Görsel kültürün fıtrata etkisi
"Artık hayatın haberleri, “bildirimleri” görüntülerle geliyor. Görüntülerin çoğullaştığı, görüntülere boğulmuş bir dünyâda, bir zaman sonra görüntüler mânâsını kaybediyor. Görüntülerden bir duygu türetemiyoruz artık."
Süleyman Seyfi Öğün/Yeni Şafak
Umarsızlık
Bizim nesillerin çocukluğunda sinemaya gitmek başlı başına ayinsel bir hâdiseydi. Seyredilecek filmin câzibesi bir tarafa, sinemaya gitmek için hazırlanmak, bilet almak, âdeta saraya benzer bir dekorla süslenmiş, ışıklandırılmış salona girmek, rahat koltuklara oturmak, gong sesi ve filmin ilk karelerinin beyaz perdeye aksetmesi… Her bir aşaması gerçeküstü ve büyüleyiciydi. Film bittikten sonra, sinemayı terk eden insanların yüz ifâdeleri bile bir tuhaf olur; dışarıda, hayât gâileleri içinde koşturan insanlarınkine benzemezdi. Onlar bir âyinden çıkan topluluklara benzerlerdi. Tuhaf bir yumuşama, dalgınlık hissederdim o bakışlarda. Muhtemelen zihinleri hâlâ seyrettikleri filmdeki birkaç sahneye takılı olurdu..
Gerçek ile hayal arasındaki hudutların tuhaf bir şekilde yer değiştirdiği bir tecrübedir sinema. Tiyatroda bu mümkün değildi. Seyirci dâima kendisini oyunun dışında hisseder. Sinema öyle mi? Gerçeklik duygusunu sonuna kadar zorlar ve izleyicisini içine alır. Meselâ korku filmlerinde bu çok keskin hissedilirdi. Vampirin dişlerini boynunuzda hissedersiniz. Kanlı bir kâtil tarafından kovalanan siz olursunuz. Dehşet sahnelerinde insanların gözlerini kapaması, başını yanında oturanın arkasına saklamak istemesi bilinen hâdiselerdir. O sahnelerde birileri hemen devreye girer ve “Yahu film bu, korkmayın!” diye etrafındakileri -bana kalırsa- en başta kendilerini rahatlatırlar...
Sinemada seyirci bir veyâ iki saat zarfında kendisinden çıkar, seyrettiği filmin içine girer. Bu korku, dehşet vb duygular üzerinden alabildiğine edilgin olabileceği gibi; kendisini oyunculardan birisiyle özdeşleştirdiği aldatıcı görüntülere dayanan destansı (fantazmagorik/epik) sanal bir tecrübe üzerinden de olabilirdi. Nitekim başta Hollywood olmak üzere bâzı konvansiyonel dünya sinema sektörleri, insanların çok arzulamakla berâber kendi gerçek hayatlarında asla yaşayamayacağı bâzı hâdiseleri, kurgulayan ve oyuncularına inandırıcı bir şekilde oynatan filmler çekmiştir. Tesirli bir reklam kampanyasıyla kültleştirilen bu filmler, milyonlarla, milyarlarla buluşmuştur. Verenlerin kazandıklarıyla, alanların ise yaşadıkları o fantazmagorik tecrübeyle mutlu oldukları hâllerdir bunlar. Doğrusu ben, sinema öncesi dünyâlardaki insan mimik, jest ve davranışlarının, sinema sonrası örüntülerle çok farklı olduğunu düşünürüm. Meselâ her ikisine “davranış” der geçeriz. Behaviors, daha çok sinema öncesinin görece çok daha az işlenmiş, etiketlendirilmiş davranışlarıdır. Sinema sonrası insanlarda onun yerine kodlanmış, etiketlendirilmiş davranışlar, yâni manners baskın ve yaygın hâle gelmiştir. (Buna, o günlere kadar sâdece aristokrasinin tekelinde kalan etiketlenmiş, işlenmiş davranış örüntülerinin demokratizasyonu da diyebiliriz. Hâl ve hareketlerimizde, farkında olalım veyâ olmayalım, seyretmiş olduğumuz filmlerde, özdeşleşme tecrübeleri yaşadığımız aktör veyâ aktristlerin hâl ve hareketleri izlenimleri uçuşur.
Sheakespeare, oyundan evvel sahneye çıkar ve seyircileri dünyânın bir tiyatro olduğu (theatrum mundi), seyirci-oyuncu ayırımının olmadığını, herkesin sahnede yaşadığını hatırlatırdı. Zaman içinde tiyatro dünya (theatrum mundi) sinema dünyâ’ya (cinema mundi) inkılâb etti. Artık özdeşleşme o kadar doğrudandı ki, Sheakespeare tarzı bir hatırlatmaya ihtiyaç kalmıyordu.
Gelin görün ki, son yarım asırda yaşadığımız görsel devrimler, tiyatronun dile getirip kısmen başarabildiği, konvansiyonel sinemanın ise topyekûn başardığı özdeşleşme ilişkilerini kökten bir şekilde ortadan kaldırdı. Artık hayatın haberleri, “bildirimleri” görüntülerle geliyor. Görüntülerin çoğullaştığı, görüntülere boğulmuş bir dünyâda, bir zaman sonra görüntüler mânâsını kaybediyor. Görüntülerden bir duygu türetemiyoruz artık. Çünkü bunun olabilmesi için, görüntülerden çıkıp, onların izlenimleriyle baş başa kalabileceğimiz özerk anlara ihtiyacımız var. Ama görüntü bombardımanı bir lâhza kesilmiyor ki... Biri bitmeden diğeri başlıyor. Artık özdeşlikler doğuran duygulu (feelings) tecrübelerin yerini, özdeşleşmeye kapalı duygulanımsal (emotional) tecrübeler alıyor.
Bunu, konvansiyonel sinemanın dramatik dönüşümünde de görebiliyoruz. Dizi(serial) artık konvansiyonel sinemanın yeni adıdır. Artık hayatlarımız konvansiyonel sinemayı değil, konvansiyonel sinema hayatlarımızı yansıtıyor. Eskiden konvansiyonel sinema hayatlarımızda uzardı. Şimdi ise hayatlarımız konvansiyonel sinemada uzuyor. Bu sâdece demokratik değil, ultra demokratik veyâ anarkodemokratik bir süreç. Eskiden sinemada olmayacak, olunamayacak şeylerin sanal tecrübesini yaşar, bu tecrübenin tortularından hâllenir ve tavırlanırdık. Şimdi ise içimizde olup da eksik kalan, açığa çıkmayan ve çıkaramadığımız ne varsa onların perde veyâ ekranda tamamlanmasını arzu ediyoruz.
Bu, tam da anti-Sheakespearyen; yâni seyirci ile oyun ve oyuncunun keskin bir şekilde ayrıştığı bir dünyâdır bu. Birileri oynayacak, diğerleri seyredecektir. Ama aslında doğrusu şu: Birileri (bizi) oynayacak, diğerleri (biz, bizi) seyredeceğizdir. Bu kültürün narsisizmle eşleşmesinin bir yansımasıdır elbette. Narcissus en arı ve duru seyircidir. Onun özgörüntüsü ile kurduğu ilişki duygusal değil, takıntılıdır. Bu takıntı gören ile görülenin bizâtihi özdeş olduğu, yâni bir özdeşleşme gerektirmediği zahmetsiz ve donuk bir hâldir. Bu donukluk sürekli yer değiştirmeler ve yeni bir şeyleri tecrübe etmeler, yeni bir şeyleri takıp takıştırmalarla giderilir. Bunun dışında kalan tekmil görüntülü bildirimler için ek hormonal uyarıcılara ihtiyaç vardır. Çağdaş insanın görüntülere bağlayan bağ esasta, parça başına merak yüklü bir takıntıdır. Her marjinal görüntü parçasının, bir evvelkini unutturacak kadar duygulanımsal (emotional) olmasını ister. (Değilse sıkılır ve bırakır). Dolayısıyla hâdiselerin, maddî olsun gayrımaddî olsun sebep veyâ neticeleri hiç mühim değildir. Ahlâkî tartışmalar ise lüzûmsuzdur. Mühim olan hâdiselerin tırmanmasıyla eşlenen hormonal tırmanmanın kendisidir.
Şimdi anlıyoruz değil mi, insanlığın toptan yok oluşuna sebep olacak bir büyük savaşın tırmanışını bu kadar pornografik, bir o kadar umarsız tâkip etmenin ve bunu durdurmak için hiç kimsenin miskal-i zerre olsun bir şey yapmamasının sırrını... Gâliba her şey birdenbire olacak, üstelik göz göre göre…
HABERE YORUM KAT