Hakikat İddiası, Müslümanlar ve Siyaset
Benim doğrum içinde yanlışın olma ihtimali bulunan bir doğru, senin yanlışınsa içinde doğrunun bulunma ihtimali bulunan bir yanlış.
Bir zamanlar Müslümanların hükmettiği toprakların hepsinde bugün bile çok farklı kültürlerin bir arada yaşayabiliyor olmasının saikları nelerdir? Yasin Aktay yazdı:
Hakikat İddiası, Müslümanlar ve Siyaset
Yasin Aktay / Yeni Şafak
Siyasi tartışmaların doğruluk arayışınca belirlenen tartışmalar olamaması, siyasetin kahredici bir gerçeğidir. Siyasi tartışmaya girenlerin, bu tartışmada taraf olanların, bu tartışmalara tezahüratla katılanların doğruyu bulmak, bulduğunda dört elle sarılmak gibi bir dertleri olmuyor. Nihai amaç, önceden kurulmuş argümanı destekleyecek veriler sağlamak ve bu verileri karşı tarafın gözüne sokmaktır.
Bu durum tabii ki siyaseti de, siyasi tartışmayı da alabildiğine sıkıcı ve hiç bir değeri olmayan bir didişmeye dönüştürüyor. Çünkü herkesin ortaya çıkan yeni bir bilgi, veri, belge, ayet karşısında yüreğinin yumuşayacağı, gözlerinin açılacağı hüsnüniyetini boşa çıkaran, hakikate karşı acımasız, kalp gözü kör, kalp kulağı sağır bir kişilik kalıbı öne çıkar.
Birileri sadece siyasette değil, felsefede de, bilimde de bu işin pek farklı olmadığını öne sürebilir. Gerçekten de bilimsel uğraşların hakikat sevgisinin yerine insanların önceden karar kılmış oldukları paradigmaları besleyecek şekilde yürütüldüğüne dair sayısız tespitler yapılabilir. Bütün bir bilim tarihinin başarısının, bilim adamlarının yek diğerlerini yanlışlamak, yapılanları bozmak üzere çalışmasına borçlu olduğu yönünde tespitler bile vardır. Karl R. Popper'ın bilim adamlarındaki yanlışlamacı güdüyü bilimsel gelişmenin merkezine koyması tam da bu tespite dayanmıyor mu? Kuşkusuz birilerini teyit etmek üzere, birilerinin gözünden ve penceresinden bakan olağan bilim pratiğinin ağırlığını ihmal etmeden bu tespitin hakkını vermek lazım.
Yine de hem siyasette hem de felsefe ve bilim tartışmalarında insanların hiç bir şekilde karşı tarafın argümanlarından veya iddialarından etkilenmeden varlıklarını sürdürüyor oldukları varsayımı hayatı çekilmez ve katlanılmaz kılar.
Durum böyleyse hiç bir şeyi değiştirmenin imkanı da yoktur, buna çabalamanın bir önemi de... Oysa siyaset de insan olma hali de herşeyden önce 'başka' insanların, yani sizden farklı bir tutuma veya düşünceye sahip olanların varlığını kabul etmekle başlar. Hem kendinde hem de muhataplarında bir değişim umudu taşımayanın siyasette yeri yok. Gözü ve kulağı başkalarının gerçeklerine ve sözlerine kapalı olanların hiç bir değer üretemeyeceği de ortadadır.
Esasen bu durum içinde yaşadığımız postmodern çağın iddialarıyla da çok çelişen bir tutum. İnsanların bir hakikat iddiasına sahip olmalarının bağnazlıkla hatta teröre yatkınlıkla bir tutulduğu bir çağda insanların aslında tarihin kaydettiği en esnemez tavır ve tutumları sergiliyor olmaları, gerçekten açıklamaya muhtaç bir durum. Meğer insanları empatiye, başka değerlere açık olmaya, demokrat bir tutum sergilemeye davet edenler bile bütün bu değerlere kendi despot, totaliter değerleri kabul edilinceye kadar sarılıyorlar. Kendi dünya görüşleri bir kez yerleştiğinde, hemen mutlak hakikat mertebesine yerleştiriliyor, ondan sonra tek mesele bu mutlak hakikate karşı çıkan bahtsız sapkınların, hakikati katleden münkirlerin nasıl bertaraf edileceğine varıp dayanıyor.
Hakikat iddialarının bir dışlamaya veya despotizme varmasıyla ilgili duyarlılık esasen haksız değil. Batılı dünya bu iddiaların hem dinsel-geleneksel uygulamalarının hem de modern-postmodern liberal tezahürlerinin yol açtığı facia örnekleriyle dolu.
Bu döngünün kırıldığı yegane örnekler Müslümanların kurmuş olduğu medeniyetlerdir. Bir hakikat iddiasına sahip olup, üstelik başkalarının hakikat iddialarını yanlış gördüğü halde bu iddiaya da varolma ve birlikte yaşama imkanı tanıyabilmek. Ben doğruyum, sen de yanlışsın, ama bu ikimizden birinin yok olmasını veya buradan göçüp gitmesini gerektirmez.
Daha da ötesi, benim doğrum içinde yanlışın olma ihtimali bulunan bir doğru, senin yanlışınsa içinde doğrunun bulunma ihtimali bulunan bir yanlış. Bu anlayışa sahip insanların asırlarca kurdukları medeniyetler o yüzden çokkültürlü oldu, mozaik bir yapı sergiledi.
O kadar ki, bir zamanlar Müslümanların hükmettiği toprakların hepsinde bugün bile çok farklı kültürler bir arada yaşayabiliyor ve bu birliktelik ancak modern dönemlerde, modern anlayışların benimsenmesiyle bir sorun oluşturmaya başladı. Üstelik bazı oryantalist söylemler İslam medeniyeti içinde bu kadar mozaik bir yapının devam etmiş olmasını İslam'ın 'eritici bir pota' oluşturma konusundaki zaafına bağlayabilmiştir. Ne var ki, Batı'da bu eritici potanın nasıl faşizan uygulamalarla boca edilmiş olduğunu hatırla(t)mak çok daha evladır.
Bugün İslamofobik tezlerin en önemli bahaneleri İslam'ın fazlasıyla güçlü hakikat iddiasına sahip olmasıdır. Modern veya postmodern batılı siyasetlerin insanları hakikat iddialarından vazgeçmeye davetleri son derece sahtekarca bir tutum, çünkü kendileri asla bu iddiadan vazgeçmiyorlar.
Oysa bir hakikat iddiasına sahip olmak insanın tabiatına en uygun olanıdır. Bunu sahte abartılı hoşgörü edebiyatlarıyla bastırmaya çalışmanın lüzumu yok, örnekler gösteriyor ki, bastırılamıyor. En gaddar siyasi uygulama veya tutumların abartılı hoşgörü şampiyonlarından gelmesi yeterince öğretici olmalı, olmuyorsa, Nietzsche'nin hoşgörü söylemlerinin şehvetli hadımlarıyla ilgili tespitlerine kulak verilmeli.
Hülasa, kendi medeniyet sınırlarında başkalarının bu iddialarından vazgeçmeden yaşayabilmelerini temin etme başarısı sadece Müslümanlara aittir. Bu da neden Müslümanların insanlara şahit kılındığını ve neden insanlar arasında adaletle hükmedecek bir liyakata sahip vasat ümmet kılındıklarını açıklıyor.
İsterseniz bunu, bugün Türkiye'nin sadece dindarları için değil, bütün toplumsal kesimleri için adalet ve mutluluk üretecek demokratikleşmesinin aktörlerinin neden mütedeyyin-muhafazakarlar olduğunun bir açıklaması olarak da okuyabilirsiniz.
HABERE YORUM KAT