Gündeme dair hissiyat ve gazap…
İnsanlar gibi toplumlarda da, "denge istisna", değişim ve değişim sancısı, yani bir tür "bunalım kural"dır. Değişim ona uyum sağlamayı, ona göre yeniden yapılanmayı, esnekliği gerektirir.
Aksi takdirde, ya "kaos"a teslim olunur ya da kaosu zapturapt altına almaya çalışan bir merkezin, bir zihniyetin, meşruiyetini buradan alan başına buyruk toplumsal ruh ve siyasetin "tahakkümcü hükümranlığı"na...
Şüphe yok ki; böyle anlarda hakim zihniyete hükümranlığı, farklılığı küçümseyici bakışlar üretir, onu marjinal ilan eden duruşlar yaratır; garip bir çoğunluk, bunlarla özdeş kıldığı insan hakları sorunlarını, düşünce özgürlüğünü, demokrasiyi ve işlevlerini hafifsemeye, dışlamaya başlar.
Aslında, bu, konumları ne olursa olsun toplumun tüm bireyleri açısından faturası ağır olacak ciddi bir problemdir.
Bugüne bakın…
"İnsan, katılım, talep unsurları tedrici olarak rafa kaldırılmış" durumda… Bu durumu üreten siyasi algı ve siyasi yapı, bir girdap gibi önce kendi oyuncularını yemiş, ardından iyiden iyiye daralttığı düşünce ve toplumsal alanı tamamen emmeye, tümüyle emmeye yüz tutmuştur.
"Cemaatçi", "kavgacı", "rantçı" tavırlar bu tahakkümü pekiştiriyor.
Ne bu süreci başlatan sorunlara ilişkin bir adım atılıyor; ne soru sorulabiliyor ne de tartışılabiliyor...
Her soru, her tartışma çabası "yıkıcılık, bölücülük, düşmanlık" olarak yaftalanıyor, yerden yere vuruluyor, tartışan tarafın kimliğine, tutumuna, muhalifliğine işaret edilerek tartışmalar geçiştiriliyor.
Tartışma ve soru olmayınca sorunların ortada kalması kaçınılmazdır...
Ermeni özür tartışması, başörtüsü meselesi, Kürt sorunu hemen hepsi kutuplaşma ve alan daralması yaratan sorunlar halinde…
Hepsi ortada kalan, ortada bırakılan sorulardır bugün.
Dahası da var…
Bilmek gerekir ki, sorunların ortada kalması ne denli ciddi meseleyse; bizim gibi "merkeziyetçi bir zihniyet ve yapıya" sahip, devlet ile siyaset ilişkisini tamamen birincisinin egemenliğine bırakmış toplumlarda, devletin önerdiği çözüm reçetelerinin başarısız olması, o denli ciddi bir mesele haline gelir.
Ermeni sorunu, Kürt sorunu, başörtüsü sorunu bu açıdan paralel sorunlardır…
Yaşadığı tıkanıklar, hakim zihniyet dolayısıyla vesile oldukları çatışmalar yapısal sorunlar üretmektedir
Nitekim toplumu siyasete, siyaseti devlete endeksleyen, siyasi alan kadar devlet alanını da zaafa düşüren tehlike, bugünlerde sanıldığı gibi küçülmüyor; tersine, büyüyor.
Kanımız açık:
Bu noktada "sorun ve sorumluluk" hemen her alanda, sorun ve tartışmada siyasi olduğu kadar "ahlaki ve vicdani"dir…
Ne demek mi istiyoruz?
Ayhan Aktar'ın Taraf'ta yayınlanan son yazından bir alıntıyla, 1915'te İstanbul'da katliam suçu ile yargılanan Yozgat-Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey'in davasında şahitlik yapan, Müftü Abdullahzâde Mehmet Efendi'nin ifadesinden bir bölümle yanıtlayalım bu soruyu:
"Erkekler tutuklanıyor ve sürgüne gönderiliyordu, fakat nereye gönderilmekteydiler? Hiç kimse, bir şey bilmiyordu. Sonunda işittik ki; onları öldürüyorlardı. Erkeklerin ardından, kadınlar ve çocuklar da sürgüne gönderildi ve katledildi. Dine karşı bu ağır suçlardan dolayı fazlasıyla üzülmüştüm.
Kemal Bey bu durumu fark etti ve bir gün; 'Müftü Efendi, neden bu kadar üzgünsünüz, siz hükümetten daha mı merhametlisiniz?'
Ben de, 'Hayır, üzgün değilim, ancak Allah'ın gazâbından korkarım' diye cevapladım!" (Alemdar, 19 Şubat 1919)…"
YENİ ŞAFAK
YAZIYA YORUM KAT