‘Güvenli Bölge’ Suriye Halkı ve Türkiye’ye Ne Getirecek?
SMDK eski Başkanı Halid Hoca ve Özgür-Der Genel Başkanı Rıdvan Kaya ile yürüttüğümüz Suriye soruşturması gündemdeki ‘Güvenli Bölge’ konusuyla devam ediyor.
HAKSÖZ-HABER
Soruşturmamızın bu bölümünde 2 sorudan hareketle Halid Hoca ve Rıdvan Kaya gündemdeki ‘Güvenli Bölge’ meselesini etraflıca tartışıyor.
Amacı ve kapsamı açısından tartışmaya açtığımız Türkiye’nin ‘Güvenli Bölge’ talebini ayrıca ABD ve Rusya gibi aktörlerin nasıl baktığı, Türkiye’nin beklentilerini karşılayacak düzeyde bir ‘Güvenli Bölge’ inşasının mevcut şartlarda mümkün olup olmadığı ve olması durumunda bunun Suriye halkına, İdlib’e, Türkiye ve Suriye direnişine muhtemel getiri ve götürüsünün ne olabileceği gibi hususları da mercek altına aldık.
*
HAKSÖZ-HABER: Türkiye bir yandan ABD’yi Fırat Kalkanı bölgesinde “güvenli bölge” talebine ikna etmeye çalışırken diğer yandan da İdlib’den gelecek göç akını üzerinden AB’yi sıkıştırmaya uğraşıyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
HALİD HOCA: Burada önemli olan ölümlerin durdurulmasıdır. Şöyle bir gerçek var: Putin’in 2000’li yıllardaki Şimon Perez’den hiçbir farkı yok! Hatırlarsanız Şimon Perez’in Gazze’de giriştiği yıkım ve katliam görüntüleri üzerine dünyadan tepki gelmişti. Hatta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bunun üzerine Davos’ta o meşhur çıkışını yapmış, “One minute!” demişti. Gerçek şu ki; Putin, Suriye’de Perez’in Gazze’de yaptıklarına kıyasla kat be kat sivil öldürmüştür! Ve nitekim bu işgal siyasetini hala sürdürmekte ve de katliamlarını devam ettirmektedir.
Acı olan şu ki; Perez’e karşı onurlu “One minute” çıkışını yapan Türkiye, burada garantör devlet olduğu halde Putin’in katliamlarını ancak sessizce izleyebiliyor. Şimdi burada insani koridordan öncelikli olarak öne çıkarılması gereken şey daha önce Halep’te olduğu gibi İdib’de 3,5 milyon insanın yerinden yurdundan edilmemesi, katliamlara maruz kalmamasıdır. Eğer garantör bir ülke “Burada bana güvenebilirsiniz” demişse oradaki ölümleri durduracak. Putin’in emirleriyle devam etmekte olan sivil katliamlarını kendi güvenlik sorunu olarak algılayacak. Tezahüratlar eşliğinde sınır kapısına dayanan son örneğin de gösterdiği üzere Suriyeliler nezdinde bir zamanlar “İstanbul neyse Halep odur” diye açıklamalar yapan Türkiye kredibilitesini kaybediyor artık. Çünkü garantör olduğu halde ölümleri durduramadı. Hâsılı meseleye öncelikle Suriyeliler açısından bakmak lazım.
Türkiye açısından bakılacak olursa; diyelim ki Rusya daha önce Der’a’da da olduğu gibi İdlib’i de bir şekilde oradaki işbirlikçi yerel unsurları da kullanarak işgal etti. Türkiye de AB’nin finansörlüğünde istediği gibi konvoylarla İdliblileri Fırat’ın doğusu veya batısında öngördüğü “güvenli bölge”ye yerleştirdi. Sorun çözülecek mi? 8 yıllık tecrübe şunu gösteriyor; yangının müsebbibini serbest bırakarak itfaiyeci mantığıyla hareket etmek ancak yangının çapını büyütmeye yaradı.
RIDVAN KAYA: Güvenli bölge meselesi Suriye savaşının başından beri gündemde olan bir konuydu ama ABD ve Avrupa bu konuda vicdansızca davrandı. Güya bir daha Bosna vahşeti yaşanmasına izin vermeyeceklerdi ama hepsi boş laf olarak kaldı! Rejim ve destekçilerinin vahşi katliamlarına rağmen bırakalım güvenli bölgeyi, uçuşa yasak bölge ilanına bile yanaşmadılar. Bunun için bedel ödemeyi göze alamadılar. Suriye halkını rejimin, İran’ın ve Rusya’nın serbestçe avlamasına göz yumdular.
Şimdi Türkiye PYD/PKK faktörünü öne çıkartarak aynı talebi daha güçlü bir şekilde gündeme taşımış durumda. ABD de Türkiye’nin ısrarına karşı bir parça esneme görüntüsü veriyor ama sadece bir parça! Ve bu da Türkiye’nin düşündüklerinin gerçekleştirilmesi için çok yetersiz! Bu arada güvenli bölge mevzusunun sadece ABD değil, Rusya tarafından da kabul edilmediğini vurgulayalım. ABD müttefiki PYD/PKK nedeniyle, Rusya ise rejimin egemenliği adına Türkiye’nin güvenli bölge inşa siyasetinden rahatsız!
HAKSÖZ-HABER: İdlib’de katliamları engelleyemeyen Türkiye, buradan gelecek göç akınını Fırat Kalkanı bölgesinde inşa etmeyi arzuladığı “güvenli bölge”de mi karşılayacak? Bu bir tür Rusya’ya boyun eğme ve İdlib’i Fırat Kalkanı bölgesine nakletme olarak yorumlanabilir mi?
HALİD HOCA: Şuan ki süreç buraya doğru gidiyor. Türkiye’nin niyeti bu yönde sanki. Sayın Cumhurbaşkanının mesajından ben bunu anladım. Sayın Cumhurbaşkanı İdlib’de Halep’e benzer bir durumun yaşanabileceğine dikkat çekiyor. Halep’te ne olduğunu hatırlayalım: Rusya’nın baskısıyla Türkiye oradan bazı grupları çıkararak İdlib’e kaydırdı ve daha sonra İdlib’de ciddi bir yığılma oluştu. Sonra Rusya Halep’e önce Çeçenistan’dan getirdiği özel polis gücünü yerleştirdi ve akabinde bunları çekerek bölgeyi İran’a bıraktı. Türkiye burada olup bitenleri sadece izledi. “Burada benzer bir senaryo yaşanabilir” demek, “Ben karışamıyorum. Sadece buradan çıkmak isteyenleri konvoylarla güvenli bölgeye nakledebilirim” demektir.
Bu şartlarda “Güvenli Bölge” kesinlikle çözüm değil.
Bir kere “Güvenli Bölge” (olsa bile) Türkiye’nin öngördüğü gibi 35 km derinliğinde 400 km genişliğinde olmayacağını ABD’nin tavrından anlaşılıyor. ABD’nin şuana kadar müsaade ettiği söylenen PYD’nin olmadığı 5 km derinliğinde yaklaşık 100 km genişliğinde bir alandan ibarettir.
İdlib’den gelecek göç dalgasını “Güvenli Bölge”de karşılama ve bu da yetmedi Türkiye’den en az 1 milyon Suriyeli mülteciyi oraya nakletme gibi bir beklenti oluşturmak gerçekçi değil. Böyle bir mutabakat şu şartlarda çok zor. Hele bir de AFAD ve Kızılay’ın imkanlarıyla orada konutlar oluşturmak mevcut şartlarda mümkün görünmüyor. Bu, imkan dahilinde olsa bile BM’nin bunu uluslararası anlaşmaları yok sayma ve başka bir ülkenin egemenlik alanına girme olarak niteleyip böyle bir girişimi “işgal” kapsamına alma ihtimali vardır. Savaşın başında olduğu gibi BM’nin buna onayı olmayacağı malum. Orada konutlar yaparak 1 milyon insan taşımak işgal sayılacaktır. Kaldı ki İdlib’in Türkiye sınırında bu yapılabilirdi. AFAD ve Kızılay üzerinden girişimlerde bulunuldu ancak yapılamadı. Neden? İşte uluslararası hukukta var olan bu yasaklar yüzünden.
Özetle Türkiye’nin niyeti iyi ama bu sadece iyi niyetli olmakla olmuyor. Sahada ne kadar güçlüyseniz masada o kadar güçlü olursunuz. Dolayısıyla sahada burada mevcut olan PYD, Hizbullah gibi proksilere veya ABD, Rusya gibi ana oyunculara bakarak Türkiye’nin Suriye’deki gücü mukayese edilemez. PYD’nin orada 100 bine yakın ABD donanmalı askerî paramileter ordusu var. Ve bu her an Rejime angaje olmaya müsait. Böyle bir durumda ise Suriye Rejimini karşınızda bulmuş olacaksınız. Kaldı ki Türkiye zaten bunun bilincinde olarak savaşmak suretiyle bunu yapmak istemiyor. Masada ikna yoluyla bunu gerçekleştirmek istiyor ama sahadaki gücünüz yetmeyince masada da ikna edici olamıyorsunuz. Sahada ikna gücü geçmiyor, kas gücü geçiyor.
Öte yandan burada şu husus göz ardı ediliyor: PYD, ABD ve Rusya Rejimi de oraya davet edebilir. PYD böyle bir olasılık karşısında Rejime angaje olarak tamamen onun bir parçasına dönüşebilir. Kaldı ki görüşmeler şuan zaten o yönde.
Ayrıca şu hususu da göz önünde bulundurmak lazım: Suriye’de oyunun kurallarını belirleyen ABD ve Rusya BMGK üyesi. Yine BMGK üyesi olan ve veto yetkisini elinde bulunduran bir Çin gerçekliği var. Ve Suriye konusunda bu üç ülke ana hatlarıyla aynı kulvarda. Diğer iki üye Fransa ve İngiltere ise durumu sessizlikle seyrediyor. Şimdi Türkiye’nin “güvenli bölge” ısrarı karşısında ABD, Rusya ve Çin mutabakata varsa ve Türkiye burada işgalci bir güç derse ne olacak? Bu durumda “Güvenli Bölge”ye nakledeceğiniz sivilleri tamamen Rejimin insafına terk etmiş olmaz mısınız? Kaldı ki bu olası bir senaryodur. Çünkü öbür cephedeki süreç bu şekilde işliyor. Hala PYD ile Rejim arasında görüşmeler devam ediyor. ABD ile Rusya’nın öngördüğü siyasi çözüm formülü zaten hala geçerli. Buna göre Rusya hakimiyet sağladıktan hemen sonra seçimler sağlanacak… ABD’nin kabulü ve Rusya’nın da baskısıyla Esed veya benzeri bir işbirlikçi seçime girer ve bu şartlarda cumhurbaşkanı olur. Ve der ki bunlar isyancı ve bunları Der’a’da, Guta’da, Humus’ta ve şuan İdlib’de yaptığı gibi “vatan haini” sayarak ya askeri mahkemeler yoluyla idam eder ya da tehdit yoluyla halka karşı kendi saflarına katar. Şuan mesela Şam’da olan zaten bundan ibaret. Rusya’nın Astana yoluyla kazandığı bütün topraklarda; Şam’da, Guta’da, Der’a’da, Humus’ta veya Hama’da yaptığı bütün anlaşmalardan hemen sonra orada kalan direniş mensuplarının tamamı Rejim tarafından ya tutuklandı ya bir şekilde kaçırıldı ya da kendi kardeşlerine karşı savaşmak üzere cephelere ön saflara sürüldü. Ve şimdi onların çoğunun akıbeti belli değil. Bu durum İdlib’de de yaşanabilir, ileride muhtemel bir “Güvenli Bölge”de de yaşanabilir.
Şunu unutmayalım: Türkiye şuanda Fırat’ın batısında o iki ülkenin mutabakatıyla vardır. Fırat’ın doğusunda da şayet olacaksa yine bu iki ülkenin, ABD ve Rusya’nın mutabakatı sonucunda olacaktır. Yani Türkiye devrimin başında tek başına hareket edebilme imkanını şu veya bu sebeple kullanamadı ve bu şartlarda o imkan gözükmüyor.
RIDVAN KAYA: İdlib ve çevresi hem alan hem nüfus itibariyle çok büyük. Bu bölgede yaşayan milyonların Fırat Kalkanı bölgesine taşınması mümkün olamaz. Ve bu kadar büyük bir nüfus o daracık koridorda yaşayamaz. Türkiye’nin Suriye sınırı içinde güvenli bölge planının daha ziyade Türkiye’deki muhacirlerin bir bölümünün yerleştirilmesi için düşünüldüğü kanaatindeyim. Elbette güvenlik endişesi ön planda olmakla birlikte bunun ayrıca Suriye’nin geleceğinin belirleneceği toplantılarda Türkiye’nin elini güçlendirmeye yönelik bir koz olarak da düşünüldüğünü öngörebiliriz.
Bu konuyla bağlantılı olarak bir hususun altını çizmek isterim: Güvenli bölge, “terör koridoru”, PYD/PKK tehdidi ve benzeri tartışmalar, gündemler yüzünden Türkiye’de iktidarın söyleminde bir değişiklik yaşandığı izlenimi ortaya çıkıyor. Bu doğal olarak kamuoyunu da etkiliyor. PYD/PKK’nın varlığı ve ABD’nin bu işbirlikçi, taşeron yapıya verdiği desteğin Suriye’de asıl sorunu teşkil ettiği, hatta tek sorun olduğu şeklinde bir imaj, anlayış geliştiriliyor. Her ne kadar bu söylemi iktidarın siyasi taktik icabı öne çıkarttığını düşünsek de, kamuoyuna etkisi itibariyle bunun çok yanlış ve tehlikeli olduğunu vurgulamakta yarar görüyorum. Çünkü taktik olarak öne çıkartılan bazı söylemler ve siyasetler bir müddet sonra asıl haline gelebiliyor.
Bu noktada elbette PYD/PKK çok ciddi bir sorundur, ABD’nin varlığı çok büyük bir tehdittir ama bu, Suriye’de temel sorunun Esed rejimi olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu vahşi, katil rejimi ve onu ayakta tutmak adına Suriye halkını sistematik biçimde katleden, Suriye’yi işgal eden güçleri ikinci plana atan, görmezden gelen her yaklaşım sadece Suriye halkının yaşadığı acılara karşı bir insafsızlık olarak kalmaz, insanlık adına da büyük bir suç teşkil eder!
(DEVAM EDECEK…)
***
ÖNCEKİ BÖLÜM: Rusya ile Sıcak İlişkiler Türkiye ve İdlib'e Ne Getirdi, Ne Getirecek?
HABERE YORUM KAT