Hadis kabûlünde algıda seçicilik
Müslümanların Hz. Peygamber’in (sas) hadisleriyle diyalog tarzı çağdaş dünya Müslümanlarının algıda seçiciliğini gösteren en netâmeli konuların başında gelir.
Hadis metinlerini yorumlamada algıda seçicilik bir yere kadar anlaşılabilir bir meseledir. Ancak metnin anlamını tayin etmekten ziyade hadislerin kabûl ve reddinde algıda seçici davranmak hakikaten insanı ürperten boyutlara ulaşabilmektedir. Öyle ki, Allah’ın elçisine neyi söyleyip neyi söyleyemeyeceğini takdir yetkisini elinde bulundurma gibi tehlikeli bir duruma varabilmektedir iş.
Oysa bir sözün Hz. Peygamber’e (sas) ait olup olmadığını tesbit etme gayreti objektif kriterlere dayanması gerekir, subjektif önyargılara değil. Bunun böyle olması için alanın otoriterleri temeli Kur’an ve Sünnet nasslarına, sahabenin uygulamaların dayanan yöntem geliştirmişlerdir.
Ama meselâ bugün feminist hanımlar bu kriterlere göre değil de “kadın karşıtı gördükleri hadisleri” toptan reddedebiliyorlar. Hadisin anlam bütünlüğünü, sebebi vurûdunu, ilişkili olduğu toplumsal realiteyi, metnin mecazî boyutunu görmezden gelerek.
Değerlerde evrensellik iddiasında bulunanlar da, “evrensel değerler” dedikleri kriterlere aykırı ne kadar hadis varsa hemen kolayından inkâra yönelebiliyorlar. Onlara göre bütün insanlığa gönderilmiş cihanşümul peygamber Hz. Muhammed (sas) hakikatin özü olan evrensel değerlere aykırı söz söyleyemez, davranışlarda bulunamaz. Bu zeminde evrenselliği Batı’dan menkul seküler Batılı değerler dinî nassları belirleyen tek kritere dönüşüyor.
Bu tarz yaklaşımların referans kaynaklarına, taşıdığı psikolojik zaafa, özür dileyici duruşuna, reformist içeriğine âşinayız. Ancak âşina olmakta zorlandığımız bir çeşit algıda seçicilik türü daha vardır.
Bunlar muhaddislerin kriterlerine tabi olduğunu söylediği hâlde, bu kriterlerden çok meşreplerine göre hadisi kabûl ve red yöntemleri geliştiren dindar kesimlerdir. Zaman zaman tanık olduğum bu durumla geçen hafta bu sütünda yayınlanan “Vatan sevgisi imandandır” yazım dolayısıyla bir daha karşı karşıya geldim.
Halk arasında “Vatan sevgisi imandandır” diye bir hadis dolaşıyor. Milliyetçiliğin kendisiyle dinleştirildiği bir rivâyet bu. Hadis diye alıntılandığı ve üzerine hüküm bina edildiği için konu edindik. İslâm ilim geleneğinde evvelemirde yapılması gereken iş bize ulaşan rivâyetin aslının olup olmadığını araştırmaktır. Eğer rivâyet Efendimize (sas) ait ise bundan ne kastettiğini tahlil etmek sonraki aşamada gelen bir görevdir, değilse dinî bir nass olarak asla ele alınmaz.
Vatan sevgisi imandandır sözü hadis değildir. Bunun hadis olmadığını teknik detaya girmeden Ehli Sünnet hadis kriterlerine dayanarak yazdım. Efendimize ait olmayan bir şeyi O’na isnat etmenin büyük günah olduğunu da belirttim.
Ehli Sünnet “hadis kaynakları”nda kayıtlı değil. Bu sözün izini uydurma hadis literatüründe buluyoruz. Alanın otoriterleri bu rivayetin aslının olmadığını söylemiş bulunmaktadır. Bazı âlimler bu sözü hadis diye değil ama selefi salihine ait bir nakil olarak kitaplarında alıntılamışlardır.
Mesele gâyet açık olduğu hâlde kimileri bizim Ehli Sünnet dışına çıkıp çıkmadığımızı sorguladı. Ehli Sünnet hadis usûlü ortadayken kimilerinin meşreplerini esas alarak neyin hadis olup neyin olmadığını belirleme çabası bir başka aşırılık göstergesidir. Efendimizin Uhud dağını sevmesini buna payanda kılmak hangi hadis kabûlü kriterine girer, doğrusu anlamış değilim.
Hâlbuki bu rivâyete hadis diyen iddia sahibinin itham yerine kaynağını hadis kitaplarından göstermesi gerekir. Ben yok diyorum, olmayan bir şeyi isbatlamakla da mükellef olamam. Oysa delil getirmek iddia sahibine düşer.
Sonuç olarak dediğimiz şudur: Hadislerin kabûl ve reddini modern ya da geleneksel önyargılara, ulusçu hassasiyete dayanarak tesbit etmek, tersinden birbirini meşrulaştıran algı seçiciliğine dönüşür.
YENİ AKİT
YAZIYA YORUM KAT