Göl Kıyısında Bir Şehir Lozan
Her sene İtalya’nın Bologna şehrinde yapılan Uluslararası Çocuk Kitapları Fuarı özellikle yazar ve yayıncılar için tam bir kitap cennetidir. Biz de Fuara katılıp rafların, stantların arasında epey kitap tozu yutup, kitap ve yayıncılık sektörünün dünya çapındaki pürmelalini idrake çalıştığımız dört güzel yorucu günün ardından, rotamızı İsviçre’ye çevirdik. Meslek aşkıyla çıkılan seyahatlarden sonra yapılan kültür gezileri işin en keyifli yanıdır. İşte Fuar sonrası, yola birlikte çıktığımız rehberimle birlikte İsviçre’ye gitmek üzere trendeyiz. Avrupa’dan şehirden şehre, ülkeden ülkeye en aktif karayolu olarak tercih edilen hızlı trenle, yaklaşık beş saat sonra İsviçre’nin Lozan şehrinde olacağız. Fakat güzergâhımızdaki İtalya’nın önemli şehirlerinden Milano’yu birkaç saatliğine de olsa görmek istiyoruz. O nedenle biletimizi aktarmalı aldık. Yani önce Milano, ardından trenle Lozan’a devam edeceğiz.
Milano’ya Küçük Bir Selamlama
Tren Milano’ya yaklaşınca, çıkış için ilerliyoruz. Garın şehir merkezinde olması ve yürüme mesafesiyle her yere yakınlığı bizim için avantaj. Eşyalarımızı bagaj emanete bırakıp yaklaşık üç saatimizi değerlendirmek için şehrin merkezine doğru yürüyoruz. Futbol takımları, araba ve moda sektörüyle ünlü şehir Milano, İtalya’nın diğer tarihi şehirlerine oranla daha gösterişsiz, ruhsuz görünüyor gözüme. Tarihi yerleri de oldukça azmış. Daha çok sosyal hayat ve alışveriş yoğunluklu bir yerleşim olduğunu daha şehre adım atar atmaz hissediyorsunuz.
Doğrusu hiç görmediğimiz bir şehrin üç saatte ne kadarı keşfedilirse o kadarına talibiz. Üstelik yalnızca acelemiz yok, eni konu da açız. Öncelikle bir Türk lokantası arayıp bulup, ekmek arası dönerden müteşekkil öğünümüzü yedik. Kendimi bahtiyar hissettiğim anlardan biri bu. Hem doymuş olmanın hem de lokantada çalışan Türkiyeli gençten birkaç alışveriş adresi alabilmenin mutluluğuyla yeniden yola koyuluyoruz.
Montenapoleone Caddesi
İşte Milano’nun alışveriş’te en ünlü caddesi Montenapoleone’dayız. Sağlı sollu dünyaca ünlü bütün markaların arzı endam ettiği caddenin kaldırımlarında göz ucuyla vitrinleri inceleyerek yürüyorum. Caddenin ve mağazaların hareketli ortamına bakılırsa, kalburüstü diye nitelenen burjuvanın fütursuzca para harcadığı merkezlerden biri burası. Fiyatların astronomik olduğunu söylemeye bile gerek yok. Sadece küçük bir örnek: Dünyaca ünlü marka çantaların fiyatları 2000 ila 12 bin avro arasında değişiyor. “Gittiğim her şehirden bir şey almalıyım.” takıntısını aşalı epey oldu. Hele bu caddede gezmenin bile külliyen zarar olduğunu derhal idrak etmiş bulunmaktayım. Şehrin diğer caddelerine doğru uygun adım yürüyoruz. Yolumun üzerindeki bir ayakkabı mağazasından bir çift spor ayakkabı alıyorum. Milano’nun müthiş ayakkabı kreasyonuna biraz ters bir seçim oldu ama yolculuğumun diğer kısmını rahat geçireceğim için mutluyum. Rastladığımız sokak pazarlarından ve birkaç hediyelik eşya dükkânından küçük hediyelikler alıp hiçbir tarihi mekânı ziyaret edemeden gara doğru yeniden yürüyüşe geçiyoruz.
Yolumuzun üstüne çıkan park bizi biraz soluklandırabilir. Banklardan birine oturup etrafı seyre dalıyorum. Az ilerideki bir bankın üzerine serili, kirli bir battaniye ile örtülmüş yatak dikkatimi çekiyor. Milano’nun göbeğindeki parkta bir evsiz barınağı mı? Az önce vitrinlerini seyri sefer ettiğimiz mağazaların, markaların fiyat ve nümayişte birbiriyle yarıştığı caddeden çok da uzakta değiliz. Bu ivedi geçiş havsalamı zorluyor. Şaşkınlığımı aşamadan, pejmürde giyimli bir adam gelip yatağın üzerine oturuyor. Eli yüzü kir içinde, karmakarışık, uzun ve bakımsız saçlarıyla, çökmüş avurtları ve çelimsiz vücuduyla çaresizliğin yükünü yüklenmiş bir evsiz bu! Dalıp gidiyorum. Yoksulluk ve kimsesizlik nerede olursanız olun, sanki terk edilmiş metruk evler hüznünde karşınıza dikiliyor. İnsanların bir çantaya binlerce lira sayabildiği bir şehirde herkesin ferah içinde olduğunu düşünmek budalalık… İnsana hizmet ediyor gibi görünen kapital sistem bir yanıltmaca… Moda’nın merkezinde bir evsiz, garip bir enstantane olarak yer ediyor zihnime.
Lozan Yolcusu Kalmasın
Kalkmak üzere olan trene ramak kala yetişiyoruz. İstikamet Lozan. Hava karardı. Trenin kafe bölümünde kahvemi içerken düşünüyorum. İsviçre’yi ta çocukluk yıllarında, en sevdiğim arkadaşlarımdan birini uğurladığım uzaklardaki ülke olarak kodlamıştım zihnime. Nazan mıydı adı? Orada çalışan babasıyla yaşamak için aramızdan ayrılmış ve bir sene sonra tatile geldiğinde bana bir kolye saat getirmişti. Boynuma astığım bu ilginç hediye, saatleriyle ünlü bu ülkeye merakımı da o yıllardan celbetmişti. Nazan şimdi kim bilir nerede? Birbirimizden haberdar olsaydık, “Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur.” tahayyülünü gerçekleştirebilirdik belki.
Bir de Heidi vardı; çocukluğumda birebir kendimle özdeşleştirdiğim o muazzam çizgi film karakteri… İsviçre Alplerinde, dedesiyle birlikte yaşayan o hayat enerjisi hiç tükenmeyen kız… İşte onun yaşadığı Alpleri keşif de gezi planımızın içinde olunca bizi ilginç bir haftanın beklediğini hissediyorum.
İki saati aşkın yolculuğun ardından Lozan’a geliyoruz. Trenden inerken her zamanki gibi yine tarihle müsemma seyahat şuurum tazeleniyor. Lozan denince hepimizin ilk aklına gelen o meşhur Antlaşmanın yapıldığı şehre adım atmak, o günlere dair okumalarımı güncelliyor. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere, Fransa ve İtalya’nın başı çektiği galip devletler ile TBMM arasında yapılan ve Barış Antlaşması olarak tarihe geçen Lozan, dayatmalarla yapılan zoraki bir barış açmazında aklımda düğümleniyor. Ülkeler ve şehirler tuhaf bir gizemin içinde… Geçmişin ardından asude bir gerilimle okunmayı bekliyorlar adeta. Hele bir de ziyaret ettiğiniz şehir, yaşadığınız vatanın kaderinde dayatmacı nüfusuyla yer ettiyse daha da çetrefil bir hal alıyor. Lozan hakkında yaklaşık yüz yıldır tartışmalar yapıldı durdu. Antlaşmanın Türkiye Temsilcisi İsmet Paşa kimilerine göre askeri bir deha olarak ülkeyi bir uçurumun kenarından kurtardı, kimilerine göre ise Batılı Devletlere verdiği tavizlerle hepimizi ipotek altına soktu. Hâlbuki olaya birilerini kahramanlaştırmak tarafgirliğinden bakmazsak, mesele son derece açıktı. Antlaşma hükümlerinde memleket sınırlarının, boğazların ve de daha pek çok hususi meselenin yalnızca Batı’nın lehine olacak şekilde düzenlenmesi bile bize bu barışın kazandırdığı ve kaybettirdikleri hakkında önemli bir perspektif sunabilirdi.
Evde bir Türkiyeli Kedi
Ben Lozan’la böyle halleşirken bizi karşılamaya gelen dostumuzun, arabasıyla garın önünde beklediğini görüyoruz. Yabancı bir yerde, direk otele gitmek yerine gülen bir çehrenin sizi karşılaması şehre olan emniyet hislerinizi perçinler. Birlikte eve geliyoruz. Bizi kapıda evin Türkiye’den gitme kedisi karşılıyor. Okşanmaya ve sevilmeye hazır triplerle: “ E hadi ben de sizi bekliyordum.” der gibi. Doğrusu kedileri uzaktan seven biri olarak bu durumdan pek hoşlanmadığımı söyleyebilirim. Fakat kedi nedense beni görür görmez seviyor. Çay içtiğimiz masanın altında, ayaklarımın dibinde, sırnaşarak kucağıma gelmeyi bekliyor. Patilerini dizlerime koyup miyavlıyor. Lozan, kedi ve çay… Bütün yorgunluğuma rağmen, gece geç saatlere kadar sürüyor sohbet.
Lozan’ı Keşif
Ertesi gün, kahvaltıdan sonra Lozan’ı keşfetmek üzere evden çıkıyoruz. Ev sahibi yürüme mesafesiyle pek çok yere yakın olduğumuzu söylüyor. Küçük ve sakin bir şehir burası. 41 bin kilometrekarelik bir yüzölçümü var. Cenevre Gölü’nün (Leman Gölü) kenarında oldukça nezih ve planlı bir yerleşim yeri Lozan. Sanat ve kültür alanında Avrupa’nın gözde birimlerinden biriymiş. Bale gösterileri, opera, tiyatro, müzik ve caz konserleri, sinema ve panayırlarıyla da ilgi çeken bir şehir olarak kendini kabul ettirmiş. Ayrıca Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin de merkezi olan Lozan’ın konuşma dili ise Fransızca…
Cenevre Gölü (Leman Gölü)
Şehir merkezinden önce Leman Gölü’nün kıyısına inip uzun bir yürüyüş yapıyoruz. Şehir boylu boyunca göle paralel uzanıyor. Günlerden Pazar ve hava güneşli… Tıpkı İstanbullular gibi güneşi gören burada da kendini dışarı atmış. Köpeğini alan, bisikletine binen, bütün şehir göl kıyısında… Kafeteryalar, parklar insan dolu. Bir kafede çay içerek, önümüzde uzayıp giden gölü seyrediyoruz. Virgül şeklinde olarak tarif edilen Leman Gölü, engin ve masmavi görünümüyle daha çok denizi andırıyor. Suyu tatlıymış. 73 km. uzunluğunda 14 km. eninde olan gölün en derin yeri 310 metreymiş. Bir göl için hiç de azımsanmayacak bir derinlik olduğunu düşünüyorum. Zaten Lozanlılar da, tıpkı bizde Van Gölü’ne yapılan muamele gibi Leman’a deniz muamelesi yapıyorlarmış. Henüz onlarınkinden canavar çıkmamış ama çevresine Cenevre, Montreux gibi şehirlerin de sıralandığı Leman Gölü, feribot seferleri, yelkenli yarışları, plajlarıyla bölge için önemli bir misyon taşıyormuş. Ayrıca balıkçılıkta da bölgenin önemli ihtiyacını karşıladığı söylenebilir. Lüks restoranlar müşterilerini özellikle Leman Gölü’nden avlanan taze balıklarla ağırlamayı bir gelenek olarak sürdürmeye devam ediyormuş.
Yurtdışında et yemediğimizi bilen dostumuz, bizi şehir dışındaki bir şatoda balık yemeye davet ediyor. Şato ve balık? İki kelimeyi bir arada anlamlandıramıyorum. Dostumuz açıklıyor akabinde: İsviçre, pek çok Avrupa ülkesi gibi tarihine ve tarihi yapıları korumaya son derece özen gösteren bir ülke. İşte bu yapılar arasında Ortaçağ’dan kalma şatolar da önemli yer tutuyormuş. Alp Dağları’nın eteklerinde ve genellikle şehir merkezlerinin dışındaki bu şatoların bazıları müze olarak düzenlenirken, bazıları ise turizm amaçlı restoranlara çevrilmiş.
Şatoda Balık
Hem balık yemek hem de bu şatolardan birini görmek için arabayla yola çıkıyoruz. Lozan’ın yirmi km. kadar uzağında dağ köylerinin içinden geçerek Alplerin eteğindeki şatoya geliyoruz. Her şatonun olduğu gibi buranın da sahibiyle müsemma bir ismi varmış tabi. Ancak İsviçre dönüşü, havaalanında kaybolan bilgisayarımla birlikte bu seyahate dair tüm notlarım da yok olduğu için, şatonun ismini hatırlayamıyorum.
Önceden rezervasyon yaptırdığımız şatonun içi daha birkaç seneye kadar burada yaşayan sahibinin oturduğu bir ev havasında. Geniş salon antika koltuk, avize, sehpa ve masalarla dizayn edilmiş. Müşteriler için düzenlenen masalar bile bir restorandan ziyade misafire yemek ikram edilen ev atmosferinde tasarlanmış. Evin geniş verandaları da otantik yemek masalarıyla donatılmış. Masalardan birine oturup önümüzde uzayıp giden yemyeşil ormana bakıyoruz. Ağaçların, kuş seslerinin arasında, Leman Gölü’nden tutulan tatlı su balıklarından sipariş ediyoruz.
Bu arada dostumuz, masaya kadar gelip bize güler yüz gösteren restoran sahibi hanımla sohbet ediyor. Kendisiyle eskiye dayalı bir tanışıklıkları varmış. Şatonun asıl sahibi, Lozan’ın önde gelen varlıklı iş adamlarından biriymiş. Öleli iki yıl olmuş. Onun ölümünden sonra hanımı restoranın işletmesini tek başına devralmış. “Hayat zor ve ben hala eşimi kaybettiğim için çok üzgünüm:” dediğini söylüyor, dostumuz.
Kur’an’ın o meşhur ölüm ayetini düşünüyorum. “Her nerede olursanız, ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile.” (Nisa Suresi, 78) Ne kadar varlıklı olsak, korunaklı şatolarda yaşasak da, lüks konutlarda, sofralarda sefahat sürsek de ölüm bizi gelip buluyor. Malımız mülkümüz geride kalıyor. Böyle cennet gibi bir tabiatın içindeki şatolar bile ölüme, ölenin arkasından üzülmemize mani olamıyor. Fransızca bilsem, belki kadıncağızla dertleşebilirim. Ama göz göze bakıp gülümsüyoruz sadece. Beni Türkiyeli bir yazar olarak tanıtıyor dostumuz. Konuşabilseydik uzunca, bu şatodan kaç öykü çıkardı acaba? Ve az sonra balıklar servis ediliyor. Şato’nun eksantrik ortamında, sıra dışı bir yemek yiyoruz. Balığın tadından ziyade, ortamın gizinden etkilenmiş durumdayım. Ortaçağ’ın şatolarını, silahşörleri ve klasiklerde okuduğum yaşantıları çarpıştırıyorum zihnimde. Feodalite, serfler, köleler, köylüler, vs. Onlar bir nesildi gelip geçti, biz de geçip gideceğiz ve hayırlı izler bırakalım arkamızda diyor içimdeki ses.
Yemek sonrası, şato’nun bahçesinde dolaşarak fotoğraf alıyoruz. Burada yenen yemeğin ücreti de, şehir merkezindeki restoran ücretlerinin kat kat üstünde; balıktan ziyade ambiyansın oluşturduğu fark bu. Boğazda içilen bir bardak çayın fiyatıyla, bir kır kahvesinde içilen arasındaki fark gibi bir şey olsa gerek.
Tuhaf Bir Otel
Şato dönüşü, şehir merkezinde olduğu söylenen, Lozan Barış Antlaşması’nın yapıldığı binaya gidiyoruz. Antlaşmanın imzalandığı salonun bir kongre merkezi gibi muhafaza edildiğini düşünüyorum. Ama hiç de öyle bir ortam karşılamıyor bizi. Antlaşmanın yapıldığı bina otele çevrilmiş ve giriş katı restoran olarak düzenlenmiş. Yanlış yere geldiğimizi düşünerek, görevli personele soruyoruz. Görevli bizi alarak duvarda asılı bir levhanın önüne götürüyor ve eliyle işaret ediyor. Duvarda asılı levhaya odaklanıyoruz. Levhada Lozan Antlaşması’nın bu salonda yapıldığı belirtiliyor. Yani antlaşmadan geri kalan tek ibare buymuş. Şaşmamak mümkün değil. Tarihi vesikaları korumaya son derece önem veren batı, bize dayattığı Antlaşma hükümleriyle en az yüz yılımızı gasp ederken antlaşmanın yapıldığı tarihi binayı otele çevirmiş ve Lozan’ı bir çerçeveye sığdırmış öyle mi! Şu durumda Edirne’de, 1998’de dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından açılan heybetli Lozan Anıtı’nın ne amaçla, kimi tazim niyetine yaptırıldığını merak ediyorum. Anıtı dikmesi gerekenler kim? Sorular hep böyle burgu gibi mi deler zihni? (En iyisi anlatmaya ara vermek, dinlenmek ve gelecek sayıya aktarmak gerek İsviçre’ye ait diğer tespitleri…
Otelden çıkıp yeniden Leman Gölü’nün kıyısındaki kafelerden birine gelip oturuyorum. Türkiye’nin belki de ancak yirmide bir yüzölçümüne sahip olan İsviçre, aynı zamanda bankaları, kara para aklamaları, parayla oynayan baronları ile zihnimi allak bullak etmeye devam ediyor.
Lozan’dan uzaklardayım şimdi. İstanbul’u düşünüyorum. Bir memleket havası, bir şiir böyle zamanlarda panzehirdir. Yahya Kemal’in Siste Söyleniş’inden dizeler, ancak bu hasreti frenler…
''Birden kapandı birbiri ardınca perdeler...
Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye nerdeler?
Som zümrüt ortasında, muzaffer, akıp giden
Firuze nehri nerde? Bugün saklıdır, neden?
Benzetmek olmasın sana dünyada bir yeri;
Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri.''
Kültür Ajanda’nın Ocak Sayısından Alıntılanmıştır.
YAZIYA YORUM KAT