Geç Kalmışlık Sendromu!
Bismillahirrahmanirrahim
Müslümanlar arasında Kürt meselesi konuşulurken altı çizilen hususların başında "geç kalınmışlık" tespiti gelir. Hatta bu tespit bazı Müslümanlarca, ithama dönük, suçlayıcı ve mahkûm edici bir dille ifade edilir. Öyle ki "Müslümanlar şimdiye kadar neredeydiler? Müslümanlar bu konuda ne bedel ödediler?" denilerek kendilerinin de bir parçası olduğu Müslümanlar yerden yere vurulur. Dışarıdan bakıldığında bu eleştirinin Müslümanlar tarafından değil de, Müslümanlara düşman olanlar tarafından yapıldığı izlenimi doğmakta. Hatta bu hayret verici şaşkınlık bazen öyle bir noktaya çıkmakta ki, Kürt halkına yapılan zulümleri tel'in etmek için TC'ye yapılan eleştirilere dahi, "Müslümanlar hangi hakla bu konuda konuşurlar" şeklinde yorumlar yapma garabetine düşülebilmekte. Onlara göre Müslümanlar öylesine suçludurlar ki, tövbeleri bile kabul edilemez. Maalesef bu anlayış, bir kısım Müslüman kardeşlerimizde neredeyse bir saplantı düzeyine erişmiştir. Öyle ki İslam'a düşman olan kesimlere gösterdikleri merhameti bile, Müslüman kardeşlerine gösterme gücünü kendilerinde bulamamaktadırlar.
Peki, bu geç kalmışlık sendromuna yakalanan kardeşlerimizin yaptığı tespitler ne kadar haklı? Bu soruya cevap ararken, Kürt ulusalcılığının yakın dönem süreciyle, kendi "İslamcılık" sürecimizin üzerinde düşünelim ve bu iki kesimin sürece müdahil olma "zamanlarını", "yöntemlerini", "dış koşul ve imkânlarını" karşılaştıralım. (Her ne kadar dışarıdan bir isimlendirme olsa da "İslamcılar" ifadesiyle; 1960'lı yıllarda başlayıp 1980 sonrasında ivme kazanan, Kur'an ve sünneti ölçü almayı kimliklerinin en temel ilkesi olarak kabul eden ve bu yönüyle muhafazakâr, sağcı, devletçi, gelenekselci çizgiden ayrılan tevhidi çizgiyi kastediyoruz.)
Sürece Müdahillik
Yakın dönemdeki Kürt ulusalcı eğilimiyle "İslamcılık", öncelikle sürece müdahil olma zamanı itibariyle farklılıklar gösterir. "İslamcıların" bazıları 1965'te başlayan tercüme eserlerin, Hizbu't-Tahrir gibi Türkiye dışında ortaya çıkan cemaatlerin ve Ezher gibi ülke dışındaki İslami eğitim kurumlarında okuyan şahsiyetlerin etkisiyle, yeni yeni sahih bir İslami anlayıştan haberdar olurlarken, yüzde doksanı ise ancak 1980 sonrasında bu süreci yaşama imkânına kavuşmuşlardır.
Hâlbuki solcu Kürt ulusalcıları 1958-59'da bu sürece müdahale edecek bir olgunluğa gelmişlerdi. Nitekim 49'lar davası diye bilinen tutuklanma ve mahkemeler 1959'da, 23'ler davası ise 1963'te gerçekleşmişti. 1967-1969 arasında Kürdistan'da, "Doğu Mitingleri" adı verilen onlarca miting düzenlenmiş ve bu mitinglerin verdiği ivmeyle 1969'da DDKO kurulmuş ve Kürt solu bu vesileyle Türk solundan ayrışarak Marksist bir çizgide ulusalcı bir mücadeleye yönelmişti. 1970'ten sonra bu kesimler KUK, Rızgari, Ala Rızgari, Apocular gibi onlarca örgüt adıyla mücadeleye geçmişlerdi. Öyle ki neredeyse denetimlerinde/etkilerinde olmayan bir okul kalmamıştı. Bu etkinliklerin bir sonucu olarak 1977'de Kürt ulusalcıları bağımsız aday olarak yerel seçimlere giren Mehdi Zana'yla Diyarbakır Belediye Başkanlığını kazandılar. 1984'te ise silahlı direnişe başlayabilecek ve sürdürebilecek kadar, yetişmiş militanlara ve lojistik desteğe sahiptiler. Bunu gerçekleştiren Kürt ulusalcıların kahir ekserisi TC'nin dine düşman okullarının eğitim ve öğretiminden ve dünyadaki sosyalist muhalif hareketlerden etkilenerek şekillenmişlerdi. Hatırlanacağı gibi 68'li yıllar dünyanın sosyalist gençlik hareketleriyle sarsıldığı yıllardır. Nitekim Abdullah Öcalan da 1969'da sosyalizmin alfabesi adlı kitabı okuduğunu ve bu okuyuştan sonra "Marks kazandı, Muhammed kaybetti" diye kendi kendisine fısıldadığını ifade eder. Aslında bu durum, istisnalar hariç olmak üzere, o günkü üniversiteli Kürt gençlerinin sürecini yansıtan bir tablodur. Nitekim bu okumuş Marksist Kürt ulusalcı kesimlerin etkisiyle 1970'ten sonra Kürt coğrafyasındaki okullarda bu rüzgâr en sert şekliyle estirilir. Öyle ki neredeyse bu Marksist Kürt ulusalcıların hâkim olmadığı bir okul bulmak (İmam Hatip Liseleri gibi çok sınırlı okulların dışında) imkânsız olmuştur. Bu arada çok az sayıdaki dindar Kürt genci de sadece namaz kıldıkları için bu okullarda faşist ilan edilmiş, dövülmüş, bıçaklanmış, lise ve üniversiteye devam etmelerine izin verilmemiştir. Özellikle 1975-1980 arasında Kürt gençlerine, neredeyse ya dininden, ya da Kürtlüğünden vazgeçme dayatılmıştır. Bu dönemdeki Marksist ulusalcıların hiçbir ölçü tanımayan bu baskıları, bir kısım dindar Kürt gencini Kürt halkının haklı taleplerine kuşkulu yaklaşmaya sevk ederken, bir kısmını ise dine biraz daha müsamahakâr ve Marksistler dışında örgütlü tek güç olan faşist zihniyetli gruplara eklemlenmeye itmiştir. Hatırlanmalıdır ki Kürdistan coğrafyasında 1980'e kadar bu süreçler yaşanırken, bugünkü "Radikal İslamcıların" yüzde doksanından fazlası, sahih bir İslami anlayışla hala karşılaşma imkânını bulamamışlardı.
Öyleyse "geç kalmışlık" eleştirisi sürece müdahil olma zamanı göz önünde bulundurulduğunda ne kadar haklı bir eleştiri olabilir? "İslamcılar"ın İslamcılıkla daha yeni yeni tanıştığı bir devrede "İslamcılar"ı, çok ciddi bir merhale kat etmiş olan Marksist Kürt ulusal hareketiyle kıyaslamak ve mahkûm etmek ne kadar adilce olabilir? Bunun cevabı kanaatimizce açıktır.
Yöntem Faklılıkları
Kürt meselesinde başarının kendisine ait kılındığı hareket PKK hareketidir. Bu örgütün kuruluşu ve bir kısım yöneticileriyle ilgili yapılan spekülasyonları bir yana bırakarak, uyguladığı somut politikalar üzerinden meseleyi değerlendirmeye çalışalım. Bilindiği gibi PKK silahlı çatışmayı bir yöntem olarak benimseyen bir örgüttür. Nitekim bu çerçevede sadece devletin güvenlik güçleriyle, ajan ilan ettiği farklı düşüncedeki kişilerle ve Bucak aşireti gibi devlet yanlısı aşiretlerle değil aynı zamanda Kürt halkının kurtuluşu için çalışan KUK gibi milliyetçi örgütlerle de silahlı çatışmaya girmekten geri kalmadı. (PKK, KUK'u devletin maşası olmakla suçlamakta, KUK çevreleri de, PKK'yi devletin kurdurduğunu ve Kürt örgütlerini tasfiye etme misyonunu kendisine yüklediğini iddia etmekteydiler.) Sonuçta PKK daha ileri ki yıllarda, Bekaa'da üs ve dış destek imkânı bulunca, TC'ye karşı gerilla hareketine girişecektir.
Diğer yandan PKK bu şiddet yöntemini uygularken hiçbir ahlaki ilkeye dikkat etme ihtiyacını hissetmemekteydi. Gözetilen tek bir şey vardı; başarı. Bunun için de her şey mubahtı. Öyle ki kendi çizgisine yakın kesimlerle dahi, fikri bir ayrılığa düştüklerinde, bu çevreler için ajan, işbirlikçi ithamlarında bulunmaktan ve fırsatını bulduğunda onları öldürmekten çekinmemiştir. Aykırı sesleri açıkça tehdit etmekte de bir beis görmemektedir. Şivan Perver, Selim Çürükkaya, Kemal Burkay ve yakın dönemde Ümit Fırat ve Orhan Miroğlu bunlardan bazılarıdır. Hatta yüzlerce şahidin ifadesiyle PKK içinde yapılan infazlarla yok edilen Kürt gençlerin sayısı neredeyse çatışmalarda öldürülen militanların sayısına eşittir. Kendi ideolojisinden olan ama bazı konularda farklılaştığı için bu kesimlere vahşice bir yöntem uygulayan PKK'nin, farklı bir ideolojiye sahip olan İslamcılara ne şekilde davranacağı/davrandığı ortadadır. Nitekim bu kesimlere hâkim olduğu hiçbir alanda yaşama hakkını tanımamış, ya kendisine tabi olarak kadrolarına katılma veya infaz edilme ya da kendisiyle çatışma seçeneğinden başka seçenek bırakmamıştır. PKK'nin, başarı için her şey ve her yol mubahtır tarzı, korucuları caydırmak için çocukları ve eşlerinin öldürülmesine kadar varabilmiştir. Tıpkı ekonomik finansman için her türlü gayri meşru yollara ve zora başvurulduğu gibi.
Bu noktada İslamcılar olarak, şu soruları kendimize sormak zorundayız: Bu süreçlerde silahlı bir mücadeleyi, aşamamız ve İslami ilkelerimiz açısından doğru bulur muyduk? Bizim ideolojimizden olan ve bizim gibi Kürt halkı için mücadele veren örgütlerle, onları kendimize tabi kılmak için savaşmayı doğru bulur muyduk? Muhaliflerimizi ya bize tabi olmaya zorlamayı ya da ajan ve işbirlikçi ilan edip kıyımdan geçirmeyi kabul edebilir miydik? Kendisiyle savaştığımız ve on binlerce Kürt'ün ölümünden sorumlu tuttuğumuz Kemalist orduya, Kürt coğrafyasındaki farklı grupları ortadan kaldırmak için işbirliği teklifinde bulunmayı doğru bulabilir miydik? Caydırıcı olabilmek için kadınları, çocukları öldürebilir miydik? Ekonomik finansman için her yolu denemeyi meşru görebilir miydik? Eğer evet diyebiliyorsak "geç kaldık" tespitinde haklı olabiliriz. Çünkü nihayetinde "başarı" denilen şey, bu sürecin bir sonucu. Bildiğimiz gibi bizim inancımıza göre en kutsal amaçlar bile gayri meşru araçları meşrulaştıramaz. Bazı İslami kesimlerin de PKK gibi olmasa da, bazı gayri meşru yöntemlere başvurdukları dile getirilebilir ancak bizler böyle yapan kesimleri güç zehirlenmesine uğrayanlar olarak görür ve yaptıklarını asla tasvip etmeyiz. Bu konuda kimsenin Marksist Kürt muhalefetinin eline su dökemeyeceğini de biliriz. Buna rağmen "geç kalmışlık" sendromuna yakalanan kardeşlerimiz, bu hataların bir bölümünü işleyen Müslümanlara karşı amansız bir sertliğe sahipken, bu suçların alasını işleyenlere karşı çok merhametli olabiliyorlarsa, burada bir sıkıntının olduğu kesindir.
Dış Koşullar Ve İmkânlar
Biraz da dış koşullar ve imkânlar açısından meseleye bakmaya çalışalım. Bilindiği gibi Marksist Kürt muhalefetinin görece başarısı silahlı mücadelenin sonucunda gelmiştir. PKK bu mücadeleyi başlatıp sürdürürken ciddi anlamda dış devletlerin desteğini almıştır. Gerek TC'yle çıkar çatışması olan Suriye, aralıklarla da olsa Irak gibi sınırdaki devletler ve gerekse AB, ABD, Rusya gibi küresel güçler TC'yi sıkıştırmak ve pazarlık kozlarını artırmak için PKK'ye açık ve dolaylı destekler vermekten geri durmamışlardır. Bu desteğin en büyük nedeninin TC'yi zayıflatmak ve mezkûr siyasi odakların pazarlıktaki kozlarını artırmak olduğunu ifade ettik. Ama bu muhalefet "Radikal İslamcılar" tarafından yürütülüyor olsaydı, aynı destek alınır mıydı? Şüphesiz ki hayır. Nitekim Suriye, PKK'ye üs verir ve Öcalan'ı korurken, aynı dönemlerde İslamcılara dönük kırk bin kişilik Hama katliamını gerçekleştiriyordu. Bu katliama Suudi Arabistan'dan, AB'ye, ABD'den, Rusya'ya varıncaya kadar kimse en ufak bir tepki vermiyordu. 'Hâlbuki o yıllarda İran'ı köşeye sıkıştırmak için AB, ABD ve Rusya, Irak'a destek veriyor ve İran'a destek veren Suriye'nin de karşısında saf tutuyorlardı. Buna rağmen Hama katliamında hiçbir ciddi tepki vermeye yanaşmadılar. Zira Suriye'deki muhalefet "radikal İslamcı'ydı." Bu nedenle, şüphesiz ki TC'ye karşı muhalefeti yürüten İslami muhalefet olsaydı, PKK'nin aldığı dış desteğin yüzde onunu bile bulamayacaktı. Bu vakıa sebebiyledir ki, TC, Şeyh Said kıyamını içerideki kamuoyuna Kürtçü/bölücü diye tanıtırken, uluslararası kamuoyuna karşı ise İslami bir başkaldırı olarak tanıtma yoluna gidiyordu. Zira TC, Lozan'da anlaşma yaptığı batılı devletlerin ne oranda İslami çizgiyi kendi menfaatlerine aykırı bulduğunu iyi biliyordu. Zaten TC de Rıza Nur'un hatıralarında anlattığı gibi batılı güçlerle bu zeminde bir anlaşmaya gitme yolunu tutuyordu. İslami değerleri hayattan uzak tutup, batılı/seküler değerlere yönelme karşılığında, İngiltere gibi batılı büyük devletlerle savaşsız anlaşma imkânını buluyordu. Bu sebeple PKK'nin seküler ideolojisinin de dış desteği tetiklediğini söylemek abartılı bir tespit sayılmamalı. Bir de eğer PKK'nin başarısı, bölgenin en dindar halklarından biri olan Kürt halkını sekülerleştirecekse, Batılıların bunu göz önünde bulundurmayacağını söylemek safdillik olacaktır. Nitekim bu durumu iyi bilen sosyalist Kürt muhalefeti, Batılı devletlere de ve hatta kendisiyle savaştığı laik Kemalist generallere ve sivil bürokrasiye de bu sekülerlik boyutunu pazarlamaktan geri kalmamıştır. Bu durum bazen "ben olmasam İslami muhalefet güçlenecek" uyarıları tarzında, bazen de hızını alamayarak, kendileriyle savaşılan laik Kemalist generallere, "İslami muhalefeti ezmek için iş birliği yapma" teklifi tarzında açığa çıkmıştır. PKK aynı daveti ABD'ye de yaparak, küresel arenada da İslami muhalefete karşı seküler kampa mensup olduğunu açıkça deklare etmekten geri durmamıştır.
Ayrıca sağlıklı kıyaslamalar yapabilmek için, imkânlar açısından PKK'nin Kürt muhalefetinin tüm kesimlerinin adresi olmak gibi büyük bir imkâna sahip olduğu gerçeğini de gözden kaçırmamamız gerekir. Bilindiği 1980 öncesinde Marksist Kürt muhalefeti, çok geniş bir gençlik kesimini etkilemesine karşılık, onlarca parçaya bölünmüştü ve kendi içinde silahlı çatışmaya varan bir ayrışma içindeydi. Halktan ise, mevzii başarılara rağmen, çok az bir kesimi etkileyebilmişlerdi. Ama 12 Eylül darbecileri farkında olmadan bu Marksist muhaliflerin tümünü bir adrese yönlendirme ortamını oluşturdular. Zira darbecilerin bu dönemde mevcut örgütlere hareket imkânı bırakmaması, sadece kadrolarının bir kısmını dışarıya çıkaran ve uygun koşulların da etkisiyle silahlı mücadeleye başlayan PKK'ye tek adres olma imkânını verdi. Darbecilerin cezaevlerindeki Kürt tutuklulara yaptıkları insanlık dışı işkenceler ve Kürdistan coğrafyasındaki halka yaptıkları onur kırıcı hakaret, zulüm ve baskılar, özellikle de gençleri adeta PKK'ye gitmeye mecbur bıraktı. Kürt meselesini sadece bir güvenlik sorunu olarak görme hatasını ısrarla sürdüren sistemin, 90'larda iyice azgınlaşan gayri insani politikaları, sorunu daha da büyüttü ve karmaşıklaştırdı. Sistematik işkenceler, faili malum infazlar, gözaltında kayıplar, köy yakmalar ve zorunlu göç politikası oldukça geniş bir mağdur kesim ortaya çıkardı. Kürt toplumunun mağdur edilmiş bu geniş kesimi, gençlerini dağa çıkmaya mecbur bırakan, daha sonra da ya hapse tıkan ya da öldüren, kendilerini ise köylerinden çıkararak yersiz, işsiz ve çaresiz bırakan şoven sistem karşısında, mecburen ve çaresiz olarak çocuklarının da içinde yer aldığı PKK'nin yanında yer tutmaya başladılar.
Bu sıralarda "İslamcılar" önceden beri inançları gereği TC zulmünü reddediyorlardı. Ama daha yeni yeni legal, sistem içi araçları kullanmaya başlıyorlar ve seslerini forumlar, seminerler, basın açıklamalarıyla duyurmaya ve TC politikalarını kamuya açık zeminlerde eleştirmeye başlıyorlardı. Ama günlük bir gazetelerinin, ulusal veya bölgesel bir televizyonlarının bile olmayışı, ideolojik yapıları nedeniyle gerek sol ve gerek muhafazakâr çevrelerin kendilerine ambargo uygulayışları, çıkardıkları seslerinin işitilmesini engelliyordu. Tabi bu arada sol Kürt muhalefetin aldığı merhale ve ulaştığı birliktelik ve güç ise, İslamcı kesimin Kürt meselesinde dinlenilmesini de, önemsenmesini de ayrıca zorlaştırıyordu. Bu süreçte PKK'nin kendisinden başka hiçbir güce müsamaha göstermemesinden kaynaklanan baskıcı, sindirici politikaları sebebiyle, PKK'yle çatışmalara sürüklenme tuzağına düşen kimi İslamcıların durumu, işi çok daha kötüleştiriyordu. PKK esas çatışmayı dayatan taraf olmasına rağmen, sahip olduğu muazzam propaganda araç ve imkânlarıyla, çatışmaya zorladığı kesimleri işbirlikçi ve Kürt halkının düşmanı olarak göstermekte başarılı oluyordu. Bu durum zaten zayıf ve parçalanmış olan tüm "radikal İslamcı" kesimlerin Kürdistan coğrafyasında ellerini, kollarını bağlayan ek bir bağa dönüşüyordu.
Bu nedenle geçmişe dönüp baktığımızda, Kürt meselesinde başarılı kabul edilen sol muhalefetin, sürece müdahil olmadaki zaman avantajını, kullanma imkânına sahip olduğu meşru/gayri meşru yöntem çeşitliliğini, seküler ideolojisi sebebiyle sahip olduğu dış destek koşullarını, darbenin (istemeden de olsa) sağladığı tek adres olmanın, muazzam imkânlarını göz önünde bulundurmadan, "İslamcılarla" başarı kıyaslaması yapmak sağlıklı olmayacaktır. Bir de bunu itham edici ve yargısız infaza dönüştüren bir noktaya taşımak asla adaletlice bir tavır olmayacaktır.
Elbette "İslamcıların" birçok eksikliklerinden bahsedilebilir ve bunlar eleştirilebilir. Nitekim büyük çoğunluğunun 1980 sonrasında "İslamcı" düşüncelerle tanıştığı bu kesim, etkilendikleri eserlerin harikulade olumluluklarına karşın bazı zaaflı yanlarından da etkilendiler. Bu çerçevede sosyal sorunlara müdahalenin doğru olmayacağı anlayışı, İslami kimliği esas/temel kimlik olarak seçme yerine, tek kimlik olarak benimseme ve başka kimliklere gereğinden fazla kuşkucu yaklaşma, taklit ve tabi olmaya tepki gösterip, topluluk hukukuna riayette zorlanma, Kürt sorununa sahip çıkan kesimlerin İslam düşmanlığından etkilenerek, Kürt meselesini zaman zaman bu kesimlerin şahsında değerlendirme v.b. yanlışlara düşmeleri ve özellikle de batıdaki kardeşlerimizden epey kişinin, Kürt meselesine kimi ulusalcı kirlerin etkisinde bakma yanlışlığı gibi bir takım zaaflar, İslami kesimin Kürt sorunu karşısındaki tavrını olumsuz etkilemiştir. Dikkat edilecek olursa bu zaafların anlaşılır ve insani zaaflar olduğu görülecektir.
Bu nedenle elbette "geç kalma" olayını değerlendirirken "Neye göre geç kaldık? Kime göre geç kaldık? Hangi alanlarda geç kaldık? Neyi yapabilirken yapmadık? Hangi şartları yeterince değerlendiremedik?" sorularını makul çerçevelerde müzakere etmeli ve bundan çıkardığımız dersleri İslami mücadeleye aktarmayı hedeflemeliyiz. Geç kalma nedenimiz içe kapanıklıksa, korkaklıksa, elitizmse, tembellikse, ibadetsizlikse, güç ol(a)mamaksa, bunları aşmalı ve peygamberi çizgiyi güçlendirmeliyiz. Yoksa tespit ettiğimiz eksikliklerimizin, bizde bir "geç kalmışlık sendromu" oluşturmasına, Kürt ulusalcıların saflarına savurmasına ve bağımsız İslami çizgimizden uzaklaştırmasına izin vermemeliyiz. (Bununla beraber "İslamcılar" olarak asla her hangi bir muhalif hareketle çatışmaya girmemeli ve sistemin muhalifleri çatıştırarak ayakta kalma stratejisine güç katmamalıyız. Tersine ideolojik farklılıklara rağmen mazlum Kürt halkının hakları konusunda bağımsızlığımızı koruyarak güç birliğinin yollarını zorlamalıyız.)
Unutmamalıyız ki Kürt meselesinin çözümünde olduğu gibi, İslami kimliğimizin gereği olarak mücadele verdiğimiz diğer alanlarda da başarılarımız sınırlıdır. En temelde hala sistem İslami kimliğimizi tanımıyor. Bu nedenle çocuklarımızı kendi anlayışımıza göre eğitme hakkını vermediği gibi, çocuklarımızı zorla kendi seküler eğitimine tabi tutuyor ve diğer yandan inancına göre giyinme hakkına bile izin vermiyor. Muhalif kabul ettiği komünist hareketlere parti kurma iznini verirken, İslami esasları ölçü aldığını beyan eden bir partiye izin vermiyor. Hayatın herhangi bir boyutunu İslami esaslara göre düzenleme teklifini bile suç kabul ediyor. Genç kızlarımızın tesettürleriyle resmi kuruluşlarda çalışmasına izin vermiyor, erkekleri zorla askere alarak onları inançları gereği katılmak istemedikleri kirli savaşlara zorla sevk ediyor. Vicdani ret veya bir sivil kurumda bu görevi yerine getirme hakkını bile tanımaya yanaşmıyor. "İslamcılar" olarak bunlar gibi sayısız konuda aldığımız mesafe çok sınırlı. Bu nedenle İslami mücadelenin diğer alanlarında olduğu gibi mücadelemizin parçası olan Kürt halkının haklarına kavuşması davasındaki zaaflarımızı ve yetersizliğimizi, Kürt halkına yönelik bir art niyet olarak okumak, elbette ki yanlış olacaktır.
"İslamcılar" olarak genel durumumuzu ve de İslami mücadelemizin bir parçası olan Kürt sorunundaki konumumuzu, elbette ciddice değerlendirmeliyiz. Ama bunu İslami saflardan ayrılarak, İslami safları yıpratarak ve mahkûm ederek değil, bilakis saflarımızı tahkim ederek gerçekleştirebilmeliyiz. Bilmeliyiz ki gerçek başarı, hangi yolla olursa olsun kitleselleşmek değil, tevhid, adalet, ıslah çizgisinde peygamberlerin günümüz temsilcileri olarak kitleselleşebilmek, sorunların çözümüne katkı sunabilmektir. Bunu atlayan kardeşlerimiz, geçmişteki garbzedelerin yanlışına düşmekten kendilerini kurtaramayacaklardır. O garbzedeler ki, batılı müstekbirlerin zenginliğine, gücüne bakıp onlara hayran olmuşlar, ama bu zenginlik ve gücün hangi yöntemlerin ve zulümlerin sonucu olduğunu düşünmeye yanaşmamışlardı. Bunun doğal sonucu, ıslah olmaz bir batıcılık sevdasına tutulmuş, diğer yandan kendilerinden ve halklarından ise tiksinmeye ve nefret etmeye başlamışlardı. Bu hastalığa yakalananlar ne kendileri olabilmiş, ne de tam bir batılılaşmayı yaşayabilmişlerdir. Böylelikle bu kesimin ne kendilerine bir faydaları dokunmuş, ne de halklarına bir yarar sağlayabilmişlerdi. Rabbimiz hepimizi böylesine bir akıbetten muhafaza buyursun.
Sözlerimizin sonu âlemlerin rabbi olan Allah'a hamddır. Rabbimiz, bizleri de, bizden önce geçen ve bizden sonra gelecek olan müminleri de bağışla, kalbimizde müminlere dönük en ufak bir çekememezlik, kin ve garez bırakma. Kalplerimizin arasını uyuştur ve binayı mersus gibi kenetlenerek, tevhidin, adaletin ıslahın temsilcileri olmayı bizlere nasip buyur. Sen lütufta bulunanların en hayırlısı, dualara icabet edenlerin en merhametlisi ve en kerimisin. Âmin ya Rabb'el-âlemin…
YAZIYA YORUM KAT