Gerçekçilerin(!) İslam Medeniyeti Eleştirisi
İslam’a inanıp veya inanmamak bireyin kendi kararıdır. Ama Müslümanların tarihte bir dünya medeniyeti inşa etmiş olduğu gün gibi ortadadır. Bu gerçeklik inancın, kanaatin değil bilginin konusudur.
Batı’nın karanlık bir devir yaşadığı ortaçağ boyunca, İslam dünyasında bir dünya medeniyeti vardı. Neden bir dünya medeniyeti? Çünkü İslam medeniyeti, belli bir mahalli kültürle sınırlanmış, kendi içine kapanmış bir medeniyet değildi. Aksine, bu medeniyetin Endülüs’ün fethiyle Müslümanlar tarafından Avrupa’nın içlerine kadar götürüldüğünü biliyoruz. Bu medeniyetin bilim ve teknik ile bugünkü batı uygarlığının doğuşuna da katkıda bulunduğunu biliyoruz.
Ancak, o zamanlardan bugüne dünya o kadar değişti ki, bugün Müslüman toplumların “biz bilinci”ni bile yeniden kavraması gerekiyor. Irak’ta, Suriye’de yaşananlar, dünyanın çeşitli ülkelerinde Müslümanların maruz kaldığı zulüm, işkence ve toplu kıyımlar, kimilerine İslam medeniyetini unutturmuş gözüküyor.
Bizim burada sorgulamak istediğimiz soru: Bazı insanlar, neden bir mefkûreye* sahip olamıyor? Neden bir İslam medeniyeti idealini bir ütopya olarak görüyor? Bunların gerçekçiliği, neden insanlığın medeniyet yolculuğunda, Müslümanlara gerçek bir rol model olarak gösteremiyor?
Kanaatimizce mefkûre, kendini aşmak demektir. Mefkûre, toplumun maddesini çoğalması değil, niteliğini yükseltmesi demektir. Oradan buradan alınma bilgilerle söylem geliştirmeyi değil, sistemli bilgiye ulaşmayı, sentez yapmayı gerektirir. Dünyaya, hayata, topluma ve tarihe, kendi maddesinin sınırlılığından değil mana evreninin geniş açısından bakmayı gerektirir. Dar alanda kısa paslaşmalarla ömür geçiren, sadece maddiyat peşinde koşan kimseler, mefkure sahibi olamazlar. “Biz” kavramını kendi maddi çıkarları için yararlandığı dar bir grup için kullananlar, mefkure sahibi olamazlar.
Vurgulayalım ki, bugün, batılı olmayan toplumların; sömürgecilere, çeşitli algı operasyonlarına, kullanılabilir hâle getirmeye yönelik asimilasyona karşı sigortası, “biz” bilincidir.
“Biz” bilinci, ortak bir tarihten, bir medeniyetten gelir. Medeniyet idealinin yıkılması, sömürülen, birbirine düşürülen halklar için umudun, varolma gayretinin, diriliş gayesinin, gelecek tasavvurunun, dolayısıyla bir toplumun en önemli motivasyon kaynağının çöküşü demektir. Toplumu bir arada tutan, hatta onu yaşadığı coğrafyanın ötesine bağlayan biz bilincinin de zayıflaması demektir. Bugün İslam dünyası, “Biz bilinci”ne her zamankinden daha muhtaçtır, çünkü bugün için tüm İslam dünyası bir varoluş savaşı içindedir. Varoluşunu gerçekleştirmek için kendini tanımlayan değerlere dönmesi, kaçınılmazdır. Parçalanmışlıktan kurtulmak için İslam’ı en üst kimlik olarak kabul etmesi, Müslüman toplumların ortak ideali olarak “İslam medeniyet” mefkûresini benimsemesi zorunludur.
Batı’nın manipüle edici, kışkırtıcı ve bölücü faaliyetlerine ve sömürgeciliğine karşı durabilmek için, batının aşıladığı kavramlarla ve onların tanımlamalarıyla düşünmeyi bırakmalıdır. Kendi, dilini, kendi kavramlarını kullanmalıdır. Bir şeyi bilgi nesnesi yapmak ve onu tanımlamak, aslında ona hâkim olmak demektir. Modern Batı düşüncesinde, bilgi hâkimiyet aracı olarak görülmeye başlanmıştır. Batı bugün batılı olmayan toplumları kendi bilgisinin nesnesi yapmakta, onları kendince isimlendirmekte, tanımlamakta, kavramlaştırmaktadır. Böylelikle, kendisi için elverişli araçlar üretmekte hatta çeşitli toplumsal grupları, yapıları ve etnik toplulukları araçsallaştırmaktadır. Gerçek budur. Ama gerçekçilik, realiteye teslim olmak, Batı’nın yazmak istediği kadere rıza göstermek değildir.
Dolayısıyla, Müslümanlar, “biz bilinci ve medeniyet ideali” temelinde kendi dilini oluşturmalı, kendilerinin Batılılar tarafından tanımlanmasına sessiz kalmamalıdır. Tevhidin topluma ve hayata adalet ve vahdet olarak yansıması gerektiğinin; ümmet şuurunun “Müslüman kimliği”nin temel bir unsuru olduğunun bilinmesi gerekir.
* - Mefkûre, sözlükte “Ülkü, ideal” olarak karşılanmakta... Arapça “fikr” kökünden gelen kavramın, düşünme ve düşünce temeliyle ilgisi vardır. İnsan için gaye ve varoluş amacı, fikirden çıkar. İnsanın tüm benliğini şekillendiren inanç bile önce fikr-etmekle bilinir, sonra inanç ve bağa dönüşür.
Fikr, bir sonraki adımı düşünmek değildir; o, adım adım gelişir. Farklı tasavvurlar, önermeler, bilgiler ve fikirlerle yoğrulur. Bir adım sonrasını düşünmek, aslında insan-dışı canlılarda da vardır. Onlarda olmayan, aşama aşama gelişen düşüncedir. Onlar, algıda oluşan resimden idrakte oluşan tasavvura gidemez. Model oluşturamaz.
Oysa insan, mefkûre sahibidir. Günlük bilgi ve tecrübelerin çok ötesinde, geleceğe ilişin okuma, tasavvur ve tasarılara sahiptir. İlim, sanat, felsefe, siyaset ve medeniyet işte buradan doğar.
YAZIYA YORUM KAT