Göç, Sorumlulukla Birlikte İmkân ve Fırsat da Getiriyor!
Çeşitli sebeplerle Türkiye’ye çok sayıda insanın göç ettiğini hatırlattığı bugünkü yazısında Yasin Aktay, göçmenlerin Türkiye’nin sorumluluk alanlarını çoğalttığını, ancak bununla birlikte Türkiye’ye imkânlar ve fırsatlar getirdiğini de söylüyor.
Bugün Yeni Şafak gazetesinde “Göç ve Tarihsel Sorumluluk” başlığıyla yayımlanan Yasin Aktay imzalı yazıyı ilgilerinize sunuyoruz:
Modern bir ulus-devleti olarak tanımlanıp kurulan Türkiye Cumhuriyeti nüfus ve beden siyaseti itibariyle tarihinden gelen bütün alışkanlıklarına da bir set çekme kararı almış oluyordu. Ancak resmi söylemin bu şekilde karar kılmış olması fiiliyatta tarihinden gelen rollerden kaçınabileceğini göstermiyordu. Daha önce söylediğimiz gibi Cumhuriyet döneminde bile Türkiye eski coğrafi sınırlarından gelen göç dalgalarını tarihin devrettiği borçları öder gibi kabul etmek durumunda kaldı. Bu göç dalgalarının getirdiği insanlar, Türkiye’nin demografik harmanına yeni ve taze unsurlar katmış oldu.
Bugün ise Arap Baharı denilen sürecin artçı etkileriyle toplamda 4 milyonu geçen bir göçü karşılıyor Türkiye. Bu sayı birçok Arap ülkesinin nüfusundan fazla. Türkiye’deki Arap kökenli vatandaşların sayısı da eklendiğinde Türkiye Arap ülkeleri içinde bile en büyük Arap nüfusu barındıran ülkeler sıralamasında ilk sıralara yükselmiş durumda.
Fazla zikredilmese de Arap Baharı’nın Türkiye’yi ilgilendiren en önemli taraflarından biri, hepsinin de 1. Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı’ya bağlı bir coğrafyada cereyan ediyor olmasıdır. Bir yandan da Arap Baharı’nın yükselttiği en önemli şiarlar, önlerindeki başarılı bir model olarak Türkiye’ye atıfta bulunuyordu. Belki o yüzden birileri için süreç bir korku senaryosu olarak “Osmanlı’nın Dönüşü” olarak görüldü ve ona karşı tedbirler en acımasız darbeler ve katliamlarla alınmaya çalışıldı.
Osmanlı’yı diriltmek ve geri getirmek hiçbir zaman Türkiye’nin iddiası olmadı, ancak fiili durum ortaya böyle bir tablo çıkarmış oluyor. Arap Baharı karşıtı süreç, aynı zamanda dolaylı olarak Türkiye karşıtı bir süreçti. Türkiye artık istese de kendisi dışında yapılan bu özdeşleştirmeden kaçamazdı. Süleyman Demirel’in bir zamanlar dediği gibi tarihimizden ve coğrafyamızdan kaçamayız. Türkiye’nin başladığı günden itibaren Arap Baharı süreci lehine takındığı tavır bu tarihin ve coğrafyanın talep ettiği bir sorumluluktu. Bu sorumluluğun gereği olarak, halkların demokratikleşme, özgürlük ve onur taleplerine yöneticilerin olumlu cevap vermelerini istedi.
Arap Baharı süreci, malum 2011 yılında Suriye’de bambaşka bir hal aldı. Rejimin katliamlarına maruz kalan halktan geriye kalanların ilk gitmeyi tercih ettiği yer Türkiye oldu. Gerçi Suriyeli mülteci bugün Türkiye kadar Lübnan ve Ürdün’de de vardır. Hatta oransal olarak bakıldığı zaman aslında bu iki ülkedeki Suriyeli sığınmacı sayısı Türkiye’dekinden fazla bile sayılabilir. Ancak Suriyeli mültecilere sunulan hizmet ve davranış açısından Türkiye ile başka hiçbir ülke karşılaştırılamaz. 2013 yılı itibariyle Mısır’da devrime karşı bir darbe gerçekleştirildiğinde Türkiye bu müdahaleyi darbe olarak niteleyen ender ülkelerin başını çekti. Tavrı çok net oldu. Bu net tavrın bir neticesi de buralardan ülkelerini terk etmek zorunda kalanların sığındıkları birincil ülke haline gelmesi oldu.
Sadece Arap Baharı sürecindeki rolü dolayısıyla değil, esasen uluslararası krizlere karşı takındığı insani tavır dolayısıyla da Türkiye yaygın terimle mazlumlara kol kanat geren ülke olarak temayüz etmiştir.
Bu nedenle başta Arap Baharı sürecinden etkilenen Suriye, Mısır, Libya, Yemen olmak üzere Irak, Myanmar ve Somali gibi ülkelerden de gelen insanlar kendilerine yeni hayatlar kurmak üzere yıllardır Türkiye’de bulunmaktadır. Bu insanların önemli bir kısmı halen krizler devam ettiği için, en azından kriz devam ettikçe, kendi ülkelerine geri dönemeyecek durumdadır. Özellikle Suriye ve Yemen’de iç savaş şartları geri dönüşü fiziken engellemekte, Mısır’da ise askeri darbenin güvenilir bir hukuk ortamını imkansız kılan şartları dolayısıyla bu ülkelerden insanlar şimdilik ülkelerine geri dönemeyecek durumdalar.
Bazı ülkelere geri dönüş şartları oluşsa bile bir kısmı ya artık Türkiye’yi bırakıp gidemeyecek şekilde yeni hayatlar kurmuş durumda veya gitse bile Türkiye’yi tamamen bırakmadan iki ülke arasında mekik dokuyacak şekilde yeni bir düzen kuracak gibi görünüyorlar. Kuşkusuz bu tarz bir hayatın her iki ülke arasında oluşturacağı köprü açısından çok işlevsel tarafları olacaktır.
Tabii bütün bu nüfus ilk zamanlar acil ihtiyaç olarak Türkiye’ye sığınmakla rahatlamış olsa da zamanla normal vatandaşlarınkine ulaşan farklı ihtiyaçları ortaya çıkmaktadır. Uzayan zaman, pasaportlarının geçersiz hale gelmesi sorunu oluşturuyor, çocuklarının veya kendilerinin sağlık ve eğitim hizmetlerinden yararlanması, istihdam pazarında bir yer bulma, dolayısıyla ekonomik ve mesleki aktivitelerini burada da bulma talebini ortaya çıkarıyor.
Bu arada geçen zaman içinde hayatlarını kurup ticaretlerini, yatırımlarını buralara taşıyan Arap toplulukları göze çarpıyor. Çoğu kurulu bir düzene ve varlığa sahip olan bu göçmenler geldikleri yerde çok dinamik bir sosyal sermaye oluşturma özelliklerini sergiliyorlar. Diaspora her zaman ekonomik örgütlenme ve yatırım için, girişimcilik için ihtiyaç duyulan en önemli motivasyonu sağlayan bir unsurdur. Üstelik Arap unsurlar bir tarafıyla kendilerini diasporada görseler de Türkiye’ye karşı sergiledikleri şükran ve muhabbet kendilerini diasporanın olumsuz etkilerinden da uzak tutuyor. Türkiye’de kendilerini evlerinde hisseden Arap toplulukları sahip oldukları kültürel ve maddi özellikleriyle Türkiye’ye ciddi katkı yapacak hale gelmiş durumdalar.
İstanbul’daki Arapça Kitap Fuarı’nda tanıştığım bir Yemenli iş adamı, 1 milyon dolar yatırım yapmış olduğu için diğer prosedürleri de tamamlayarak kanun gereği birkaç gün önce vatandaş olmaya hak kazanmış. Bu miktar devletin asgari şartı olduğu için onu ibraz etmiş, ama yaptığı yatırımlar çok daha fazla. Sadece bu son süreçte Cumhurbaşkanı’nın çağrısına uyarak Türk Lirası’na çevirdiği döviz dolayısıyla 43 milyon TL kaybetmiş olduğunu söylüyordu. Ama zerre kadar pişmanlık ve üzüntü yoktu anlatımında, Erdoğan ve Türkiye için her şeyini feda etmeye hazır olduğunu söylüyordu.
Türkiye’ye daha fazla katkı yapmaya can atan kendisi gibi insanların çok olduğunu ama gerek oturum gerek vize ve vatandaşlık süreçlerinin mutlaka esaslı biçimde gözden geçirilmesi gerektiğini de ekliyordu.
Toparlarsak Arap Baharı sonrası göçün bir boyutu tarihimizin, coğrafyamızın ve insanlığımızın önümüze çıkardığı ve kaçamayacağımız bir sorumlulukla ilgili, bir boyutu da bu göçün içerdiği imkanları ve fırsatları bilip onları yönetebilmekle ilgilidir. Her ikisi de kuşkusuz sürekli bir kaygı, teyakkuz ve takip gerektiren konular.
HABERE YORUM KAT