Gelenek: Tanımlama ve Bakışımız Ne Olmalı?
Gelenek, tanımlama ve bakış açısı boyutunda üzerinde netleşilmesi gereken konulardan biridir. Çünkü kendisini gelenekçiliği ve gelenek savunuculuğunu kimlik olarak belirleyen çevreler de bunun karşısında kamplaşan, “gelenek karşıtlığı”nı kimlik edinen söylemler de bu kavram üzerinde kendilerine özgü tanımlama ve bakışlar geliştirmişlerdir. Ancak bu tanımlamalar kurgusallıktan kurtulamamaktadır. Bu kurgusallık ise “Gelenekçi-Gelenek karşıtı” kutupların, hakikati aramaktan çok bu kurgusallıkları tokuşturması sonucunu doğurmaktadır. Bu kurgusallığın “Modernizm karşıtlığı-Modernistlik” olarak ta yansıdığını görmekteyiz. Oysa hem gelenek hem de modernite üzerinden ortaya konan bu kutuplaşma İslam tarihinin ve kültürünün kendi özgünlüğünden kaynaklanmamaktadır. Söz konusu kutuplaşma şablonu da Batı kültür havzasından devşirilmiştir ve karşıtlarının bile benimsediği bu şablon oryantalist bir kimliklenmedir.
Bilindiği üzere “Gelenek/Tradition” olarak tanımlanan kavram, Kilise ile özdeşleşen ve Aydınlanma rasyonalizmine karşı Dogmatik Kilise otoritesini ifade etmektedir. Epistemolojik duruşundan, varlık ve Tanrı-İnsan-Toplum tasavvuruna kadar ortaya konan bu geleneğin karşısında ise Rasyonalite’yi ve reformu savunan gelenek karşıtlığı konumlanmaktadır. Bu tarihi olgu ile İslam düşünce tarihinde yaşanan olgu arasında kısmi paralellikler bulunsa da kendi özgünlükleriyle Batı’da yaşanan tecrübe ve kavramsallaşma/kutuplaşma, gelenekçilik-gelenek karşıtlığı çatışmasının Müslümanlar arsındaki yaklaşım farklılıklarıyla doğrudan bir karşılığı bulunmamaktadır. Üzüntüyle görülmektedir ki “İslami gelenekçilik” adına Kilise rolüne talip kimi yaklaşımlar Hristiyan Mistisizmine ait metin ve gelenek savunularını dahi sahiplenmektedirler. Bunun karşısında ise kendilerini İslam Rönesansının temsilcileri olarak gören kimi kişi ve çevreler de İslam’ın Luther’i olmaya talipler…
Bu durum karşısında bir teklif olarak ifade edebiliriz ki; Biz Müslümanlar “gelenek” dediğimizde bu bağlamdaki “Tradition”u anlamamız gerekmektedir. Geleneğe karşı çatışma ya da savunma tezinin bize ait olmaması İslam’a özgün bakışın kuşanılmasını gerekli kılmaktadır. İslam’a göre “geçmiş/madi” dersler çıkartılması gereken bir hazinedir. Hatalı ve mevzu olanı dahi değerlendirilmesi gereken bir öneme sahiptir. Bu bağlamda baktığımızda:
· İslam, Ma’ruf’a ve doğru/sorunsuz geleneklere önem verir ve referans alır.
· Niteliğinde şirk unsuru barındıran geleneksel verileri şirkten arındırarak terbiye/ıslah eder.
· Islah edilemeyecek nitelikte zararlı olan, şirk’i yaşatan ve besleyen gelenekleri ise tasfiye eder.
Bu üç temel kategori’de, Kur’an mesajı, nüzul ortamına müdahale etmiş ve değiştirmiştir. Kur’an’ın nüzul ortamında mevcut bulunan toplumsal/tarihsel yapıyla olan ilişkisinin üç kategorisi daha detaylı çalışmalarla ortaya konabilir. Ancak bugün itibariyle bizlerin Kur’an’în izinden giderek 21.yy’da da bu yöntemi güncelleştirmemiz gerekmektedir. Kur’an’ın bu üç temel kategorideki dönüştürücü etkisi Sünnet-i Hulefai Raşidin döneminde de devam ettirilmeye çalışılmıştır. (Özellikle Fitne dönemi öncesi Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer dönemleri). Aynı şekilde bu güncelleştime-izinden gitme çabası “içtihad” olarak kendini göstermiş ve böylece örfü delil olarak gören İslam hukuk okullarını doğurmuştur. Bu üç kategoride oluşan zaafiyetler ise İslam’ın dönüştürücü etkisini zayıflamıştır. Bunun için yapılması gereken şey, “gelenek-gelenek karşıtlığı” döngüsünden kurtulup geçmişten miras alınan birikimin doğru/sorunsuz geleneklerine önem verilmeli ve referans alınmalı. Niteliğinde şirk unsuru barındıran geleneksel verileri şirkten arındırarak terbiye/ıslah edilmeli. Islah edilemeyecek nitelikte zararlı olan, şirk’i yaşatan ve besleyen gelenekleri ise tasfiye edilmelidir. Bu bakış açısıyla baktığımızda bir Müslüman ne gelenekçi/muhafazakarlık/tradasyonalist olabilir ne de gelenek karşıtı/reformist olabilir. Müslüman ancak muslih ve maruf olabilir…
Müslümanca bakış çatışma ve reddetmeden ziyade, vefa, sahiplenme ve ıslah etme merkezinde gelişmelidir. Bunun için de öncelikle “Gelenek” dediğimiz şey’in “ne olduğu?” sorusuna sağlıklı bir cevap vermemiz gerekmektedir. Bugünün ülkemiz itibariyle gelenekselci Sünni çevreleri’nin gelenekten kastı genellikle “Asr-ı Saadet-Örnek Halifeler-Emeviler-Abbasiler-Selçuklular ve Osmanlılar” dönemlerinin Sünni/Tasavvufi paradigmasıdır. Diğer yandan Şii bakış açısının gelenek tanımı Resulullah- 12 İmam- Gaybet dönemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu gelenek algısında Hz. Peygamber sonrası Hz.Ali ve Hz. Hasan dönemi hariç tüm tarihsel aralıklar gayrimeşru iktidarlar olarak tanımlanmaktadır. Şii gelenek oniki imam çevresinde oluşturulan dinsel/kültürel birikimi esas almaktadır. Bu birikime eklenen İran kültür ve felsefesi “eksen gelenek” olarak algılanmaktadır. Diğer bir gelenek okuması ise Selefi yaklaşımdır ki onların sahiplendiği gelenek Hz. Peygamber’den sonra gelişen hadis kültürünü ehl-i hadis perspektifiyle sahiplenmektedir. Bu algılama Asr-ı Saadet-Tabiin-Tebe-i Tabiin kuşaklarını “gelenek” olarak görmekte Ehl-i Rey’e karşı Ehl-i Hadis mezhebini sahih gelenek olarak benimsemektedir. Bu gelenek algısı da Emevi-Abbasi hilafetlerini meşru olarak görmekle birlikte içtihad- kelam- felsefe- sufizm gibi birikimleri dışlamaktadır. Geç dönemde gelenek olaral sahiplenilen kültürel birikim ise İbn-i Teymiyye-İbn-i Kayyım çizgisidir ki bu gelenek okumasını Asr-ı Saadet-Ehl-i Hadis-İbn-i Teymiyye çizgisi olarak özetleyebiliriz. İslam dünyasına egemen olan bu temel gelenek tanımlarının ortak noktası, hepsinin gelenek dediğinde Müslümanların birikimlerinin sadece bir bölümünü esas almalarında yatmaktadır. Bu açıdan baktığımızda egemen gelenek tanımlarının hepsinin eksik ve dışlayıcı bu anlamda subjektif oldukları sonucuna ulaşabiliriz. O halde kapsayıcı ve ideolojik olmayan/sadece hikmet için bir fırsat olarak görülebilecek genel bir gelenek tanımlamasına ihtiyacımız bulunmaktadır. Bu sebeple, iyisiyle kötüsüyle gelenek olarak tanımladığımız olgu, İslam ümmetinin tamamının bize miras bıraktığı bütüncül hafızadır. Tanımlama gereği hissedersek Müslümanların geleneği Asr-ı Saadet ile başlayan, dört halife ile devam eden ve günümüze kadar oluşturulan Ehl-i Rey ve Ehl-i Hadis ekolleriyle geliştirilen birikimdir. Bu birikimin içerisinde Tabiin’de oluşmaya başlayan içtihad çabaları bulunmakta, Ehl-i Tevhid ve’l Adl (Mutezile), İbadiyye, Zeydiyye, İmamiyye gibi ekollerin de bulunduğunu ifade etmek gerekir. Günümüz itibariyle “gelenekçilik” olarak kavramsallaştırılan ve sadece kendi geleneğini esas kabul eden ve sadece bu gelenek tanımını bir ideoloji haline getiren söylemler’in aynı zamanda kendilerine modernizm karşıtlığı-mistisizm taraftarlığı-postmodernistlik gibi bir misyon da belirlediği görülmektedir. Oysa “gelenekçilik” ideolojisinden bağımsız olarak kapsayıcı ve bütüncül olarak “geleneğimiz”e baktığımızda bugüne dair pek çok ders, ipucu ve açılım sağlayabiliriz. Bunu yapabilmemiz için de bugüne kadar günyüzüne çıkarılmamış, hasır altı edilmiş, geleneğimizin eksik yönlerini ifade eden resmi Sünnilik ve Şiilik dışında kalan yönlerine ışık tutmalıyız. Örneğin Mutezile, Zeydiyye, İbadiyye ekolleri ve mirasları halen keşfedilmeyi bekleyen önemli bir külliyata sahiptir. Ayrıca 19.-20. yy’da ortaya konan Hind-alt kıtası, Güneydoğu Asya İslami düşünce ekolleri ve mirası da Arap-Türk-İran ilim havzasının cahili olduğu bir alandır.
Gelenekçilik-Gelenek Karşıtlığı ikilemine düşmeden daha nitelikli bir hafıza çözümlemesi ve muhasebe ümidiyle…
YAZIYA YORUM KAT