Halep’in Ardından Timsah Gözyaşları Dökenler!
Nasıl Halep’ten yansıyan manzaralar mücrimlerin ne kadar zalimleşebildiklerini ortaya koymaktaysa, bu manzaralar karşısında “biz demiştik” edasıyla direnişi mahkum etmeye kalkışanlar da bir o kadar tutarsızlığın ve nifakın sefaletini yansıtıyorlar.
Yoksulluk içindeki Suriyeli muhacir kadınlar yardım talebiyle zaman zaman babamların evinin kapısını çalarlar. Kapıyı açan annem her defasında uzun uzadıya bu çaresiz insanların acıklı, yürek yakan hikayelerini dinler ve karınca kararınca kendilerine yardımcı olmaya çalışır. Ve arkalarından neredeyse her defasında da şöyle dua eder: “Allahım bu insanları bu hale düşüren Esed alçağının boynunu devir!”
Bu durum aklıma hep şu soruyu getirmiştir: Neden uluslararası siyaset, tarih, bölgesel çatışmalar vs. konularında bilgi sahibi biri olmamasına rağmen annem zulmün kaynağını net bir biçimde görebiliyorken, ‘mahallemiz’in pek çok anlı-şanlı üstadı, aydını, yazarı bir türlü kafa karışıklığından, pejmürdelikten, kurtulamıyor; geveleyip durmaktan, hakkı eğip bükmekten vazgeçemiyorlar?
Şüphesiz bu insanları bu kadar adaletsiz, bu kadar çarpık tutumlara sevk eden; açıkça zulme zulüm demekten, zalimler güruhuyla aralarına mesafe koymaktan alıkoyan şey ölçüsüzlükleridir. Ve tüm bu haller bize taifeci yaklaşımlarla, siyasi hesaplarla, dünyevi beklentilerle, nefsi kaygılarla hareket edenlerin haktan ve adaletten nasıl uzaklaştıklarının somut ve ibretlik göstergelerini sunmaktadırlar.
Günlerdir Halep dünyanın gündeminde. Burada yaşanan vahşet insanlık adına tarihe kapkara bir şekilde geçmiş durumda. Normalde bu manzaralar karşısında olması gereken nedir? Müslümanların zalimlere karşı öfkesinin bilenmesi, nefretinin güçlenmesi değil mi?
Yok, hayır! Böylesi bir vasatta dahi birileri kuruldukları köşelerinde, ekranlarda, kürsülerde ahkam kesmeyi sürdürüyorlar. Bugüne kadar sergiledikleri ilkesiz ve kıytırık tutumları meşrulaştırmaya, mücahitlere ve onlara destek olmaya çalışanlara kara çalmaya, “biz demiştik, oyuna geldiniz ve kaybettiniz” türünden yaklaşımlarla nefislerini hoş tutup, zillete teslimiyeti sevimli göstermeye gayret ediyorlar.
“Size zillete teslim olmanızı söylemiştik, bakın başınıza neler geldi!”
Neler söylemiyorlar ki! Aralarında Halep’i viraneye çeviren mezhepçi katillerden bahsederken Şiilikten söz etmemek gerektiğini, bunun tefrikaya yol açacağını hatırlatacak kadar hassas olanları da var; kanlı bir geçmişe sahip Baas rejimine karşı silah kullanmanın ne kadar yanlış olduğunun başından görülmesi gerektiğini vurgulayanlar da!
Tüm bu süreç boyunca Suriyeli Müslümanlara, mücahitlere yönelik sayısız zulme, iftiraya, düşmanlığa sessiz kaldığı halde haklı ya da haksız kendisine yöneltilmiş bir eleştirinin hesabını sorma ateşiyle yanıp tutuşanlardan, ülke güvenliğini daha fazla tehlikeye atmamak adına bu defteri zihninde çoktan kapatmışlara kadar sözde Müslümanlar adına sergilenen türlü ölçüsüzlüklerle, zavallılıklarla yüz yüzeyiz!
Çok konuştuk, çok söyledik, bu yüzden ayrıntıya girip uzun uzadıya tekrar etmeye gerek yok ama şu temel hususların altını kısaca çizelim! Çizelim ki, oportunist bir mantıkla ve nefsini tatmin maksadıyla pejmürdeliklerini, vicdansızlıklarını feraset diye sunanların basiretsizliği bir kere daha görülsün!
Öncelikle Suriye halkının bir iradesi olduğunu kabul etmek ve Mart 2011’de halkın kendi özgün talepleriyle ve özgür iradesiyle ayağa kalktığını kabul etmemek yanlışın başıdır. Bu yanlışa düşenler hala “vekalet savaşları” vb. çirkin, içeriksiz kavramlarla konuyu anlamamaya yönelik ısrarlarını sürdürmektedirler.
Bunca yaşanandan sonra hala doğrudan ya da dolaylı yollarla İran’ı kollamaya, suçunu hafifletmeye ya da suçunu, günahını başka aktörlerle paylaştırarak azaltmaya yönelik söylemler geliştirenlerin yaptıkları ancak kendilerini de bizleri de “Allah adı ile” kandırmaya kalkmaktır ki, bu tek kelimeyle felakettir!
Sözde İslam Ümmetinin birliğini korumak, mezhepçilik fitnesinin önüne geçmek vb. gerekçelerle bu saçma, zalim tavrı sürdürenler Ümmet’e düşmanlık yaptıkları gibi, İran’a ve temsil ettiği kitlelere karşı da asla hayırlı bir tutum içinde olmamışlardır. Çünkü dostluk, hayrını istemek yanlış yapanı uyarmak, zulmedene karşı tavır almakla olur! Bugün hala hiç sıkılmadan mazlumları mezhepçilik yapmakla suçlayan bu çokbilmişler eğer samimi olsalardı, ilk andan itibaren İran’a karşı eleştirel, uyarıcı bir tutum takınırlardı ki, belki bu tutum muhatabı düşündürür, yapıp ettiklerini sorgulamaya sevk ederdi. Ama öyle yapmadılar. Bilakis onlar örterek, yok sayarak suç ortaklığını seçtiler.
Öte yandan Suriye’de mevcut rejimin zalimliğini vurgulayarak halkı kıyamdan geri durmaya çağıranlar, silahlı mücadelenin yanlış tercih olduğunu biteviye tekrarlayanlar ilkesel açıdan sağlam bir konumda durmadıkları gibi, yöntemsel açıdan sürecin gelişimini anlamamakta da direnmektedirler. Peki, ne önermektedirler, açıkça zillete boyun eğmeyi mi?
Sonra neden Filistin’de, Bosna’da meşru sayılan direniş Suriye’de yanlışlanıyor? Gerekçe ne? Düşmanın gücü mü, bizim zayıflığımız mı? Aynı şey diğer beldeler için de geçerli değil mi? Öyle ya, mecbur kalıp nefsi müdafaa için silaha sarılan Suriyeliler oyuna gelmişler ve üstelik de yaşanan katliamlardan kısmen de olsa sorumlu iseler, Bosna için, Gazze için neden farklı şeyler söylüyorsunuz? Sırpların katlettiği Boşnaklardan ötürü Aliya’yı, Gazze’deki katliamdan ötürü Hamas’ı da sorumlu tutuyor musunuz?
Biz Halep’i, sizse vicdanınızı, onurunuzu, şahsiyetinizi kaybettiniz!
Hepsi bir yana en büyük ölçüsüzlük net İslami ilkeler, ölçüler yerine Allahu Teala’nın hüccet olarak belirlemediği birtakım hesapların baz alınmasıdır. Oysa Müslümanlar kazanmayı, kaybetmeyi kendi ölçülerince değerlendirirler. Kazanç ya da kaybın ne olduğunu Rabbü’l Alemin’in koyduğu ölçüler doğrultusunda tanımlarlar.
Buradan bakıldığında elbette Halep’in kaybedilmesi çok acıdır ama bir mücadelenin haklılık ya da haksızlığının, doğru ya da yanlış olduğunun ölçütü olamaz. Bu güç dengesizliği, bu orantısızlık var olduğu müddetçe Müslümanlar olarak Halep’i de, tüm Suriye’yi de kaybedebiliriz. Ümmet olarak tüm yeryüzünde zayıf ve yenik de düşebiliriz. Ama fitnenin kalkması, zulmün sona ermesi için mücadele ettiğimiz müddetçe kazanan biziz. Kazandığını zannedenler ise aslında sadece ateş azabını kazandıklarını yakın bir zamanda görecek, anlayacaklardır.
Ve unutmadan, Halep acımızı “biz demiştik” çirkinliğiyle derinleştirmeye kalkan bu taifenin yaklaşımının “yanımızda kalsalardı ölmez ya da öldürülmezlerdi” şeklindeki sözleriyle cihadı küçümsemeye, anlamsızlaştırmaya kalkışan münafıkların tutumundan ne farkı var? Asıl üzücü olan, acınmayı hak eden tutum acaba hangisidir? Allah için bedel ödeyenlerin durumu mu, yoksa Müslümanlara kıyam etmemeyi, zillete boyun eğmeyi tavsiye edenlerin hali mi?
YAZIYA YORUM KAT