Had Bilmez Pozitivist-Tarihselci Yaklaşım ve Vahyin İçeriğini Tüketme Hırsı
Yasin Aktay, Kur’an’a yaklaşım biçimlerini konu edindiği yazısında pozitivist yaklaşımın had bilmez özelliğine dikkat çekerek tarihselcilik için de “Kur’an’ın bütün müşküllerini anlaşılır kılıp anlam içeriğini tüketme arzusunu ifade eder” diyor.
Yasin Aktay’ın Yeni Şafak gazetesinde yayımlanan konuyla alakalı yazısı (13 Mayıs 2020) şöyle:
Kur’an Anlaşılmayı Kime Garanti Ediyor?
Sonsuz bir ilim ve kudret sahibi yaratıcının fani insanların dünyalarıyla sınırlanmış olan diliyle konuşması, olabilecek en asimetrik bir iletişim biçimi olarak kabul ediliyor. O yüzden arada bu konuşmayı anlaşılır kılacak bir Hermes’in, belki Cebrail’in, belki de bir peygamberin olması gerekiyor. Buna rağmen ne kadar anlaşılır kılmaya çalışırsa çalışsın aradaki bu farkın giderilmesi imkansızdır ve bu problematik Kutsal metinlerin yorumbiliminin en can alıcı konusu olagelmiştir.
Vahiyle fani insana bildirilen emirlerin arkaplanını veya yorumbiliminin tabiriyle “yazarın (Tanrı’nın) niyetini” anlama arzusu elbette son derece tabiidir, ama bu alanın ontolojik olarak fani beşere pek açık olmadığı da bir gerçektir. Bununla birlikte Kur’an’ın hitabı çok yerde bu sınırı ifade ediyor, insanın varlığın birçok alanını ne kadar istese de anlayamayacağını, onun ilminin ancak Allah katında olduğunu ifade ediyor: Ruh konusu, saat konusu, müteşabih ayetler konusu, ahiretle ilgili bazı durumlar konusu, mesela. Bu konularda insan ne kadar çabalasa da işin içinden tam çıkamayacak, bocalamaktan başka bir şey yapamayacaktır.
İnsanın fani aklının sınırlarının alamayacağı bu hususların sadece bazı kısımlarında ise ilmi seviye farkları ve Allah’ın lütfunun belirleyici olabileceği de zikredilir. Kehf suresinde, mesela, Allah’ın peygamberinin bile aklının almadığı konular olduğu Hz. Musa ve özel ilim sahibi zatın birlikte yolculuk anlatısında çok çarpıcı bir biçimde gösteriliyor. Orada anlatılanın bir kısmı, ne kadar büyük ilim sahibi olursa olsun, peygamber gibi ilim ve hikmet verilmiş bile olsa, insanın hiç bilmediği, aklının almadığı, başka ilim alanlarının ve o alanlara vakıf birilerinin olabileceğini söyler.
Buna mukabil insanın faniliği, vahiy karşısında kendisini ilgilendiren hiçbir şeyi anlamayacağı anlamına gelmiyor. Yine Kur’an’da, çok yerde, düşünerek, samimiyetle, inanarak yaklaşanlara bu mesajdan anlamaları gerekeni anlayacakları da taahhüt ediliyor. Kur’an anlaşılsın diye, insanların diliyle indirilmiştir, yani okuyan ve dinleyenin onu yorumlamasına gerek olmaksızın, anlatıcı büyük adım bizzat vahyeden tarafından atılmıştır. Apaçık bir beyan olarak, açık bir dille, ayet ile, burhan ile, delil ile, icaz ile anlaşılması gereken her şey anlatılmıştır. Üstelik anlaşılmama ihtimallerini de şartlarını da ortaya koyarak yapar bunu. İnsanın neyi anlayamayacağı da en anlaşılır bir biçimde anlatılır Kur’an’da. Bunu dinleyen insanda kendi faniliğine ve mesajı gönderenin sonsuz bilgisine dair bilinç had safhaya çıkar ve mesaja başka herhangi bir mesajdan ayrı bir hassasiyette kulak verir.
Ancak Kur’an’ın apaçık olması, her şeyi beyan etmiş olması yine de insanların hiçbir samimi çaba sarf etmedikleri ve “iyi niyet” şartını yerine getirmedikleri halde her şeyi en nesnel biçimde anlayabileceklerini göstermiyor. Başka bir ifadeyle, Kur’an nasıl okunacağı hususunda yöntemini veya inisiyatifini tamamen okura bırakan bir metin değil. Belli bir okunma biçimini, yaklaşım biçimini de şart koşuyor. Samimiyetle, iyi niyetle, Allah’tan geldiğine iman ile, kendisine yol göstereceği inancıyla, düşünerek, tefekkür, tezekkür ve tedebbür ve teslimiyet ile. Bu şartları yerine getirerek okunan Kur’an kendine has bir anlam etkisini okurun zihnine ve kalbine ulaştırır.
Bununla elbette Kur’an’ın hiç bir akademik çalışmanın konusu olamayacağını söylemiyoruz. Kur’an ilimlerinde bunun da ayrı bir yeri vardır elbet, başka türlü imanın tahkiki, sağlamaları yapılamaz zaten. Hatta anlaşılmayacağı belirtilen hususlarda bile aklın, araştırmanın ve düşüncenin sınırlarını sonuna kadar zorlamaktan geri durulmaması gerektiği de söylenemez. Bilakis bu vesileyle ifade edilen sınırlar bile aynı zamanda insan ve Allah’la ilgili marifetin de sürekli sınandığı alanlar olarak tarih boyunca İslam düşüncesinin en önemli konularını oluşturmuştur.
Bunun bir sorun oluşturması daha ziyade Kur’an metninin sıradanlaştırılmasında ve anlaşılmaz yönlerine dair ortaya konulan pozitivist okumalar. Pozitivist istiğna açısından bir şeyin anlaşılmaması kolay kolay kabul edilemez. İnsan elinin altında varolan bir metnin bütün sırlarını, varsa şifrelerini çözebilecek bir yeterliliğe sahiptir ve Kur’an da bundan muaf olamaz. Doğayı sıkıştırıp bütün sırlarını alabileceği vehmine kapılmış olan pozitivist tutum Kur’an’ı da biraz sıkıştırdığında bildiği bütün sırları anlattıracağı vehmiyle hareket eder.
Kur’an’a tarihselci yaklaşım büyük ölçüde bu pozitivist tutumu paylaşarak Kur’an’ın gizemini veya müminle olan mahremiyetini yok sayarak bütün müşküllerini anlaşılır kılıp anlam içeriğini tüketme arzusunu ifade eder. Daha öteye gidip Tanrının bile farkında olmadığı bazı hallerini bilme iddiasıyla tanrının psikanalizine de girişir.
Fani halimizle ama samimiyetle yaklaştığımız Kur’an’ın bize açtığı anlam ufkunda esasen inisiyatifin büyük ölçüde vahyi ihsan edenin elinde olduğuna inanmak. Bu inanç çok mu naif, çok mu fideistçe geliyor?
Nasıl gelirse gelsin, sonsuz bilgi kaynağına sahip olan yaratıcı neticede yarattığını en iyi bilen ve onun neyi anlayıp neyi anlamayacağını da en iyi bilendir. Buna inanmadan da Kur’an okumak mümkün ve kimsenin diyeceği bir şey olamaz. Neticede Kur’an sadece Müslümanlara değil, bütün insanlara inmiştir ve kimin nasıl anlayacağı, nasıl bir yöntemle Kur’an’a yaklaşacağına da Müslümanlar bile karışamaz. Elhak, ama bu dahi Kur’an’ın mümince okuruyla olan özel iletişimini ve hallerini göz ardı etmeyi haklılaştırmaz.
HABERE YORUM KAT