
Halep’ten Deraa’ya Suriye’nin hikâyesi
Zahide Tuba Kor, Suriye seyahatine ilişkin gözlemlerini, harap edilmiş sokaklarda şahit olduğu manzaraları ve Suriye'deki yıkımın boyutlarını aktarıyor.
27-30 Ocak tarihlerinde Türkiye’den Ürdün sınırına kadar Halep, Hama, Humus, Şam Kırsalı, Şam, Deraa ve Süveyda vilayetlerini gezdim. Hem ülkenin ve halkın durumunu hem de 8 Aralık’ta -Suriyelilerin deyimiyle- özgürleştikten sonra gelinen aşamayı yerinde gözlemledim.
Suriye’ye giden herkesi dehşete düşüren ilk şey ülkenin savaşta aldığı yıkımın boyutu. Bir dönem muhaliflerin eline geçmiş her yer ağır bombardımanlardan nasibini almış. Şehirler arası otoyol boyunca Halep ve İdlib ilçeleri ve köylerinin birçoğu kısmen veya tamamen yıkılmış, hatta bazıları “hayalet yerleşim”lere dönüşmüş. Şam’ın merkezi sapasağlam ayaktayken Şam Kırsalı’nda birçok ilçe büyük yıkımı almış. Özellikle Kasyun Dağı eteklerindeki, askerî bölgelerin bulunduğu Kabun ilçesi, ayakta tek bir bina bırakılmayarak un ufak moloz yığınına dönüştürülmüş. Şam Eski Şehre en yakın ilçe olan Cobar da molozlar ve yarı yıkık binalarla dolu. Rejim, bırakın buralara geri dönmeyi, gezmek için girişi bile yasaklamıştı. Filistin mülteci kampının bulunduğu Yermük ilçesi de benzer durumda.
Beni en çok şaşırtan, yüzde 70’i yıkık olan Deraa vilayetiydi. Şehir merkezine girdiğimizde bomba ve kurşunların isabet etmediği sağlam bina görmedik. Deraa, Ürdün sınırında bir tarım bölgesi ve rejimin geçmişte ana destekçilerinden olup birçok Baas yetkilisinin çıktığı vilayetti. Ama 2011’de Suriye Devrimi’nin kıvılcımının da ateşlendiği yer olup rejim buradan tam bir intikam almış. Öyle ki bu şehri yeniden inşa etmektense yeni bir yere kurmak daha mantıklı görünüyor. Halep ve Humus şehir merkezlerinde hasarlı veya yıkık binalara rağmen hayat normal akıyor. Deraa sokaklarında ise hem insan hem dükkân sayısı az olup şehirde kalanlar yıkıntılar arasında fakruzaruret içinde yaşıyor. Evladı tutuklu veya kayıp aile de çok; nine-dedeler gelinlerini ve torunlarını himaye ediyor. Hapishaneler boşalırken ümitlenen nice ebeveyn, evladının dönmemesiyle büyük acıya gark olmuş durumda.
İsrail ile Deraa arasında sadece daracık bir şerit olan Kuneytra vilayeti var; rejimin düşüşü akabinde İsrail burayı işgal etti. Deraa’daki yıkımı gördüğümde, İsrail’in -daha evvel ciddiye almadığım- “Davut Koridoru” veya bir başka planını hayata geçirmeye kalkarsa fazla zorlanmayacağını anladım. Esed rejimi, halkından intikam alırken aslında ülkeyi İsrail’in müstakbel işgallerini kolaylaştıracak hale getirmiş. Tıpkı rejimin ve müttefiklerinin ülkedeki Filistin mülteci kamplarının ekseriyetini her türlü silahı kullanarak tamamen veya kısmen yıkması, Filistinli mültecileri tehcir etmesi ve mülksüzleştirmesi gibi. Şam’ın hemen güneydoğusunda koskoca bir ilçe hüviyetindeki Yermük Kampı’nın hali, “Direniş Cephesi”nin Filistin muhabbetinin canlı bir şahidi ve simgesi!
Muhaliflerden geri alınmış bazı yerler enkaz yığını, bazı yerlerse hasarlı binalarla dolu. Bombaların isabet etmediği sağlam binalar bile muhalifler geri çekilince rejimin silahlı çetesi şebbihaların yağmasından kurtulamamış. Yağma, sadece boşaltılmış binaların içindeki değerli-değersiz bütün eşyaların değil, aynı zamanda geriye sadece dört duvar kalacak şekilde kapı-pencere, hatta duvarlar içindeki elektrik kabloları dahil her ne varsa hepsinin çalınması demek. Milyonlarca kapı-pencere, kilometrelerce elektrik kablosu ne mi oldu? Bütün diğer yağmalanan ev eşyaları gibi şebbihaların kurduğu “Sünni pazarları”nda satıldı.
Şehirler arası yollarda sınırlı miktarda eşyayla yüklü kamyonlarla memleketlerine dönenlere şahit olduk. Ama bu trafik yoğun muydu derseniz, hayır. Bu da yıkımın ve yağmanın büyüklüğünden kaynaklanıyor. En kalitesiz kapı-pencere fiyatının 40-50 dolar olduğu bir ortamda, bombalanmayıp sadece yağmalanmış en küçük evin bile tamir masrafını karşılayabilecek aile sayısı az. (Esed rejiminin memur maaşı 20 dolardı; kuzeyde ise -en yüksek maaşlardan birini alan meslek grubu olan- öğretmenlerin eline geçen aylık 80 ila 100 dolardı.) Tam da bu yüzden rejim düştüğünde memleketine koşanlar evinin halini görünce çarnaçar kuzeydeki çadırlarına geri döndüler. Suriye’de fakirlik sınırında yaşayanların oranı yüzde 90’larda. Orta hasarlı bir binanın tamir masrafını on yıllarca çalışsalar biriktiremezler. Tam da bu yüzden bazıları “Bizi bu çadırlardan ancak Allah’ın bir mucizesi kurtarabilir” diyorlar.
Geri dönüş önünde tek engel evlerin durumu değil; memleketinde elektrik, su, internet, sağlık ocağı, okul, bakkal gibi yaşayabilmek için gerekli asgari şartlar bile bulunmayanlar var. Bir de rejim bölgesinde hayat kuzeye kıyasla çok daha pahalıydı, hâlâ öyle; geçim için kuzeyde kalış sürecek. Kimisi içinse geri dönüş, savaşın acı hatıralarının ve travmaların nüksetmesi demek; sevdiklerinin öldürüldüğü veya tecavüze uğradığı eve kim dönmek ister? Her şeye rağmen geri dönmeye kararlı olanlar az değil; çoğu okulların kapanmasını bekliyor.
Köyler bir-iki katlı evlerden oluştuğundan tamiri ilçelere kıyasla daha kolay. STK’larımız köylerden başlayarak yeniden inşa sürecine katkı sağlayabilir. Aynı zamanda tarım ve hayvancılığa destek verilirse kırsalda iktisadi toparlanma imkânı doğar. Tabii bunun için öncelikle mayınların ve patlamamış mühimmatın temizlenmesi gerekiyor.
Çadır ve konteynerde yaşayanlar, memleketlerine kısa sürede dönemeyecekleri gerçeğiyle yüzleşseler bile rejimin devrilmesinden mutlular; adeta bir şok-terapi olan hızlı bozgun karşısında psikolojik olarak rahatladılar. En azından artık kuzeyde daracık bir alana kıstırılmış halde yaşamaktan kurtuldular ve serbestçe ülkelerinde hareket edebiliyorlar.
Rejim bölgesi Esed fotoğrafları ve heykellerinden arındırıldı; yarım yüzyıl sonra Esedsiz bir Suriye silüeti inanılır gibi değil. Keza 2011’den sonra ülkenin her yerinde kurulan ve insanların kaybedildiği, tutuklandığı veya en hafifinden rüşvet kapanı olan askerî kontrol noktalarından kurtulup hareket serbestisine kavuşmaktan da mutlular. Hâlâ şehirlerin tarihî merkezlerinde özgürleşmeyi kutlayanlar var. Şoförümüzün deyimiyle, insanlar rejimden kurtulmanın şerefine her gün kutlama yapmaya doyamadılar.
Kutlamalar Suriye’de işlerin yolunda gittiği manasına gelmiyor. Çünkü Esed rejimi çökmüş bir devlet, dağılmış bir ordu, iflas etmiş bir ekonomi, parçalanmış bir toplumla ardında tam bir enkaz bıraktı. Ve toparlanma on yıllar alacak. İnsanlar temkinli bir iyimserlik içinde. Hemen herkesin uzlaştığı görüş şu: Biz Esed rejimiyle yeryüzünde cehennemi yaşadık; yerine kim gelirse gelsin ondan beter olamaz. Savaştan ve iktisadi krizden öylesine bıkılmış, yorgun düşülmüş ki temel talep, bir an evvel istikrara ve güvenliğe kavuşmak ve hayat şartlarının biraz olsun düzelmesi (maaşların artması, daha fazla elektrik ve su verilmesi). Ahmed eş-Şara’yı kimisi kurtarıcı kahraman sayıyor, kimisi ideolojisinden hoşlanmasa ve ürkse de ülkenin kurtuluşu için tek şans olarak görüyor. Azınlıklar bile ona mühlet veriyor. Rejimin devrilmesinden bu yana elektrik verilme süresinin azalması, ısınamama, maaş alamama gibi problemlere rağmen insanların birçoğu gelecekten umutlu, iktisadi toparlanma için yazın diasporanın dönüşü bekleniyor.
Rejimle iş birliği içindeki tüccarların karaborsacılığının bitmesiyle gıda fiyatları düşmüş. Suriye lirası dolar karşısında değerlenmeye başlamış; ama dövizin aşırı oynaklığı ve şehirden şehre, hatta döviz bozandan bozana değişmesi büyük bir problem. Türk malları dahil kaliteli yabancı ürünlerin piyasaya girmesinden memnunlar. Ancak uluslararası yaptırımlar kalkmadan ekonominin toparlanamayacağının ve çökmüş altyapının tamirine başlanamayacağının farkındalar.
Gelelim emniyete. Ordu, polis ve istihbarat teşkilatlarının lağvedildiği veya yeniden şekillendirildiği bir süreçte ülkede emniyet boşluğu var. HTŞ’nin her yerde emniyeti sağlayacak kadar adamı yok; eski rejimin adamlarından suça bulaşmayanlar görevde tutuluyor. Şehir içlerinde kontrol noktaları neredeyse yok, vilayet girişlerinde var ama sembolik. Aracımıza ilk bomba araması yapılan yer, yanlışlıkla gittiğimiz Ürdün sınır kapısıydı. Hal böyleyken merkezlerde bombalı saldırı gerçekleşmemiş olması hem bir mucize hem de Suriye halkının artık savaş istememesinin yansıması. Ancak dış güçlerin ortalığı karıştırmak için casuslarını ve terör örgütlerini harekete geçirmesi mevcut emniyet boşluğunda zor değil.
Rejimin adamları buharlaşıp gitmedi; kimisi af fırsatını değerlendirip silahını teslim etti, kimisi silahlı direniş hazırlığı yapıyor. Yeni yönetimin güvenlik birimleri, hâlâ silahlarını bırakmayanların, uyuşturucu çetelerinin ve geçmişte suç sicili kabarıkların peşinde olup sık sık güvenlik operasyonları yürütüyor. Şam’da giderken hem -gövde gösterisi mahiyeti de taşıyan- upuzun araç konvoyuyla operasyona giden bir ekibe rast geldik hem de bir şebbihanın güvenlik güçlerince zorla kamyonete bindirilmeye çalışılırken ailesinin direnme anına şahit olduk.
Şam ve Halep’te trafik öyle berbattı ki bize İstanbul trafiği aslında iyiymiş dedirtti. Rejim döneminde trafik daha azmış. Bunda evine dönenler veya yıllar sonra ilk kez memleketini keşfe çıkanlar kadar, İdlib’deki askerî ve sivil görevlilerin aileleriyle birlikte yeni yönetimde yer almak üzere Şam’a akması etkili. Üçüncü neden, rejim döneminde konan benzin kotalarının kalkması; geçmişte 2 haftada bir sadece 25 litre benzin alma hakkı olduğundan keyfi gezmeler sınırlıydı. Artık şehir içi ve şehirler arası yolların kıyısı, Lübnan’dan getirilen benzini bidonda satan seyyar satıcılarla dolu.
Kaotik yaya ve araç trafiğinde kavga çıkmaması hayret verici. Trafik kazalarında şoförlerin özür dileyip, helalleşip yola devam etmesi, Suriyelilerin savaşa rağmen sakin tabiatını ve insani etkileşimi yitirmediğinin kanıtı. Trafikte yeterince polis yok; bazı yerlerde bu işi siviller gönüllü yürütüyor, hatta Şam’da trafik polisliğine soyunan küçük bir çocukla bile karşılaştık.
Halep’in kaotik trafiğinde bir ana cadde bomboştu. Burası, PYD hakimiyetinde kalan Eşrefiye mahallesine giden yolmuş. Yolu karıştırıp yanlışlıkla Kürt nüfuslu Eşrefiye ve Şeyh Maksud mahallelerine girenlerin ya kaçırıldığı ya da öldürüldüğü söylendi.
Suriye’de geçmişte halkın ekseriyetinin kendi evi vardı ve ev değil, araba sahibi olmak bir zenginlik alameti olup arabaların birçoğu eski modeldi. Ama artık milyonlar evsiz. Trafik, iyice külüstür araba, otobüs, minibüs ve kamyonlarla dolu olup en sık rastlanan dükkanlardan biri tamirhaneler. Yine yollarda -Gazze’yi andırırcasına- bolca at arabası, motosiklet ve tuk-tuk gördük; bunlar da savaşın bir ürünü. Bu manzara karşısında Esed’in saraylarının otoparkından çıkan ultra-lüks 1000 küsur arabayı hatırlayınca öfkelenmemek elde değil.
Suriye’ye ilk kez 2006’da turistik bir gezi vesilesiyle gitmiştim. Ülkenin ticari başkenti sayılan en kalabalık şehri Halep, mimari estetiğiyle ve tarihî eserleriyle beni büyülemişti. Savaş ve ekonomik krizle birlikte eski nezihliğini ve güzelliğini koruyan sadece birkaç mahallesi kalmış. Şehrin kalanı hava kirliliğinin ve bakımsızlığın da etkisiyle kararmış, çirkinleşmiş ve kaotikleşmiş. Mimari estetiği fark etmek zorlaşırken tarihî eserlerin en çok yıkıldığı veya tahrip edildiği şehir haline gelmiş. Şehrin batısı rejimin kontrolünden hiç çıkmamıştı, muhaliflerin eline geçen doğusu ise şiddetli Rus hava bombardımanıyla yıkıma uğramıştı. 2017’den bu yana Halep merkezin tümü rejimin elinde olsa da şehir için hiçbir şey yapılmamış. Yıkımın olduğu doğu kesimi batısından daha kaotik ama hayat devam ediyor.
Şam’da tarihî Hamidiye Çarşısı’nın eski özelliğini ve güzelliğini yitirdiğini görmek üzücüydü. Şam’ın ahşap oyma, sedef kakma muhteşem el işçiliği eserlerinin satıldığı, geleneksel ürünleriyle ve tatlarıyla göz dolduran çarşı artık kıyafet dükkânlarıyla dolu. El sanatlarının satıldığı tek tük dükkânlardaki ürünler vasatlaşmış. Yine de savaşın girmediği başkent Şam, diğer şehirlere göre çok daha canlı ve mazisini sürdürüyor.
Deraa’nın komşusu Dürzi vilayeti Süveyda’yı, Şam Kırsalı’nda Hristiyan nüfuslu Sednaya’yı, Halep’in ve Şam’ın Hristiyan bölgelerini, Şam’ın Şii bölgesi Seyyide Zeynep mahallesini de gezdim. Hepsinin ortak özelliği, azınlıkların yaşadığı bu bölgelerde binaların ve yolların sapasağlam oluşu. Sadece Seyyide Zeynep mahallesi çok bakımsız. En çarpıcısı, Halep kırsalında kilometrelerce ilerlerken gördüğümüz tüm yerleşimler yıkıkken ve elektrik direklerinde kablo bile yokken, dimdik ayakta görünen ve elektrik hattının uzandığı tek yerin Şii nüfuslu Nubbul ve Zehra beldeleri olmasıydı. Zihninizde hiçbir mezhepçi algı olmasa bile ülkeyi gezerken bombalanan, nüfustan arındırılan, yıkılan bölgelerin hep Sünni yerleşimler olması, buna mukabil etnik ve dinî azınlık bölgelerinin ayakta kalması manzarası karşısında öfkelenmemek mümkün değil. Rejim tarafından gayet bilinçli ve planlı bir yıkım ve tehcir politikası izlendiği o kadar aşikâr ki; tıpkı İsrail’in Gazze’de yaptığı gibi…
Geçtiğimiz 14 yılda sahayı bilmeden, görmeden masa başından ahkam kesenler, Suriye konusunda kamuoyunu çokça yanlış bilgilendirdiler. Ama bir de sahadan kasıtlı yalan bilgi yayanlar vardı. Suriye’de her şey normalmiş gibi yayınlar yapan vlogerların ne kadar ahlaktan, vicdandan ve insanlıktan yoksun etki ajanları olduğunu anlamak için illa Sednaya hapishanesini gezmeye gerek yok. Türkiye’den Ürdün sınırına uzanan 526 kilometrelik otoyol boyunca ilerlerken de başkent Şam dahil bütün büyük şehirleri çevresiyle birlikte gezerken de şahit olunan manzara, Suriye halkının on dört yıldır neler çektiğini ve rejimin neler yaptığını çok net ele veriyor. Gazzeliler ne yaşıyorsa, Suriyeliler de onu yaşadı; biri işgalci dış düşman, diğeri kendi devleti ve ordusu eliyle… Ama Suriye’de yaşananlar görülmek/gösterilmek ve bilinmek istenmedi, bilinçli bir tercihle. Bilgilerimizi ve bilgi kaynaklarımızı sorgulamak için ilk fırsatta Suriye’ye gitmeli ve yaşananları yerinde görmeliyiz.
Son olarak, Orta Doğu diktatörlüklerini ve on yıllardır halklarına uyguladıkları devlet terörünü anlatırken sık sık Şeyh Edebalı’nın “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözünü hatırlatırdım. Suriye, bu hikmetli sözün en canlı ispatı.
HABERE YORUM KAT