Göç ve sofra kültürü: Yemek bizi birleştirebilir mi?
Yemek; güç ilişkileri, imtiyazlar, ayrımcılık, dışlanma ya da sosyal uyumu incelemede güçlü bir araç olabilir mi?
Perspektif.eu'nun “YEMEK VE ÖTEKİ” serisi, yemek yeme sürecine eşlik eden imtiyazlar, ayrımcılık, dışlanma ve güç ilişkilerini inceleme amacını taşıyor. Bu seride, hiçbir şeyin yemek kadar basit ama güçlü olmadığı inancıyla, birer parçamız haline gelen yiyeceklerin, beslenme ve doyma ötesindeki anlamlarını üzerine çalışılıyor. Seri içerisinde yayınlanan yazılarda, çeşitli göçmen gruplarına ait yemekleri, ulus–ötesi yemek ve gıda akımlarını, kültürel temellükü ve yemek ile göçmenlere bakış arasındaki ilişki gibi birçok konuyu güncel örneklerle tartışmaya açılıyor.
Büşra Eser / Perspektif.eu
Yemek bizleri birleştirir mi, yoksa ayrıştırır mı?
İnsanlığın yer değiştirme tarihinde, göç edenlerin geldikleri ülkenin hangi bölgesinde nasıl evlerde yaşadığı, hangi işlerde çalıştığı, yaşamak için gereksinim duyduğu hizmetlere nasıl ulaştığı kadar ne ile karnını doyurduğu ya da neleri yemekten hoşlandığını anlamak da göç-sonrası süreçte toplumsal dönüşüm, göçmenlerin yerleşmesi, iyi karşılanma ya da dışlanma süreçlerini anlamada önemlidir.
Göçmenlere yönelik tavırlar üst düzey politik tartışmalara ek olarak, gündelik hayat içindeki etkileşimler içerisinde de şekillenir. Yaygın yeme-içme kültürünün, kendilerininkinden farklı olduğu bir coğrafyada var olmaya çalışırken, ne ile besleneceklerini bulmaya çalışan göçmenler için kendilerine uygun yemekler bulmak ya da damak tatlarına hitap eden mekânların oluşması yeni bir hayat inşa etmenin de parçasıdır. Göçmenlerin bir ülkede yerleşik olmaya başlamalarının işaretçisi olan gıda işletmeleri, bakkallar, büfe ve restoranlar ırkçı tepkilerin hedefi de olabilir. Bu yüzden, yerel olmayan mutfaklara karşı takınılan tavırlar, göçmenlerin sosyal kabulünden, kültürel temellüke ve iktidar ilişkilerinin nasıl kurulduğuna dair bir dizi tutum ve tavrı inceleme imkânı tanıyabilir. Bir dizi olarak tasarladığımız bu yazılarda, yemeğin, güç ilişkileri ve ayrıcalıklı olma ekseninde, ayrımcılık, dışlanma ya da sosyal uyumu incelemede güçlü bir araç olabileceği iddiasıyla bir ülkenin mutfak kültürüyle ilişkilenmenin ne gibi anlamları olabileceğini tartışmayı planlıyoruz.
Esasında bir sofrada birleşmek ve aynı yemekleri yemek, zihinlerde olumlu ve neşeli bir imge çağrıştırabilir. Amerikalı ünlü yemek şefi, yazar ve televizyon programı yapımcısı Anthony Bourdain (1956–2018) çokça alıntılanan bir konuşmasında takipçilerini, başkalarının yerinde olsalar nasıl hareket edip neler hissedeceklerini hayal etmeye; yani kendilerini başkalarının yerine koyma yetisini kazanmaya ve zihinlerini açmaya davet eder. “Ya da…” diyerek ekler “(…) başkalarının yemeklerini yiyin, bu herkes için bir kazanımdır”. Göçmenlerin kullandıkları malzeme, yemek ve tariflerin kötülendiği ve göç edenlerin ulusa ve ülkenin bütünlüğüne tehdit olarak görüldüğü bir atmosferde, Anthony Bourdain’ın iddia ettiği gibi, yemek üzerinden gerçekleşen karşılaşmaların yapıcı yönüne inanılabilir. Fakat öte yanda bu karşılaşmalara yüklenen anlamları ve bu anlamların kaynağını aldığı söylemleri sorgulayan, yemek ve göçmenlerin toplumsal kabulü konusunda kötümser bir konumda duranlar da vardır. Bu konum alışları şu şekilde inceleyebiliriz:
Kötümser grup: Göçmenlerin yiyeceklerini sevip, ülkedeki varlıklarına karşı çıkanlar
Kötümser diyebileceğimiz ilk gruptaki araştırmacı, akademisyen ve gazeteciler, bir ülkenin mutfağını sevmek ile o ülkeden gelen göçmen ve mültecilere dair olumlu bir düşünce oluşturma arasında bir ilişki olmadığını savunurlar. Farklı etnisitelerin mutfaklarının popülerliği ya da kabulü, göçmenlerin ülkedeki yerleşik hissetme/kabul görme deneyiminden bağımsızdır. Örneğin, “Amerika’yı Değiştiren On Restoran” (İng. “Ten Restraurants that Changed America”) isimli kitabın yazarı, Yale Üniversitesi Tarih profesörü ve Amerikan mutfağı tarihi uzmanı Paul H. Freedman, kitabının Çin restoranlarını anlattığı bölümünde, damak tadında çeşitlilik ve yeniliğe açık olmak ile mültecilerin toplumsal kabulü arasında ilişki olmadığını kati bir biçimde belirtir. Ona göre tarihsel deneyim bunu defalarca ispatlamıştır. “Meksika” ya da “Teksas-Meksika” mutfaklarının Kuzey Amerika’daki durumu buna örnektir. Bu mutfakların yemeklerini sunan ve çok sevilen restoranların varlığına rağmen, Amerikalılar Meksikalı göçmenlerin varlıkları karşısında endişe doludur. Veyahut İngiltere’de 1970 ve 1980’lerde sayıları artan “köri” restoranları, Güney Asyalı göçmenlere yöneltilen şiddetle kol kola ilerlemektedir.
Mutfak ve göç ilişkisinde yemeğin rolünü inceleyenler, egemen grubun üyeleri ve marjinalleştirilmiş diğer grupların karşılaşma ve beraber hareket edebilme ihtimallerine de bakarlar. Yemeğin, aralarında bariz bir eşitsizlik olan iki grup arasında nasıl bir rolü olduğu ile ilgilenenler için, karşılaşma şeklinin kendisine de dikkat edilmelidir. Bu noktada şu soru önemlidir: Göçmen bir grubun mutfağını tüketmek, o kültürü tanımak ya da deneyimlemekle mi ilgilidir; yoksa maceraya ya da farklı kültüre açıklığı sergilemek için midir? Freedman’a göre, İtalyan ya Çin mutfaklarının Kuzey Amerika’daki başarıları, ancak bu mutfakların yemeklerinin Amerikan tüketicisinin damak tadına uyarlanmasıyla mümkün olmuşsa, bahsi geçen karşılaşmanın iyimser ve dönüştürücü gücünden ziyade kültürel temellükten bahsedilebilir.
bell hooks’un öne sürdüğü “ötekini yemek” (İng. “eating the other”) olgusu ırk, ana akım ve popüler kültürde ırkın temsillerini incelemede önemlidir. hooks’a göre ana akım beyaz kültür içerisinde etnisite, sıkıcı ve alışılmış bir yemeği tatlandıran bir baharat ya da sos gibi kullanılmaktadır. Öteki ile ilişkilerde ve yemek yeme özelinde incelenen bu anlayış, Perspektif dergisinin 312. sayısında “Yemeğin Göçü” dosyasında ele alınan “kültürel gıda sömürgeciliği” ile yakın benzerlikler taşır. Bu görüşte “öteki” olmak bir meta hâline gelmiştir ve olağandan daha yoğun ve tatmin edici bir şeyler yapma ve hissetme patikası olarak ötekiliği keşfetmek isteyenlere sunulur.
Beşerî coğrafya alanında çalışan Peter Jackson ise, bell hooks’un argümanını güç ilişkilerini tek yönlü ele aldığı için eleştirir ve güç ilişkilerinin her durum için ayrı ayrı incelenmesi gerektiğini vurgular. Ona göre kültüre dair ürünler söz konusu olduğunda hem üretim sürecinin karmaşıklığı hem de tüketim süreci sorgulanmalıdır. İletişim bilimleri uzmanı Defne Karaosmanoğlu’na göre ise bu noktada sorulması gereken soru şudur: Beyaz tüketiciler, diğer kültürleri ve farklılıkları takdir etmeyi öğrenebilirler mi? Bu soru, bizi market ve bakkal raflarında rastlanan, restoranda yenen ve televizyonda izlenen yerli-olmayan (İn. “non-native”) yemek kültürlerini tüketmenin pedagojik bir işlevi olabileceğini iddia eden diğer iyimser anlayışa götürür.
İyimser grup: Yemek ve restoranları farklı grupların karşılaşması olarak değerlendirenler
Açılan yeni restoranları izleyerek, dünyanın neresinde çatışma olduğunun takip edilebileceğini öne süren dış politika profesörü Johanna Mendelson Forman, bu yiyeceklerin ardındaki savaş, çatışma ve yerinden edilme hikâyelerini incelemeyi önerir. Forman, “Çatışma Mutfağı: Yemek Masasında Savaş ve Barışa Giriş” (İng. “Conflict Cuisine: An Introduction to War and Peace Around the Dinner Table”) başlıklı uluslararası ilişkiler dersiyle, dil ve konuşmanın tek başına yeterli olmadığı durumlarda yemeğin bir iletişim aracı olarak hizmet edebileceğini önerir. Ona göre bu yemekleri yemekten ötesi mümkündür, yemekler aracılığıyla geçmiş ve güncel çatışmalar ya da yeni gelenleri yer değiştirmeye sürükleyen süreçler incelenebilir. Tasarladığı ders ve Washington’daki “çatışma mutfağı” (İng. “conflict cuisine”) ülkenin genişleyen ulusal gıda pazarının bir parçası olarak savaş ve barış araştırmalarıyla ilgilenen öğrenciler için bir öğrenme aracıdır. Forman American University’de verdiği ders aracılığıyla da bu argümanını sınar.
Kültürel çalışmalar profesörü Ben Highmore da farklılıklar aracılığıyla eşitsizlik, güç ilişkileri ve ayrımcılığın incelenebileceği konusunda, alandaki diğer uzmanlarla hemfikirdir. “Ötekini yemek” metaforu üzerinde çalışan Highmore, zevkin yabancı düşmanlığını ve ırkçılığı aza indirip, aynı zamanda “öteki”ne yakınlık ve anlayış getirip getiremeyeceğini sorgular. Bir futbol maçı sonrası, milliyetçi marşlar söyleyerek Hint restoranında en acılı ve baharatlı köriyi yiyen İngiliz holigan gruplarını örnek olarak inceleyen Ben Highmore’a göre, yemeklerden alınan haz, kendiliğimizi, evimizi, ailemizi, milletimiz çevresine koyduğumuz sınırları geliştirebilir ve bu yeme sürecinde hissedilen duygular ve lezzet alma deneyimi, yabancı düşmanlığını yatıştırmada, entelektüel anlayıştan daha kuvvetli bir araç olabilir.
Sömürgeciliği yemek zemininde tartışmak
Sosyoloji, tarih ve kültürel çalışmalar literatüründe üretilen bu bilgiler ve yapılan araştırmalar ışığında, bu yazı dizisinde göç ve yemek konusundaki güncel gelişmeleri değerlendirmeyi planlıyoruz. İncelememiz; ürünlerini nasıl pazarlayacaklarına karar verme şansına sahip olan dönercilerden, Avrupa’da kuskusun hikâyesine; neden her mutfağın Avrupa sahalarında eşit derecede temsil edilemediğinden, olumlu temsil için izlenen taktik ve stratejilere ya da neden her “yabancı” mutfağı tüketmenin kültürel temellük olmadığına değin birçok örneğe odaklanacak. Böylece “yemek” gibi gündelik hayat içinde vazgeçilmez olduğu kadar, basit de olan bir eylemin anılar, duyular ve duygular ile yüklü katmanlarını ve bunun toplumsal hayatta nasıl üretilip tüketildiğini incelemek istiyoruz.
Bu yazı dizisiyle birlikte, ayrımcılık, göçmen karşıtlığı, kültürel sömürgecilik tartışmalarını yemek yeme zemininde yapmanın, bu süreçlerin dinamiklerini anlamada ve görünür kılmada bizlere kolaylık sağlayacağına inanıyoruz.
HABERE YORUM KAT