Genç Ölümlerle İmtihan Olmak
Hastalık ve ölümlerle, sıkıntı ve kayıplarla daha çok yüz yüze gelmemiz, hayatın bu yüzünü daha çok idrak etmemiz ilerleyen yaşımızla epeyce ilgili sanırım. Daha önce de hastalık ve ölümleri, sıkıntı ve kayıpları hem de en yakınlarımızda görür işitirdik fakat şimdilerde olduğu gibi duygularımıza derinden işlediğini fark edemezdim.
Hasta ziyaretlerine katılır, cenaze namazlarını kılar, taziye evlerine de daima giderdik büyüklerimizin yanında. Üzülürdük, mahzun olurduk, dilimizin döndüğünce şifa dileklerimizi iletir, aklımızın erdiği kadarıyla rahmet ve mağfiret dualarımızın yanına sabrı cemil niyazlarını eklerdik bildim bileli. Çok sevdiklerimin ölümlerini hala sarsılarak hatırlarım. Dedemin, babaannemin, anneannemin, teyzemin, dayımın ölümleri çok sarsıcıydı. Ama babamın ölümü hepsinden başka, hepsinin üstünde acılarla kuşatıp çökmüştü üstüme.
Ölüm Bize Uzak mı?
Çocuktum, küçücüktüm ama hayatın tüm yönlerini hep bir Müslüman muhayyile ile karşılama gayretiyle istikamet tuttum. Allah’tan gelmiş ve yine O’na dönecektik. Ölümün de Allah’ın emirlerinden bir emir olduğu bilgisi ve bilinci tüm eksik ve zaaflarımıza rağmen hayatımızın merkezini teşkil ediyordu. Bu bilgi ve bilinç ister en yakın akrabalarımızın isterse dünyanın bir başka noktasında tanıyıp bilemediğimiz bir insanın ölümü karşısında bizi bir çerçeve, bir sınırda tutuyordu. Fakat buna rağmen ölümler üzerine haber okumak, görüntü izlemek hiç kolay değildi. Aksine her haber ve görüntü aklıma, kalbime, hayallerime giderek daha derin yaralar açıyordu.
Filistin’den gelen ölüm haber ve görüntüleri bir taraftan Mescid-i Aksa ve Kudüs mücadelesine olan inancımızı pekiştiriyor diğer taraftan da Siyonist İsrail işgaline ve destekçilerine olan nefretimizi besliyordu. Sonra Irak ve Afganistan’ın işgali benzer bir iklimi besledi. Ancak Suriye’de Esed rejiminden Rusya, Amerika ve İran’a değin katil ordular tarafından işlenen yıkım ve katliamlar hemen bütün acıların hepsini bastırdı. PKK’nın hiç bir insani sınır tanımayan cinayetleri de aynı paralelde işliyordu: Sadece kan dökmeye, can yakmaya ve sömürgeciliği bölgede egemen kılmaya endeksli.
Ölümün politik olanı olmayanı yok esasen. Lakin Türkiye gibi bitip tükenmek bilmeyen hengâmelerle boğuşan bir ülkenin içinde yaşamak ölümleri bir noktada siyasal ilişki biçimleri ve geleceğe yönelik hesaplar dairesinde okumayı adeta topluma dayattı. Elbette toplumsal alanda yaşanan sorunları hırsızlık, kumar, gasp, fuhuş, boşanma, şiddet, rüşvet, geçimsizlik vd. boyutlarıyla sosyolojik analize tabi tutulduğu gibi ölümlerin de aynı zeminde tartışılması kaçınılmaz oluyor. Bununla birlikte iş istatistiğe, kayda, trende, haber yoruma bağlı kalması insani duyguları hızla aşındırıyor hatta insani boyutları idrak etmeyi imkansız hale getiriyor.
Hasta ve yaşlıların ziyareti kadar mezarlıkların ziyareti de kalbin diri tutulması, insanın hayatın hakiki veçhesini yani yaratılmış olma ve mutlaka zeval bulma ana karakterini her birimize hatırlatmak için tavsiye olunmuştur. Ölümü unutan, ölmeyi kendine yakıştıramayan hatta ölümü öldürmeye çalışan modern seküler zihin ve perspektif bunları asla anlamaz. Üstüne bizlerin de anlamaması için seferber olur.
Ecrin ve Zeynep Kızlarımız
Geçtiğimiz Cuma günü çok yakın bir komşumuzun, Cevat Dayımızın cenazesini dualar ve gözyaşları arasında henüz defnetmiştik ki yeni bir ölüm haberi almıştım. Arayan yakın dostum ve Hacc arkadaşım Bekir Develi idi. Yeni Şafak’tan Ersin Çelik kardeşimizin bir çocuğunun trafik kazasında vefat ettiğini duymuş ve doğru olup olmadığını soruyordu bana. Birkaç dakika içinde dostlar teyid ettiler.
Ertesi gün Kocaeli Başiskele’de cenazeye katıldığımızda pek çok dostun orada Ersin kardeşimizi teselli ederken bulduk. Mütevekkil bir baba duruyordu 7 yaşındaki Ecrin kızın tabutunun yanı başında. Namaz kılındı, dualar edildi ve yürüyerek yakındaki mezarlığa geçildi. Defin gerçekleştikten sonra erkekler taziye için mezarlıkta bir köşeye çekildiler. Mezarın başına bu kez Ecrin kızımızın annesi, teyzeleri, halaları ve akraba dostlarda hanımlar geldiler. İşte asıl o anda kopan feryadlar, yükselen hıçkırıklar çocuğumuzu ölümünü en berrak haliyle ilan etmekteydi. Annelerin acısını ifade ediş biçimi babaların susuş biçimini bastırırken ölüm, insanın kalbine kan oturtan ağır yükünü sanki o anda bırakıyordu.
İkinci acı haber de hemen Ecrin kızımızın vefatının arkasından geldi. Sevgili dostum, çocukluk arkadaşım Mehmet Baki Kızıltepe’nin 16 yaşındaki kızı Zeynep Sevra da mustarip olduğu hastalıktan kurtulamamıştı maalesef. Adapazarı Zehra Akkoç Kız Lisesi’nde öğrenci olan Zeynep’in aylardır süren tedavisi ne yazık ki olumlu sonuç vermemişti. Cenazesini Göztepe’den alıp Sapanca’ya getirdik. Mehmet Baki her zamanki sükûnetiyle metanetini koruyor ve taziye için gelen dostlarla kucaklaşıyordu. Ancak ölümün asli veçhesini görmek için bir de anneler, teyzeler, halalar, nineler ve kız kardeşler boyutuna bakmak gerekiyor. Helalleşmek üzere evinin önüne getirilen Zeynebimizin tabutu bütün aileyi gözyaşlarına boğuyordu. Annesi ve kız kardeşleri başta olmak üzere genç kızlar ve kadınlar esasen genç ölmenin ne kadar büyük bir acı yaşattığını hepimize ihsas ediyordu.
Ecrin 7 yaşında, Zeynep 16 yaşında hayata veda etti. Geride metanetle duran babalarını ve gözyaşlarına boğulan annelerini bıraktılar. Biri trafik kazasında diğeri hastanelerin yoğun bakım servislerinde acı çektiler. Elbette küçücük bedenleriyle sadece kendileri için değil hepimiz için bir imtihan vesilesi oldular.
Acısını içine gömen de gözyaşlarıyla döken de hep birlikte “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun” diyerek teslimiyetini ikrar etmekteydi ne mutlu ki.
Yeni Akit
YAZIYA YORUM KAT