Görsel medya ve tüketim mabetleri
Aşırı tüketimle gözleri körleşen bizler,
gereken yerlere ahlak duvarları çekmeyi bilemedik.
Jose Saramago
Kartezyen felsefenin kurucusu ve aydınlanmanın en önemli düşünürlerinden kabul edilen Descartes’in ontolojik gerçekliği salt düşünce üzerinden tarif eden “Düşünüyorum öyleyse varım” sözü günümüzde, “görünüyorum öyleyse varım” gibi fiili bir duruma evirildi artık. Bu anlayış, ontolojik tüm gerçekliği görüntüye indirgeyen insanın hakikate giden diğer bilgi kaynaklarını görmezlikten gelerek varoluş karmaşası yaşamasına sebep olmuştur. Böylece okumak, anlamak ve idrak etmekten çok seyretmek; bilmekten çok görünmek; akla ve kalbe hitap etmekten çok göze hitap etmek temel bir anlayış olarak benimsendi.
Daha önce nasıl ki Descartes’in tüm varlık gerekçesini bilimsellik adına “düşünce” üzerinden ifade etmesi eksik olmuşsa, bunu bugün “görüntüye” indirgemek de o şekilde eksik bir yaklaşım olmaktadır. İslam âlimleri, varlığın yegâne gerekçesi olarak gösterdikleri hakikat bilgisine ancak; duyular, akıl ve vahiy ile ulaşılabileceğinin tespitini yapmışlardır. Oysa bu sıralamada hakikat bilgisinin sadece bir aracı olan “görmek” çağdaş insanın idrakinin merkezine oturtularak hakikat ile arasında kurması gereken mesafe günden güne açılmaktadır.
Artık görünmek, göstermek ve görüntüyle var olmak hiç olmadığı kadar bu çağın en gözde ve en değerli işi olarak kabul edilmektedir. Yani düşüncenin aklın ve diğer duyuların pas geçilmesi hakikat arayışını inkıtaya uğratmaktadır. Öncelikle insanoğlunun varoluş sorgusunda ihtiyaç duyduğu içinde şüphe olmayan hakikat bilgisine ulaşmasının tek aracı gözlerden ibaretmiş gibi her şey gözlere hapsedildi bu çağda. En çok yanılan duyularımızdan olan gözlerimiz görüntü egemenliği üzerinden kurulan varlık dünyasında en çok yanılgıyı yaşamamıza sebep olmaktadır. Böylece idraki, görüntü bombardımanı altında törpülenmesi dolayısıyla bu çağın en mağduru gözleriyle düşünen insanlar olmaktadır.
Özellikle sosyal medyada göründüğü kadar var olma endişesine giren insan için görünmek, kendini göstermek ve hayatı sadece gösterilen görüntülerden ibaret saymak ve ekranda olamadığı süreyi adeta yaşamamış sayan ve hatta yok oluşa denk gören yeni bir insan modeli ile karşı karşıya gelmiş bulunmaktayız. Anlık, hızlı ve karmaşık görüntülerin en çok transfer edildiği bu çağda insan adeta en zayıf yeri olan gözlerinden vurulmuş ve idraki ağır yara almış bir mağdur durumundadır.
Diğer yandan görüntü hapsinde olan insanın gelişim süreci içeresinde ömür boyu yaşayacağı nörobiyolojik etkilerdir. Nörologların beyin yapısı ve hafıza kapasitesi üzerinde yaptıkları bazı araştırmalarda; insanın çocukluk çağından itibaren gördüğü ve duyduğu her şeyi hafızasında sakladığı tespitinde bulunmuşlardır. Ayrıca aynı zamanda her görüntü ve sembolün çağrışım yaptığı ve yansıttığı duygusal etkiler de beraber hafızaya kaydedilir. Küçükken yaşanan güzel bir anı, korkulan veya nefret edilen bir şey zihnin bir köşesinde saklı durur. Benzer bir ortam oluştuğunda da insan aynı duyguları, o şey yeniden oluyor gibi tekrar yaşar.[1] Dolayısıyla her görüntünün insan üzerinde oluşturduğu duygusal şiddete göre insan zihninde bir iz bıraktığını söyleyebiliriz. Bu iz, insan yaşadığı sürece onun yakasını bırakmamaktadır.
John Berger, “Her bakış eyleminin sonunda algıya gelen imge, zihinde bıraktığı iz ile bu görüntüleri kavramsallaştırır. Zihinde oluşan bu kavram hafızası zamanla kişinin kendi bilgi ve yargısını da dönüştürmeye başlar. Çünkü her imge bir görme biçimi oluşturduğun politik bir eyleme dönüşür”[2] Demektedir. Buradan da anlaşılacağı üzere hiçbir görüntünün masum olmadığı bilinmelidir. Görüntüyle beraber gönderilen her mesaj, insanın temel kabullerini oluşturduğu gibi politik tercihlerini de yönlendirebilmektedir. Dışarıdan alınan mesajın sık ve farklı kişi ve ortamlarca yapılan tekrarı o şeyin hafızada kalıcı hale gelmesini sağladığı gibi o şeyin meşru ve kabul edilebilir olduğu konusunda insanları ikna etme kapasitesi taşımaktadır. Kamusal alanların ekranlarda temsili ile beraber ekranlar aynı zamanda toplumsal kabullerin oluştuğu yerlere dönüştüğünü söyleyebiliriz. Ekranın meşrulaştırma özelliği de denen bu etki, kişinin görüntüler vasıtasıyla verilen bilgiyi özümseyerek zamanla toplumsal norm ve kişisel yargılarına dönüştürebilmektedir. Mesela son zamanlarda oldukça gündemleri meşgul eden illegal çetelerin oluşumu, şiddet, gayri meşru ilişkiler, ırkçılık, cinayet, nefret söylemleri ve aldatma gibi pek çok olumsuzluğun ekranlarda sürekli işlenmesi, karşıt tepkileri yumuşatarak zamanla kabul edilebilir hale getirmektedir.
Göstergeler ile üretilen algılar yoluyla gerçekliğin yitimine dikkat çeken ve yaşadığımız çağı “simülasyon çağı” kavramsallaştırması ile tanımlayan Jean Baudrillard, “Göstergenin temel işlevinin gerçekliğin ortadan kaybolmasını sağlamak ve aynı zamanda bu ortadan kayboluşu gizlemeye çalışmak olduğu bir dünyada yaşadığımız.”[3] İddiasındadır. Ayrıca “Her imgenin gerisinde ortadan kaybolan bir şey vardır (bu temsil ettiği şeyden çok ona bir gösterge gücü kazandıran imgeye özgü bir sihirbazlık numarasıdır). Haber/bilgi ve bellek hokkabazlığı da bu tür bir şey olup, her haberin gerisinde ortadan kaybolup giden bir olay vardır, haber adı altında olayların bizimle olan ilişkisine bir son verilmektedir.[4] Tespitiyle Baudrillard’ın dikkat çektiği şey çağın imajinatif sahtekârlığına ve simülatif aldanışlarına karşı adeta şifre çözücü bir rol oynamaktadır. Böylelikle artık ekranlar var olanı değil, var olması istenen algıların üretildiği ve gerçekliğin yitirildiği bir araca dönüştüğünü söyler. İnsanoğlunun var oluşunun en değerli özelliği olan hür irade ile tercih hakkı böylece ekranlar üzerinden üretilen çarpıtılan algılar ile elinden alınmaktadır.
Ayrıca insan beyni, her görüntü ile bir özdeşlik kurma gibi istem dışı bir duygu transferi yapma özelliğine sahiptir. Dolayısıyla her görüntünün taşıdığı sembolik ve kültürel mesaj, insanların duygu dünyasıyla bir etkileşime girmektedir. Her görüntünün analizini yapmaya çalışırsak sanırım tek bir görüntüden bile onlarca veri transferi yapıldığını tespit edebiliriz. Görüntüler en kısa yoldan ilk etkileşimi; renk, tasarım, düşünce yapısı ve akabinde dil, kültür ve hatta inançları bile etkileyen çok önemli bir zihinsel tasarım işlevi görmektedir. Acaba medya aracılığıyla gözlerimizden içeri aldığımız her görüntü bize hangi direktifleri veriyor ve bu görüntüler algı dünyamızı nasıl etkiliyor? Ayrıca yaşantı şekillerimizi ve kültürümüz üzerinde ne kadar etkili oluyor? Diye soracak olursak sanırım cevabını son yıllarda yaşadığımız büyük toplumsal değişikliği örnek verebiliriz. Kültür, inanç ve yaşam şekilleri olarak birbirlerinden tamamen farklı bir coğrafya ve faklı kültürden olan ve birbirlerine binlerce kilometre uzak olan bir Amerikalı ile bir Asyalı hiç birbirlerini zahiren görmedikleri ve beraber yaşamadıkları halde nasıl olurda birbirlerine bu kadar benzeyebilirler? İşte tüm bunların cevabı için medyanın tektipleştirici gücüne bakmak yeterlidir sanırım. Medya ekranlarına uzun süreli maruz kalanların ekranlarda dönen hâkim insan tipi ve kültür modeline dönüşerek birbirlerine benzeştiğini görmekteyiz. Kişilerin aynı şeyleri seyretmesi, aynı uygulamaları ve aynı dili kullanması, aynı şeyleri giyinmesi ve düşünmesi ayrıca aynı zincir gıda ünlerini kullanarak aynı damak zevkine sahip olması, dijital teknolojinin devasa kültür dönüştürücü, inançları yozlaştırıcı ve tektipleştirici gücünü göstermektedir.
Kültür egemenliğini medyatik gücü sayesinde elde eden batılı ülkeler bu gücünün büyük bir kısmını da şehirleşen modern toplumlardan almaktadır. Kutu gibi evlerde sosyal ilişkilerden kopuk, konfor düşkünü insanların kolaylıkla av oldukları bu sistemde; küresel medya, yapay zekâ ve algoritmik analizler ile kişiliklerini tanımladıkları kullanıcılarını isteyebilecekleri her şeyi ve ürünü sunarak onların dış dünya ile nasıl ilişki kuracakları hakkında da yönlendirici bir etki sağlamaktadırlar. Kullanıcılar üzerinde istenen siyasi algıların oluşumundan tutun tüketime dair tercihleri de bu kişiselleştirilmiş algoritmalar ile yönlendirilmektedir. İnsanların bir tık mesabesinde dünyada akan her türlü bilgiye ve habere hiçbir efor sarf etmeden ulaşabilmesi, küresel medyanın etkinliğini daha da artırmaktadır. İlk anlatıda sanki tüm bunların modern insana konfor sağladığı, zaman ve pratiklik kazandırdığı sanılsa da insanların duygu düşünce ve eylemlerinde hâkim kültürün etkisi altına girmesini daha da kolaylaşmaktadır. Medyanın tek bağlantı ile kullanıcı arasında kurduğu bu sıkı ilişki sayesinde bireyselleşen insan için zamanla sanal ve gerçek ilişkiler arasında algı ve duygu bölünmüşlüğü oluşturarak sosyal bir varlık olan insanları birbirlerinden koparmaktadırlar. Sosyal paylaşım yapmayan, yüz yüze sıcak iletişim kurmayan her türlü ihtilacını bir tık mesabesinde hapsolduğu ekranlardan gideren insanlar en değerli özelliklerinden olan duygusal yakınlık ve sosyal ilişki kurma gibi iletişim becerilerini kaybederek yalnızlıklara ve psikolojik çıkmazlara hapsolmasına sebep olmaktadır.
Diğer yandan ekran hâkimiyetinin bireyselleşen insanlar üzerinde zaman algısının yitimine dair tespittir. Çağdaş filozoflardan kabul edilen Byung-Chun Han, Özellikle dijital çağın insanlar üzerindeki psikososyal etkilerini incelediği araştırmalar ile konuyu gözler önüne sermektedir. “Zamanın Kokusu” adlı kitabında; “dijital ortamları yaşam alanı olarak kabul eden insanların ekranlar ve uygulamalar arasında mekik dokumasından dolayı akıp giden zaman algısını kaybetmektedir. Artık zaman belli bir amaca ve belli bir hedefe doğru akan sürekliliğini kaybederek noktalara (anlara) bölündüğünü, yani atomize olmaktadır.”[5] Tespitinde bulunur. Bu da bir zaman algı krizi oluşturur. Yani görüntüler arasında en çok haz veren kısa görüntü arayışının ekranlarda zaman ve mekân kısıtlaması olmadan devam etmesi kişileri var olan zamandan ve mekândan koparmaktadır. Dolayısıyla ekranda akan bu aşırı hareketlilik, insan yaşamındaki gerçek zaman ve mekân ile çelişki yaşamasına sebep olduğu gibi gerçek kişiler ve olaylar ile iletişim becerisini ortadan kaldırmaktadır.”[6] Bu da kişi tarafından zamanın gerçek olarak algılanmasını/yaşanmasını önlemekte ve bir zaman algısı krizine dönüşmektedir.
Medya her şeyi vakitli vakitsiz ekranlardan akan görüntüler ile gözler önüne sermektedir. Her türlü ihtiyacını ekranlardan tedarik eden böylece gerçekçi sosyal ilişkilerden zamanla kopan yalnızlaşan ve bireyselleşen insan, medya için çok iyi bir “av” olmaktadır. İşte insanı istediği gibi etrafındaki bağlardan izole olan insanı medya endüstrisi, istediği gibi enforme edebileceği bir şekilde görüntü yağmuruna tabi tutarak bilicini uyuşturmaktadır. Bilinci, seçiciliğini kaybeden insanın medyaya itaati artığı gibi endüstrinin; haber, dizi, magazin ve reklamların tekrar eden görüntülerine ve oradan enforme edilen mesajların büyülü imgelerine teslim olmaktan başka çaresi bulunmamaktadır. Bilinci uyuşturularak iradesini endüstrinin lehine kullanan insan, medyanın doğrularına ve direktiflerine ikna edildiğinden öz kontrol yeteneğini kaybetmektedir. Özellikle reklam endüstrisinde kısa sürelerle üretilen imgelerin sık tekrarları tüketim tercihleri üzerinde yönlendirici olduğu bilinmektedir. Reklam ve programlar içine subilimine edilen mesajlar ile belli bir süre sonra istemediği şeyi kendisi, kendi iradesiyle seçmiş ve istiyormuş izlenimini kişilerde uyandırması medyanın en büyük zaferidir.
Medya psikolojik olarak insandaki en güçlü dürtülerden olan “haz” üzerinden örgütlenir ve insanları tuzağa çeker. Haz, aynı zamanda insanın tüm eğilimlerini yönetebilme kudretindedir. Haz ise ihtiyaçların giderilmesi durumunda insana mutluluk veren duygudur. Onun için medya genelde ihtiyaç olan şeyleri pazarlamaz, ihtiyaç olmadığı halde ihtiyaçlar üretebilme kapasitesini kullanarak çeşitli ihtiyaçlar üretir ve pazarlar. Medyanın rıza imal eden enformasyon ağlarıyla, “Nöro Pazarlama”[7] yöntemleriyle sürekli ekranlardan “al” komutu veren ve bunu da kültürel dokuyu ve kişilik eğilimlerinin yapay zekâ teknolojisi ile analizlerini yaparak oluşturmaktadır. Ayrıca alıcı profilinin ihtiyacı olmadığı halde yapay ihtiyaçlar üreten sembol yüklü bir görüntü akışı sağlanmaktadır. Batılı kapitalist dünyanın vitrini olan medya reklamları; bir film içinde, bir oyun veya bir uygulama içinde ve hatta sıradan web sayfalarına serpiştirilerek kimi zamanda subilimine edilerek gösterilmektedir. Görüntüye maruz kalanların bilinçdışı belleklerinde bu ürünlerin yığınak yapmış imgeleri sürekli depolanmaktadır. Bu imgelerin komutları belli zaman ve şekillerde farkında olmadan kişileri alışveriş vitrinleri önüne çekerek bilinçdışı alışverişler yaptırtmaktadır. Parası olmadığı halde kapitalist dünyanın ürettiği kredili alış yöntemleriyle ve her aldığı ürünü “çok ucuza aldım” duygusu pompalayan çeşitli isimler adı altında ve özel günlerin vaz geçilmez kampanya ve sezon indirimleriyle insanlar mantık dışı alışveriş tuzaklarına çekilmektedirler. Kapitalist ruhun etkisine giren birçok insan bilinç dışı arzularıyla satın alıp bir kere dahi kullanmadan çöpe attığı nice ürünlerin olması, ihtiyaç dışı ve arzulara hapsedilmiş bir tüketim alışkanlığını doğurmaktadır. Malın “ihtiyaç” hiyerarşisinden çıkarak “değişim değeri” üzerinden değerlenmesiyle meta ile insan arasında ihtiyaç dışı gösterişçi bir ilişki gerçekleşir. Bu ilişki biçimine Karl Marx “Metafetişizm”[8] diyerek metalar ile olan ilişkideki farklılığı dile getirmişti. Bu tüketim alışkanlık modelinin son yıllarda aşırı derecede yaygınlık kazandığından dolayı evlerde çöp halini almış ve kullanılmayan nice fuzuli eşyanın yığınağına dönüşmüştür. Kapitalizmin ihtiyaç dışı alışverişi özendirerek ve özellikle de bunu bir ahlak ve bir davranış kalıbı haline getirmiş olmasından dolayı hem kişisel hem de toplumsal olarak kaynak israfı yanında kaybedilen servetin haddi hesabı yoktur.
Modern iktisat teorisi olarak kabul edilen ve adeta kapitalizmin sloganı haline dönüşen “Sınırsız insan ihtiyaçlarının sınırlı kaynaklarla karşılanması”[9] sözü temelde insan arzularını kamçılayan vahşi ve kapitalist ekonomiye zemin hazırlamıştır. Oysa insanın ihtiyaçları sonsuz değil aksine sınırlıdır. İnsanın gerçekte ihtiyacı olmayan şeylerin çağımızda reklam ve enformasyon ağlarıyla sürekli güdülenmesiyle insan arzuları bitmek tükenmek bilmeyen bir alışveriş çılgınlığına doğru sürüklenmektedir.
Tüketim ilişkilerini gerçek ihtiyaçlar hiyerarşisinden çıkarıp herkesi tüketici yapmayı başaran kapitalist güçlerin tüketimin kumandasıyla ekranları adeta bir mabede dönüştürerek tüm dünyanın toplumsal zenginliği olan kültürel çeşitliliği de ortadan kaldırmayı başarmıştır. Yüzbinlerce yıllık insanlık tarihinin kadim inanç, dil, kültür ve gelenekleri bir çırpıda dijital dünyanın tüketim silahıyla vurularak ortadan kalkmaya başlaması, sosyal ilişkilerde kültürel hazımsızlık ve toplumsal uyum sorunlarını beraberinde getirmektedir. Dünya ülkelerinin birçoğunda yaşanan bu hızlı değişim, doğal süreçler içeresinde oluşmadığı için kültürel yozlaşmaları ve şiddetli kuşak çatışmalarını beraberinde getirmiştir.
Sosyal bilimciler toplumsal değişim kuramlarında, toplumlardaki ani değişimlerin ne gibi sosyal maliyetler ürettiğinin tespitlerini uzun uzadıya yapmışlardır. Mesela bu çağda yaşadığımız hızlı değişimlerin ebeveyn ile çocukları arasında tanımlanan kuşaktan kuşağa gerçekleşen normal kültürel değişimlerin şimdi birkaç yıllık küçük aralıklılara kadar düştüğü görülmektedir. Sosyologların kuşak çatışması dedikleri uyumsuzluk artık nerdeyse iki kardeş arasında bile yaşanabilmektedir. Tabii ki bu hızlı değişimin tek müsebbibi olmasa da en büyük müsebbibinin medya olduğunu söyleyebiliriz. Medyanın görüntü taarruzlarına maruz kalanlar medyanın hâkim kültür ve inanç değerlerinden de o nispette etkilenmiş oluyorlar. Toplumsal değişimleri bizim gibi hızlı yaşayan toplumlarda sosyolog Emile Durkheim’in kavramsallaştırdığı “anomi”[10] dediği toplumsal anormallik, uyumsuzluk ve düzensizlikler ortaya çıkarmaktadır. Yaşadığımız bu “anomi” halinin kuşaklar arası ilişkileri kopardığı, toplumsal kaynaştırıcı değerlerden ve özellikle de din ve binlerce yıllık zaman zarfında oluşan kültürel kabullerden uzaklaştırdığı gibi hızla sağlıksız ve kimliksiz bir topluma doğru sürüklemektedir.
Endüstriyel medyanın her şeyi görüntüleyerek paketlendiği ihtiyaç ve arzuları ekranlara sıkıştırma çabasını sıradan bir tüketim stratejisi olarak düşünemeyiz. Tüketim üzerinden güç devşiren ve bu gücünü de mazlumlara zulüm olarak doğrultan egemenlerin çok derin siyasi hesaplarının olduğunu bilmemiz gerekmektedir.
Hülasa; bir ucu siyaset diğer ucu ticaret olan medyayı sadece ürün pazarlayan bir eğlence vitrini olarak değil geri plandaki işleyen siyasi hedeflerini algılamamız ve bunların belli analizlerini yapmak her zamankinden daha fazla ihtiyacımız vardır. Siyasi ve ticari hedeflerini harmanlayarak kültür, inanç ve değerler empoze eden hakim medyanın bu gücüne karşı uyuşturulan zihinleri yeniden uyandırmak ve bilinç kazandırmak sorumluluk sahibi herkesin üzerine alması gereken önemli bir görevdir.
Küresel kapitalizmin; var olma mücadelesini ve endişesini tüketim mallarına ve görsel hazlara indirgeyen; sahip olduğun, tükettiğin veya göründüğün ve gösterdiğin kadar varsın diyen ideolojisine karşı elimizdeki en etkili yöntem nedir? Diye sorduğumuzda hiç kuşkusuz bu sorunun cevabı bir Müslüman için oldukça açıktır. Kapitalizmin arzuları kışkırtan, bedenleri haz mabedine dönüştüren yıkıcı gücüne karşı; çağlar, otoriteler, araçlar değişse de zihinleri ve bedenleri kirletilen çeşitli güç odakları tarafından esir edilmiş, sahte cennetlere ikna olmuş insanın kaybettiği yolunu yeniden bulabileceği yegâne kurtuluş reçetesi, Allah’ın kelamı olan vahye sarılmak ve inananlar ile beraber yürümek olduğunu biliyoruz.
[1] Tekerci Hacer, Erken Çocukluk Döneminde Duyu Eğitimi ve Nörobilim, Adlı makalesi.
[2] Berger John, Görme Biçimleri, (Çeviren: Yurdanur Salman), Metis Yayınları, İstanbul, 1995, s:9.
[3] Baudrillard Jean, Her Yer Ekran, Doğu Batı Yayınları, (Çev: Oğuz Adanır) İstanbul, 1997, s.139.
[4] Baudrillard Jean, Age. s.139.
[5] Han Byung-Chun, Zamanın Kokusu, Metis Yayınları, İstanbul, 2018, s.16-22
[6] Han Byung-Chun, Zamanın Kokusu, Metis Yayınları, İstanbul, 2018, s.22-29.
[7] Nöro Pazarlama (Neuromarketing): Tüketici davranışlarını anlamaya, insan beynindeki satın alma algısını baştan sona inceleyen ve bu davranışların oluşmasındaki psikolojik ya da sosyal nedenlerin ve sonuçlarından bir pazarlama stratejisi geliştirme tekniğine denir.
[8] Marx Karl, Das Kapital, cilt 1, Eriş Yayınları, İstanbul, s.88
[9] İktisat Biliminin Temel Teorisi olarak kabul edilmektedir.
[10] Anomi: Toplumsal yasaların hükmünü kaybetmesi, kuralsızlık ve kaos anlamına gelir. Sosyolojide önemli bir yer tutan anomi terimi, birey ile toplum arasında çatışma yaşanması ve toplumsal normların geçerliliğini yitirmesi anlamında kullanılır.
YAZIYA YORUM KAT