Görmenin farklı bir yolu olarak fotoğraf
Gökhan Özcan, modern bir araç olan fotoğrafların tarihe tanıklık etmede oynadığı rolünü yazdı.
Gökhan Özcan / Fokus Plus
Fotoğraflar ince uçlu kalemle tarih yazar
Sultan II. Abdülhamid Han’ın dönemin en önemli fotoğrafçılarının eserleriyle oluşturduğu Yıldız Fotoğraf Koleksiyonu 19. yüzyılın en büyük görsel arşivi olarak biliniyor. Toplam 918 albüm ve 36 binin üstünde fotoğrafın bulunduğu bu zengin arşiv, Osmanlı topraklarındaki camileri, külliyeleri, imaretleri, devlete ait çeşitli yapıları, meydanları, kervansarayları, mektepleri, hastaneleri ve elbette bu kompozisyon içindeki insanları kayıt altında tutuyor ve Osmanlı medeniyet mirasını gözler önüne seriyor. Gerçekten paha biçilmez bir hazine… Bu fotoğraflarda tarih kitaplarında anlatılanlardan çok daha fazlasını bulmak mümkün çünkü.
Fotoğrafın kendine özgü bir tarih anlatımı var. Geçmişi, geçmişin insanlarını, mekanlarını, şehirlerini, şehirlerin dışında kalan köyleri, kırları, dağları, denizleri, ormanları ve daha nice başka şeyi fotoğraflardan okuyabildiğiniz gibi hiçbir tarih kitabından okuyamıyorsunuz. Abdülhamid Han’ın arşivi, Osmanlı’yı bir hayal devleti olmaktan çıkarıyor, müşahhas biçimde önümüze koyuyor. Sadece Osmanlı asırları boyunca hayatın neye benzediğini değil, o günlerden bugünlere ne kadar çok şeyin değiştiğini de müşahede ediyorsunuz o fotoğraflarda.
Tabii bu büyük görsel miras, bu derin görsel hafıza ilginizi çekiyorsa!
Fotoğrafların hayata şahitliğinin ve bu şahitliğin ne kadar değerli olduğunun çok da farkında olduğumuz kanaatinde değilim ne yazık ki! Hemen herkesin her gün onlarca kare fotoğraf çektiği bir zamanda bunu söylemek daha da can acıtıcı.
Zaman, fotoğraf ve kare…
Uzun zamandır fotoğrafla ilgileniyorum; izleyici tarafım çok daha eski. 2000’li yılların başından beri de bizzat elime makineyi alıyor, hasbelkader önüme çıkabilecek muhtemel karelerin peşine düşüyorum. Amatörce bir gayretle binlerce kare fotoğraf çektim. Pek azı kartın üstünde basılı halde, çok daha büyük bir kısmı bilgisayarımdaki dijital arşivimde birikmeye devam ediyor. Zamanın derinliği içinde bizzat fotoğraf çekerek geçirdiğim bu yirmi yılın ne kadar uzun bir zaman demek olduğunu, içine ne kadar çok şey sığdırdığını ve getirdiği yeniliklere karşın ne çok şeyi de eski bir hatıraya dönüştürdüğünü idrak edebilmek adına zaman zaman bu dibini bulamadığım arşive dalıyorum.
Şimdilerde hayatın büyük kargaşası içinde sağa sola koşuştururken zamanı günlerin içinde kaybediyor, hayatın büyük ve kendimizin ona göre daha küçük hikayesinden kopuyoruz sıklıkla. Malum, zaman soyut bir kavram, kelamcılar, mutasavvıflar, filozoflar varlığını-yokluğunu dahi asırlarca konuşmuş tartışmışlar. Hayatın farkında olduğumuzda, yaşadıklarımızı üstüne iliştirdiğimiz şey aslında belki de zaman. Farkında olmadığımızda, yaşadıklarımızla birlikte zaman da silinip gidiyor.
Hep ileriye bakmanın salık verildiği bir yaşama kültürü içinden geçiyoruz bugün. Hafızasını bir ağırlık olarak görüp yanında taşımak istemiyor insanlar. Oysa bir hikaye için en önemli şey bir şeylerin nereden gelip nereye gittiğidir. Hayat sayısız hikayecikten oluşan bir büyük hikaye olduğuna göre şimdilerde pek revaçta olan bu hafıza kaçkınlığını gönüllü olduğumuz bir bilinç kaybı problemi olarak okumak çok da yanlış olmaz.
Evlerdeki dolap çekmecelerinden, sehpa üstü albümlerden sürgün edileli çok zaman geçmiş eski sararmış fotoğraflara bugün ancak antika pazarlarında rastlıyoruz. Sıradan hayatların zamanın üstüne iliştirilmiş dokunaklı hikayeleri vardır bu fotoğraflarda. Dikkatli bakarsanız kim bilir ne zaman objektife gülümsemiş o evvel zaman karakterlerinin hayatlarına dair pek çok şeyi okursunuz yüzlerinden, bakışlarından, duruşlarından, giyim kuşamlarından. O sararmış fotoğrafların bazılarının arkasında “Benim cansız hayalım, size bir hatıra kalsın” benzeri ifadeler yazılıdır, mükemmel el yazılarıyla. Muhtemel ki, zamanın bir yerinde kendi hikayesinde yaşayıp geçen ve bu faniliğin idrakinde olan insanların kendi varoluşlarına dair bir iz, bir hatıra, bir hoş seda bırakmaktır bundan murad ettikleri.
Ya hayat, ya değişip duran şehirler, meydanlar, caddeler, sokaklar… Köyler, kırlar, dağlar, denizler ırmaklar… Ve bütün bunları hikayeleriyle birbirine bağlayan insanlar… Onlardan izler, hatıralar, dersler toplamalı değil miyiz? Her şeyin her şeyle ilgisini kurabilmek ve dolayısıyla olan bitenden anlamlı bir bütünlük kurabilmek için…
Eski İstanbul’u hafızalara kazıyan isim: Ara Güler
Birkaç örnek daha vereyim… ‘Eski İstanbul’ diye bir söz, bir kalıp, bir ezber ve hatta bir slogan dolaşıyor değil mi dillerimizde. Üstüne şiirler, romanlar yazılan, şarkılar bestelenen, nostaljisi, turizmi yapılan… Peki, neden söz ediyoruz eski İstanbul derken? Neye, nereye benziyor eski İstanbul? Herkesin kafasında birtakım görüntüler oluşuveriyor değil mi kendiliğinden? Daha yeşil, daha tenha, daha güzel, daha yoksul, daha samimi, daha şiirsel bir İstanbul… Caddelerinde tramvaylar çalışıyor, modern kıyafetli insanlarla geleneksel giyinenler yan yana yürüyor caddelerde… Balıkçılar ahşap kayıklarda, tersane işçileri yorgun, kirli… Aşıklar hercai… Pek vasıta geçmeyen taşlık sokaklarda çocuklar oynuyor cıvıl cıvıl… Seyyar satıcılar, en çok da bir değneğin iki ucuna astığı bakraçlarla ortalığı inleten yoğurtçular var yine o sokaklarda. Evden eve uzanan çamaşırlar, pencereden pencereye laf yetiştiren hamarat ev kadınları, şehir hatları vapurunda gazetesine göz gezdirirken çayını yudumlayan memur taifesinin mesaiden eve dönüşleri… Gün batarken sebepsiz, İstanbul hüznü yükleniyor hep bakışlara… Tanıdınız değil mi bu İstanbul’u? İşte bu İstanbul Ara Güler’in eski İstanbul’u! Ne kadar işlemiş derin hafızamıza? Eski İstanbul belki başka birkaç şeyle birlikte ne kadar da Ara Güler’in objektifindeki İstanbul! Gelmiş geçmiş en büyük fotoğrafçılardan biri Ara Güler, sadece bizim için değil dünya için de böyle bu… Ama aynı zamanda bir tarihçi o! Hayatın kitaplara geçmeyen ve aslında bize çok daha yakın bir yerde akan tarihinin kaydını tuttu yıllarca fotoğraflarıyla.
Bir başka örnek Sebastiao Salgado… Fotoğraf sanatının ve belgesel fotoğrafçılığın sayısız ödül sahibi Brezilyalı büyük ismi… Yeryüzünde adım atmadığı yer, ücra köşe kalmamış büyük bir sanatçı, deha seviyesinde bir gözlemci, hatta bir görülmemiş coğrafyalar şairi… Güzelliğin acılarla, yoksullukların zenginliklerle iç içe olduğu çelişkiler dünyasının ressamı… Onun fotoğrafları, katılabileceğiniz en kapsamlı dünya turlarının gösterebileceğinden yüz kat fazlasını vadeder size. Ne kadar olağanüstülüklerle dolu bir gezegende yaşadığımızı hatırlatan sayısız fotoğrafıyla insanoğlunun o büyük ve gizemli hikayesini aşikâr kılar.
Fotoğraf görmenin özgün bir yoludur aslında herkes için… Bu özgünlüğü yakalayabilenler için göstermenin de bir imkanıdır aynı zamanda. Gösterilene bakmayı sessizce kabul ediyoruz biz yeni zamanlarda, görmeyi arama gayretinin yerine koyuyoruz bu hazırcılığı. Bu da bir tür körleşme aslında… İnsanlığı insan sayısı kadar çoğaltılabilecek bir bakış zenginliğinden mahrum kıran bir ihmal, bir gevşeklik, bir zayıflık… Herkesin fotoğraf çektiği ama kimsenin hayata kendine özgü bakışıyla bakmadığı bir zifiri görsel uğultu…
Fotoğrafların anlattığı hikayelere bigâne kalabalıklar haline geldik. Bol bol fotoğraf çekiyor ama dönüp onlara arayan bir gözle bakmıyoruz. En kabiliyetsiz ellerin çektiği karelerde bile hayatın bize ulaştıracağı sözler var oysa. Selfie çekip paylaşıyoruz durmadan, kendimizle perdeliyoruz belki de görülebilecek, görülmeye değer her şeyi. Paylaşma kültürü kendi hayatımızdan bile bir pay bırakmıyor aslında bize. Sürekli akan, durmayan, durulmayan, dinginleşmeyen mecralara bırakıyoruz çünkü çektiğimiz fotoğrafları, akıntı alıp gözden uzak yerlere, geçiciliğin kör kuyularına götürüp döküyor hepsini.
Binlerce kare fotoğraf çekmişim geçen yirmi yılda… Hacı Bayram’ın arka sokakları artık yerinde değil mesela, her şey değişti. O sokaklarda oynayan çocuklar şimdi kim bilir nerede, ne halde? Ankara, Bursa, İstanbul, Kastamonu, Sinop, Konya, Kahramanmaraş ne çok şeyi geride bıraktı sessizce? Kaç mevsim gelip geçti, bozkırın, dağların, yaylaların, düzlüklerin, ırmakların, göllerin, denizlerin yanından, yöresinden. Ne çok gün doğdu, gün battı, ne çok çiçek açtı, ne çok yağmur yağdı, ne çok kar serpiştirdi zirvelere. Hepsi birbirinden farklı, özgün ve gizemli… Kare kare sayısız fotoğraf birikmiş ve çekilmemiş ama zihnimde canlı sayısız başka muhayyel fotoğrafla birlikte birikmeye devam ediyor arşivimde. Hafızamda, bilgisayarımın dijital hafızasına sığmayacak kadar çok şey var. Fotoğraflar, görmeden geçmenin ve görüp geçmenin önünde bir engel belli ki… İnsanca bir dikkat, bir hayat arayıcılığı ekliyor insanın ruhuna.
Keşke dönüp baksak, başkalarıyla paylaşmadan önce alıcı gözüyle baksak çektiğimiz fotoğraflara. Ve sonra yine baksak ara sıra. Bir zaman gelecek, hayatın da oradan bize bakmakta olduğunu göreceğiz belki de.
HABERE YORUM KAT