1. YAZARLAR

  2. ABDULHAKİM BEYAZYÜZ

  3. Hadisler Resulullah ve Sahabeler Tarafından Niçin Yazılmadı -2-
ABDULHAKİM BEYAZYÜZ

ABDULHAKİM BEYAZYÜZ

Yazarın Tüm Yazıları >

Hadisler Resulullah ve Sahabeler Tarafından Niçin Yazılmadı -2-

04 Ağustos 2018 Cumartesi 14:50A+A-

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Yüce Allah’a hamd, resulüne selam olsun. Bugünkü yazımızda hadis konusuna devam edeceğiz.

Bilindiği gibi, bundan önceki hadis konusu ile ilgili iki yazımızda, hadisin sözlük ve kavram anlamı üzerinde durmuş, resulullah ve sahabeler döneminde hadislerde genel bir yazımın doğru bulunmadığını tespit etmiş, bunun Hz. Peygamberin sözlerinin değersiz görülmesi anlamına gelmediğini ifade etmiş ve hadislerin yazılmayışının sebeplerini tespit etmeye çalışmıştık. Bu nedenlerin başında ise resulullahın, içerisinde hata olma ihtimali çok yüksek olan hadis kitaplarının Kur’an dışında ikinci bir kaynak olarak algılanmasını doğru bulmayışı ve hadislerin Kur’an’a karışma tehlikesinden kaçınma olduğunu ifade etmiştik. Şimdi kaldığımız yerden hadislerin yazılmama sebeplerini sıralamaya devam edelim.

c-) Dinin korunması, anlaşılması ve yaşanılması için hadislerin yazımının mutlak bir ihtiyaç olmaması.

Bilindiği gibi resulullah gözetim altındaydı; “Çünkü O, elçisinin önüne ve arkasına gözetleyiciler (koruyucular) koyar. (Böyle yapar) Ki onların, Rablerinin kendilerine verdiği mesajları duyurduklarını bilsin.  Allah, onlarda bulunan her şeyi (bilgisiyle) kuşatmıştır ve her şeyi bir bir saymış (hesap etmiş)tir.”[1]  Zira resulullah sıradan bir insan değildir. O, Allah’ın elçisidir ve ona itaatın Allah’a itaat sayılacağı apaçık şekilde vahiyle/Kur’an’la ilan edilmiştir. “Kim Resûl'e itaat ederse, gerçekte Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, Biz seni onların üzerine koruyucu göndermedik”.[2] Bu nedenle diğer insanlarda görüldüğünde basit sayılacak eksikliklerde bile, nebi(a.s.)’da görüldüğünde Allah’ın elçisi uyarılmış ve düzeltilmiştir.

Bu çerçevede, onun birine karşı surat asması,[3] zaman zaman insanlardan çekinmesi,[4] İslam toplumu yeterince güçlenmeden esir almaya yönelmesi,[5] savaştan geri kalanları iyi sorgulamadan mazeretlerini kabul etmesi,[6] bazı şeyleri kendine yasaklaması,[7] hükmederken farkında olmadan da olsa haksızlığa bulaştırılmak istenmesi sırasında[8] ve benzeri durumlarda yüce Allah elçisini Kur’an’la/vahiyle uyarmış ve kendisini doğru yola ileterek ona ve tüm Müslümanlara lütufta bulunmuştur.

Dolayısıyla hadislerin yazılması dinin anlaşılması ve yaşanmasında ciddi bir zorunluluk olsaydı, yüce Allah elbette resulünü uyarır ve hadislerin yazılmasını emrederdi. Nitekim dinin anlaşılmasından daha basit olan meselelerde, örneğin alışveriş işlerinde, yanlışa ve sıkıntıya girmemeleri için rabbimiz resule ve müminlere “büyük veya küçük, vadesine kadar hiçbir şeyi yazmaktan sakın üşenmeyin. Böyle yapmanız Allah nezdinde daha adaletli, şehadet için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha uygundur”[9] diye buyurarak onlara faydalı yolu göstermiştir. 

Hadislerin yazılmamasının sebebinin sadece Kur’an’la karışma tehlikesi olduğu da söylenemez. Sebep sadece bu olsaydı, Kur’an zaten Allah resulünün kalbine nakşedilmişti. “Sana (Kur'ân'ı), okutacağız, unutmayacaksın.”[10] (Ey Muhammed,) Onu hemen okumak için dilini oynatma. Onu (senin kalbinde) toplamak ve (sana) okumak bize düşer. O halde sana Kur'ân'ı okuduğumuz zaman onun okunuşunu izle. Sonra onu açıklamak da bize düşer.”[11]  Dolayısıyla resul (a.s.) her zaman neyin Kur’an’dan olup olmadığını bilebilirdi ve yazdırdığı yazılı dokümanları da koruyabilirdi. Sorun, insanların yazılan bazı hadis metinlerini Kur’an’dan zannetmelerinin ve Kur’an’dan olmayan metinleri kutsallaştırmalarının önüne geçmenin zorluğu ve hatta imkânsızlığıydı. Yani Kur’an’la karışma tehlikesi, Allah resulü ile ilgili bir sorun değil, toplumla ilgili bir sorundu. Elbette Nebi (a.s.) toplumu koruma gerekliliğiyle hareket edecekti ve Müslümanlara ulaşmadığında bazı sorunlara sebep olsa bile, dinin anlaşılması için mutlak bir zorunluluk olmayan hadisleri yazmaktan men edecekti.[12]

Diğer yandan hadislerin yazılmamasının tek sebebinin sadece Kur’an’la karışma tehlikesi olmadığını, raşid halifelerin ve onlarla beraber olan sahabelerin tutumlarından da anlıyoruz. Zira onların dönemlerinde Kur’an’a karışma ve hatta yazılı metinleri Kur’an’dan zannetme tehlikesi neredeyse bütünüyle yok olmuştu. Ama buna rağmen hadisleri yazmadılar, yazdıklarını yaktılar ve hatta sözlü rivayeti bile sınırlandırmaya çalıştılar. Raşid halifeler ve sahabelerin bu tutumlarından da anlıyoruz ki onlar da hadisler olmadan (bazı problemlerin oluşması ihtimaliyle beraber) dinin eksik kalacağını hiçbir şekilde düşünmüyorlardı. Hz. Ebu Bekir’den nakledilen şu rivayet de söylediklerimizi teyit etmektedir. “Siz Resûlullah (a.s.)’dan üzerinde ihtilafta bulunduğunuz hadisleri rivâyet ediyorsunuz. Hâlbuki sizden sonra gelecekler bunlar üzerine daha şiddetli ihtilaflara düşeceklerdir. Sizler Resûlullah (a.s.)’dan rivâyette bulunmayın. Size bir şeyler soranlara: Sizinle bizim aramızda Allah’ın Kitabı vardır. Onun haram kıldıklarını haram, helâl kıldıklarını helâl bilin diye cevap verin” diyor. Nitekim kendisine yaşlı bir kadın gelerek, büyükannenin (cedde) miras hakkını sorunca: “Senin için Allah’ın Kitabı’nda bir hüküm yok. Resûlullah’ın (a.s.) da bu hususta bir şey söylediğini bilmiyorum” cevabını veriyor. Arkadan da cemaate: “Bu hususta bir şey işitmiş olan var mı?” diye soru tevcih eder. Mugîre (r.a.) kalkarak: “Resûlullah (s.a.v.)’ın büyükanneye altıda bir verdiğine şâhid oldum” der. Hz. Ebu Bekir (r.a.) verilen cevaba mutmain olmaz. “Buna şehâdet edecek biri var mı?” diyerek şahit arar. Muhammed b. Mesleme (r.a.) şehâdet edince, cedde (nine) için altıda bir hisseye hükmeder.[13]

Elbette onlar hadis ve sünnet düşmanı değildiler, ama hadislerin yazılmasının (yapılması kesin olan bazı yanlışlıklardan dolayı) hayırdan daha fazla, zarar getireceği kanaatine sahiptiler.[14] Nitekim Hz. Ebu Bekir (r.a.)’ta tam da bu endişesini ifade ediyor, ama diğer yandan elinden geldiğince Kur’an’a aykırı düşmemek şartıyla emin olunan rivayetlerle de zannı galiple hükmediyor. (Hz. Ebu Bekir’in bu endişesi ve öngörüsünde ne kadar haklı olduğu, bazı âlimlerin ehli hadise daha sonra getireceği eleştirilerde de görülecektir.)[15]

Ayrıca aynı şekilde yazı malzemelerinin azlığı da yazmayı zorlaştıran bir faktör olsa da, mesele tek başına yazı malzemelerinin azlığıyla açıklanamaz. Zira ticaret için yazılacak şeyleri bulma imkânı oluyorsa, dinin anlaşılması ve yaşanılması için zorunlu olması durumunda, peygamber ve müminler zorlansalar dahi bunları temin ederlerdi. Her şeyden önce hadisleri yazma imkânını bulanları, hadisleri yazmaktan men etmezlerdi. Bundan da anlıyoruz ki Allah da, resulü de hadislerin yazımını, dinin doğru olarak anlaşılması için mutlak bir ihtiyaç olarak görmüyordu.

Zira dinin temel esaslarını ortaya koyan Kur’an’ın varlığı, namazın vakitleri ve rekâtları, haccın vakti ve şekli, zekât ile ilgili temel bilgiler, orucun vakti ve şekli, tesettürün temel çerçevesi, şarabın haramlığı ve benzeri birçok hususun, on binlerin pratiği ile tevatüren nakledilmesi, dinin anlaşılması ve yaşanılması için gereken temel ihtiyaçları sağlamaktaydı. (Ayrıca Kur’an’ı Kerimin de bu tevatür yoluyla, yani on binlerin aracılığıyla bize en sağlam şekilde aktarıldığını da unutmayalım)

Burada tekrarlayalım hadislerin yazılmayışı, değerlerinin olmayışından değil, yazımı sırasında zorunlu olarak birçok yanlışın karışmasının kesin oluşundan ve dinin ihtiyaç duyduğu temel çerçeveyi ortaya koyacak Kur’an’ı Kerimin ve on binlerin pratiklerinde getirdiği tevatüre dayalı sabitleşmiş yaşayan sünnettin[16], hadise mutlak bir ihtiyaç bırakmamasından dolayı idi.

Hadislerin sağlam olarak gelmesi durumunda, dinin anlaşılmasında kolaylıklar sağlayacağı açıktır. Ama böylesine sınırlı bir faydanın yanında, hadislere giren yanlışların da, meseleyi sağlam bir usulle ele alamayanları çok kötü yerlere savuracağı da ortadadır. Zira hadisin peygamberin sözü değil, “peygamberin söylediği iddia edilen bir sözü” olduğunu fark etmeyenlerin, Kur’an’ı, hadis olduğu iddia edilen söze kolaylıkla mahkûm ve esir edecekleri açıktır.

 Nitekim Eş’ariliğin lideri, İmam Eşari(r.a) bile, yanlışların dâhil olduğu bu hadis rivayetleri sebebiyle, mükellef olmayan kâfirlerin çocuklarının bile cehenneme atılacağını savunabilmekte ve bunun yanlış olduğunu söyleyenleri alabildiğine eleştirebilmektedir.[17] Zira ona göre resulullah elbette dini daha iyi bilecekti, madem “güvenilir” raviler bunu resulullahın söylediğini naklediyor, öyleyse mesele yoktu. Olması gereken, kişinin artık kendisini bu rivayetlere teslim etmesiydi. Zira en sahih eserlerimizden olan Buhari ve Müslim ve Muvatta da bile, bırakın kâfirlerin çocukları, Müslümanların çocuklarının bile ateşe atılabileceklerine dair, birçok rivayeti içeriyordu.[18] Bu arada “Allâh, kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemez.”[19] ve benzeri ayetlerin boşa çıkarıldığının ise, kimse neredeyse farkına bile varmıyordu. 

d-) Müslümanların Kur’an’ı ikinci plana itip hadislere yönelmelerine engel olmak.

Hz. Ebu Bekir (r.a.)’ın yukarıda Siz Resûlullah (a.s.)’dan üzerinde ihtilafta bulunduğunuz hadisleri rivâyet ediyorsunuz. Hâlbuki sizden sonra gelecekler bunlar üzerine daha şiddetli ihtilaflara düşeceklerdir. Sizler Resûlullah (a.s.)’dan rivâyette bulunmayın. Size bir şeyler soranlara: Sizinle bizim aramızda Allah’ın Kitabı vardır. Onun haram kıldıklarını haram, helâl kıldıklarını helâl bilin diye cevap verin” diyor.[20] Dediğini ifade etmiştik. Gördüğümüz gibi Hz. Ebu Bekir’in Kur’an’ın merkezde olmasına çok önem vermiş ve bunun için Müslümanları hadisleri yazımından ve çokça rivayetten sakındırmıştır. Aynı şekilde Hz. Ömer’in de Kur’an’ın ikinci plana atılmasından çok çekindiğini ve bunun olmaması için ashabı uyardığını ve bırakın hadisleri yazmayı, rivayet etmekten de sakındırdığını görebiliyoruz. “Karaza ibni Ka’b ve arkadaşları Irak’a gitmek için yola çıktıkları zaman, Ömer ibnu’l Hattab da bir müddet onlarla yürümüş ve sonra onlara şöyle demiştir; “siz öyle bir beldeye gidiyorsunuz ki, ahalisi arı uğultusu gibi Kur’an okur. Hadislerle onları meşgul etmeyiniz ve yollarını saptırmayınız. Kur’an’ı iyi okuyunuz ve hz. Peygamberden rivayeti azaltınız”[21]

Nitekim Hz. Ömer ashapla istişarelerden sonra hadisi yazmamaya karar vermesinin temel nedeninin Kur’an’ın ikinci plana itilmesini engellemek olduğunu açıkça ifade de etmiştir. “Urve bin Zubeyr’den rivayet edildiğine göre, Ömer bin Hattab hadislerin yazılmasını arzu ederek bu mevzuda ashab-ı kiram ile istişare etti. Onlar bu görüşe katıldılar. Hz. Ömer yine de mütereddit olduğu için bir ay süren bir istişarede bulundu. Nihayet bir gün kat’i kararını vermiş olarak dedi ki, “bildiğiniz gibi sünnettin yazılması meselesini size arz etmiştim, sonra düşündüm ve bu karara vardım: Sizden önce ehl-i kitaptan bazıları Allah’ın kitabından başka şeyler yazmışlar ve onlara ehemmiyet vererek Allah’ın kitabını bir tarafa bırakmışlardı. Allah’a yemin ederim ki, ben O’nun kitabını bir şeyle asla karıştırmam” ve bu suretle hadisleri yazmaktan vazgeçti.[22]

Hulefa-i raşidinin, sadece hadislerin yazılması işinde temkinli davranmakla (yani sınırlı ve zorunlu yazmalar dışında, genel bir yazım işine girmemekle) kalmadığını ve sözlü rivayeti de çokça sınırlandırmaya çalıştıklarını “hadis Giriş” yazımızda daha geniş bir şekilde ifade etmiştik.

Maalesef hulefa-i Raşidinin bu tespitlerinin ne kadar yerinde olduğu daha sonra görülecektir. Nitekim bazıları hadisleri doğruluğu kesin bir şekilde tespit edilmiş mutlak doğru haberler gibi algılamışlardır. Bunlar, hadislere geliştirilen eleştirileri savuşturmak ve hadisleri dokunulmazlık zırhına koymak adına, peygamberin sünnetinin de vahiy edildiğini ve Kur’an’ın bir benzeri gibi, peygambere başka şeyler de verildiğini söyleyebilmişlerdir. Hâlbuki müzakere edilen husus peygambere itaat edilip edilmemesi meselesi değildi. Zira peygambere itaat zaten Allah’a itaatti ve peygambere isyanda apaçık küfürdü. Bu nedenle peygamberin sünnetinin kaynağının Kur’an, Kur’an dışı bir iletişim yoluyla aldığı bir bilgi veya kendisinin içtihadı olmasının bir önemi yoktu. Her şekliyle resule itaat (dinle ilgili meselelerde) mutlak bir zorunluluktu. Zira isabet etmediğinde onu rabbi anında düzeltiyordu. Mesele resul (a.s.) bir şeyi yapıp, yapmadığı, söyleyip, söylemediğinin doğru bir şekilde tespitiydi. Ayrıca söylemiş veya yapmışsa hangi maksatla bunu yaptığıydı. Ama bu zeminde mesele müzakere edileceğine, ehli hadisçi kardeşlerimiz, meseleyi başka bir zemine taşıma yanlışına düştüler. Görüşlerini makul delillerle savunacaklarına,  muhataplarını sindirmek için resulullah (s.a.v.)’in arkasına sığınarak onu kendilerine zırh ve kalkana dönüştürdüler. Onların yanlış anlayışlarını eleştirenleri, resulullahı eleştiriyor gibi sunmaya çalıştılar. 

Bu sebeple Allah vahiy olarak sadece Kur’an’a atıfta bulunurken[23], onlar vahyin çeşidini ikiye çıkarmış ve bunları vahyi metluv ve vahyi gayri metluv[24] diye isimlendirmiş, gayri metluvun sünnet (yani hadisler) olduğunu iddia edebilmiş ve hatta zikri koruma derken, bu korumanın sünneti/hadisi de içerdiğini söyleyebilmişlerdir.[25] Nitekim Kurtubî (656/1258), sünnetin de vahiy olduğunu kabul etmiş ve bu görüşünü des­tekleyen Hassan b. Atıyye’nin “Cibril, Kur’an’ı getirdiği gibi, sünneti de getiriyordu” sözünü zikredebilmiştir.[26]

Bazıları ipin ucunu daha fazla kaçırmış ve sünnetin/hadislerin Kur’an’a hâkim olduğunu, sünnetin Kur’an’a ihtiyaç duymasından daha fazla Kur’an’ın sünnete/hadislere muhtaç olduğunu söyleme şaşkınlığına düşebilmişlerdir. Mesela tabiin fakihi Mekhûl b. Ebû Müslim’in (ö.112/730): “Kur’an’ın Sünnet’e olan ihtiyacı Sünnetin Kur’an’a olan ihtiyacından daha fazladır”, Yahya İbn Kesir’in (ö.129/747): "Sünnet Kur’an üzerine hüküm vericidir fakat Kur’an Sünnet üzerine hüküm verici değildir” şeklindeki cümleler kurabilmişlerdir. Bu sözler Ahmed b. Hanbel’e ulaştığında, “Ben bunu söylemeye cesaret edemem fakat Sünnetin Kur’an’ı tefsir ve tebyin ettiğini söylerim” demiştir.[27] Dikkat edilirse hadisleri kutsama düzeyinde bir anlayışa sahip olan Ahmet bin Hanbel (r.a.) bile bu durumu aşırı bulduğunu ima etmektedir.

Hadisleri Kur’an’ın önüne geçirmenin ibretlik bir örneğini de ibni Kuteybede (Ö:276) görebiliriz. İbni Kuteybe hadisleri kurtarma adına, “Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın yükünü yüklenmez. Günah yükü ağır olan kimse, (bir başkasını), günahını yüklenmeye çağırırsa, ondan hiçbir şey yüklenilmez, çağırdığı kimse yakını da olsa.[28] Ayetine rağmen, kişilerin, bir başkasının hatasından dolayı azap görebileceğini iddia edebilmektedir. Hz. Aişe’nin, “Bu hadis bu şekliyle Kur’an’a aykırı düşmektedir ve bundan dolayı kabul edilemez[29] görüşünü ise eleştirmekte ve akılları durduran bir şeyi iddia edebilmektedir; “Bu Hz. Aişe’nin kendi görüşü ve yorumudur. Onun şahsi kanaatinden dolayı, Resulullah’ın hadisini reddetmek caiz değildir. Eğer Hz. Aişe bu muhalefetine dair resulullahtan bir şey nakletseydi, o zaman bu sözü kabul edilebilirdi”[30]. Hz. Aişe’nin hadisin, ayete aykırılığını somutlaştıran bu tespitini önemsemeyen bu zat, eğer hadis rivayet etseydi kabul ederdik diyebiliyor. Yani ayeti önemsemiyor ve dikkate almıyor, ama hadis olsaydı bunu kabul edeceğini söyleyebiliyor. Elbette ibni Kuteybe Kur’an’ı inkâr anlamında bunu söylememektedir, Ancak o hadisleri mutlaklaştırma yanlışına düşmektedir. Sanki kesin bir şekilde resul (a.s) bu hadisi söylemiş gibi meseleyi değerlendirmektedir.

Bunları gördükten sonra, Hz. Peygambere, Hz. Ebu Bekir’e, Hz. Ömer’e ve diğer sahabelere hadisleri yazmanın nelere sebep olabileceğini ferasetle gördükleri ve hadislerin yazılmasına izin vermeyerek en azından mutlak bir kutsallaştırmaya izin vermedikleri için, minnet duyguları içinde dua etmek ve bütün lütufların gerçek sahibi olan yüce Allah’a da hamd etmek gerekmektedir.

Diğer yandan İmam Şafii (v.204) gibi zatların bile, hikmetin sünnet olduğunu ve Kur’an’ın vahiy edildiği gibi sünnetin/hadisin de vahiy edildiğini söyleme aşırılığına düştüğünü gördükten sonra, diğerlerinin hadisi Kur’an’a hâkim kılmalarına şaşmamak lazımdır.[31]  Bu yanlış yaklaşımın kötü bir yansıması da şu şekilde gerçekleşmiştir: Ehli hadisçiler sahih hadis kriterlerinin içine Kur’an’a uygunluğu almadıkları gibi[32], aynı şekilde hadisin Kuran’a uygun olmasını gerektiğini haber veren rivayetlere de kuşkuyla yaklaşmışlar ve bu hadislerin uydurma olduğunu iddia etmişlerdir.[33] Hâlbuki Kur’an’a arzla ilgili hadislerde mevzu olanlar olsa bile, bu tür hadislerin tümüne mevzu demenin mümkün olmadığını söyleyenlerin tespiti yabana atılacak gibi değildir[34].

Kaldı ki Hz. Aişe’ye Hz. Peygamber’in (a.s) ahlakı sorulduğunda, O, “Siz Kur’an okumuyor musunuz? Onun ahlakı Kur’an idi”.[35]  Cevabı, onun sözlerinin/hadislerinin de Kur’an’ uygun olması gerektiğini yeterince ortaya koymaya kâfidir. Her şeyden önce Rabbimimiz “(o kitap) Âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. Eğer o, (Muhammed), bazı laflar uydurup bize iftira etseydi, Muhakkak onun sağ elini (bütün güç ve kudretini) çekip alıverirdik. Sonra da, hiç şüphesiz, onun kalp damarını koparırdık. O vakit sizden hiçbiriniz buna mâni de olamazdınız.”[36] diye buyururken, Kur’an’a aykırı hadislerin, Allah resulu tarafından söylenme ihtimalinin olmadığı, çok açık değil midir?

İnşallah gelecek yazımızda hadis konusunu işlemeye devam edeceğiz Sözlerimizin sonu Allah’a hamdtır. İtiraf ederiz ki her şeyi doğru bilen sadece Allah’tır. İsabet ettiklerimiz Rabbimizin lütfu yanılgılarımız ise bizim meseleleri karıştırmamızdandır. Rabbimiz ilmimizi, amelimizi ve ihlâsımızı artır ve bizi salihlerden eyle. 

 

 

[1] 72/27, 28

[2] 4/80

[3] 80/1-12

[4] 33/37-40

[5] 8/67, 68

[6] 9/43-47

[7]66/1-2

[8] 4/105-113

[9] 2/282

[10] 87/6

[11] 75/16-19

[12] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü, s. 267, 268.

[13] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yay., c. 1, s.43, Prof. Dr. Subhi es-Salih,.Hadis   İlimleri ve Hadis Istılahları, s.29.

[14] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yay., c. 1, s.43, Prof. Dr. Subhi es-Salih,.Hadis İlimleri Ve Hadis Istılahları, s.29.

[15] Hadis Müdafaası, İbni Kuteybe, Otto Yayınları, s.25-35.

[16] Er-Risale (İslam Hukukunun Kaynakları) Muhammed b. İdris eş-Şafii, Türkiye Diyanet vakfı Yayınları, s. 323.

[17] El-İbane ve Usulü Ehli Sünnet, Eş’ari Akaidi, Ebül Hasan El-Eş’ari, Gelenek Yayınları, s. 87.

[18] Sahih-i Buhari, D.İ.B. Yay, c. 4, s. 592. (Enes b. Malik (r.a.)’ten.).   Sahih-i Müslim, Eser Neşriyat , c.3, s. 211-212 (İbni Abbas ve Hz. Aişe’den yapılan rivayetler)  El-Muvatta, İmam Malik, c. 2, s. 546. Hz. Ömer’denyapılan rivayet.

[19] 2/286

[20] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yay., c. 1, s.43, Prof. Dr. Subhi es-Salih,.Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, s.29.

[21] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, s.42-43. D.İ.A. C,15, S,31.

[22] Prof. Dr. Subhi es-Salih, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, s. 29.

[23] 6/19

[25] Yalova Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi, Altı Aylık Hakemli Dergi, Yıl 1, Sayı 1, s.132.

[26] Kurtubi, Tefsir,I, 38.

[27] Yalova Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi, Altı Aylık Hakemli Dergi, Yıl 1, Sayı 1,   s. 133.

[28] 35/18

[29] El-Muvatta, İmam Malik, Al-Tuğ Yayınları, c. 1, s. 301.

[30] Hadis Müdafaası, İbni Kuteybe, Otto Yayınları, s.129-138.

[31] D.İ.A. C,15, S, 29. İmam Şafii, Terc. Osman Keskioğlu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s.202.   Hadis Usulü, Prof, Dr, Ahmet Yücel, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, S,44,45.

[32] Hadis Usulü, Prof. Dr. Ahmet Yücel, M.Ü. İlahiyat Vakfı Yayınları, s. 171.

[33] İmam Şafii, Terc. Osman Keskioğlu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s.202.

[34] Prof. Dr. Ahmet Keleş, Hadislerin Kur’an’a Arzı, İnsan Yayınları.

[35] Müslim, Kitâbu Salâti’l-Müsafirîn ve Kasrıha, Ebû Dâvûd, Kitâbu’s-Salât, Nesâî, Kîtâbu Kıyâmi’l-Leyl,

[36] 69/43-47

YAZIYA YORUM KAT

17 Yorum