eser yok.. Ama, -aydınlık iddiaları kendilerinden menkul, sözde- ‘aydınlar, bizde hâlâ, kutsadıkları 1923-1950 arası için ağlaşıp duruyorlar ve bir takım ’ilke ve devrimleri millete, asla çıkarılamıyacak bir ‘deligömleği’ gibi giydirmek despotluğunda ısrarlılar.. İnşaallah, gün gelir, ülkemiz de bu zorbalık zencir ve çemberini bütünüyle kırar..
*MEVCUD ANAYASA, BİR ‘DELİGÖMLEĞİ’DİR Kİ, ZORLA GİYDİRİLMİŞTİR!
AK Parti veya diğerleri, bu sistemin içinde yer alan ve sistemin temel kurumlarıyla uzlaşmayı prensip edinen, ‘Yoktur aslında birbirimizden farkımız; ama, biz Osmanlı Bankası’yız..’ reklamındaki gibi bir özellik taşıyan siyasî kurumlardır. Hepsi aynı anayasaya göre oluşurlar. Ve bu anayasa da, öncekiler gibi, süngüucu zorlamalarla; hile, ikrah ve cebr ile kabul ettirilmiş ve bunun için, ‘mutlak butlan’la bâtıl/ geçersiz durumdadır; ‘keenlemyekûn’ (bütünüyle yok ve hükümsüz) sayılmalıdır. (Bu görüşü, Yargıtay Başkanı iken açıkça dile getiren Sâmi Selçuk, şimdilerde tekrarlamasa da..)
Mevcud anayasa, ülkemizin bütün temel problemlerinin kaynağıdır.. Onu bütünüyle yok saymadıkça vey ok etmedikçe, kısmî ıslah ve düzenlemelerle bir yere varılamıyacağını son ayların gelişmeleri bile göstermiştir; milletin/ ülkenin nice zenginliklerini yok ederek...
Pakistan’da veya eski Doğu Bloku ülkeleri ve Güney Amerika’daki askerî diktatörlüklerden hiç birinde, bizdeki gibi ‘deligömleği’ bir anayasa olmadığından, o ülkelerde büyük sosyal değişimler daha kolay gerçekleştirilebildi.. Bizde ise, şimdi çoğu ölüp gitmiş olan millet ferdlerinin büyük bir kısmına zorla kabul ettirilmiş olan bir anayasanın, hayatta kalanların iradesince kolayca değiştirilemediği bir yana, asla değiştirilemiyeceği, değiştirilmesinin teklif bile edilemiyeceği veya insan hak ve özgürlüklerine aykırılığının ileri sürülemiyeceği bir takım düzenleme ve kanunları sayar ve bunlara milletin tamamının iradesi bile olsa, asla dokunulamıyacağı millete yüksek sesle hatırlatılır; gerekirse darbe ve idâm tehdidleriyle..
Yani, ‘millet iradesi mi anayasaya göre; yoksa, anayasa mı milletin iradesine göre şekillenecektir?’ suali, fiilen, ‘milletin iradesi, anayasaya göre şekillenecektir..’ şeklinde cevabını bulmaktadır. Pekiy, bu durumda, o, milletin mi anayasasıdır ve değilse kimindir?
*AK Parti Gen. Başk.Yard. Mir Dengir M. Fırat, ‘tümden bir anayasa değişikliğinin artık mümkün olduğu kanısında değilim..’ diyerek, yeni bir anayasadan vazgeçildiğinin işaretini verdi, geçen gün.. Fırat, ‘Ama Türkiye, TBMM içerisinde mutabakat sağlayarak mevcud anayasayı revize etmek durumundadır.’ diyor..
AK Parti'nin 7. kuruluş yıldönümünde, ‘14 Ağustos 2001 tarihinde insanı merkeze alan bir anlayış’la yola çıktıklarını anlatan Fırat, ‘Türkiye'nin gereksiz yere meşgul edildiğinden ve ülkenin önce cumhurbaşkanlığı seçimi, ardından kapatma dâvasıyla aylarca meşgul ve 1,5 senenin heba edildiğini’ de hatırlatmış.. Ondan bir gün önce de Meclis İnsan Hakları Kom. Başk. (Anayasa Prof.’u) Zafer Üskül de, ‘yeni bir anayasa için CHP ile uzlaşmanın şart olduğunu’ söylemişti, NTV'de.. Üskül, ‘Yeni bir Anayasa yapılamasa da, en çok problem oluşturan bazı bölümlerin düzeltilmesi gerekliliği ortada. Türkiye'de anamuhalefet partisiyle uzlaşma olmadan anayasa olmaz..’ diyordu.. Yani, Türkiye’nin 1930’lardaki kadrolarının devamı olan çetevarî oluşumların, daha doğrusu ‘İttihad-Terakkî’nin gölgesinin üzerimize abanmasına ve onun ‘vesayet’ine teslim olunduğunun ilâmı mânasındaydı bu sözler.. Çünkü, CHP’yle, yani ’İttihad -Terakkî’ zihniyetiyle uzlaşma çabası, onların boynuna idâm ilmeğini kendi iradeleriyle geçirmelerini beklemek olur ki, bu beklenmemelidir..
Siyasette Demirel mentalitesinin uzantısı olan Meclis Başkanı Köksal Toptan da, ‘Benim gönlüm yepyeni, bir 2008 / 2009 Anayasasını yapmak..’ dedikten sonra, teslimiyet bayrağını çekiyor ve ‘Ama, bu olamıyorsa, Türkiye'nin çağdaşlaşma sürecine ivme katacak bir kısmî Anayasa değişikliği de tartışılmalı’ diye, o da muhalefetle uzlaşma gereğinden dem vuruyor.
Uzlaşmak için görüşülmeli elbette, ama, yüzde yüz uzlaşmak, olacak şey mi?
Buradan, şimdi, bu ‘vesayet’i kabullendiği için, Tayyîb Erdoğan’ı suçlamayalım mı? Evet, suçlayalım.. Ama, bu ‘vesayet’i kabullenmiyecek bir babayiğit var mı? Mes’ele şahıslarla ilgili değil.. Tayyîb Erdoğan en azından, bu ‘vesayet mekanizması’nın etkisini bütün sosyo-politik bünyede kırmak için uzun vâdeli bir çaba içinde olduğunun ipuçlarını vermektedir ve kemalist/laik güçlerin, kocaman kocaman em. generaller ve prof.ların ‘Eyvah her şey gitti-bitti’ diye feryadı da esasen, bunun için..
YAZIYA YORUM KAT