Gazze'yi iliklerimize kadar hissedebileceğimiz bir ortama duyulan ihtiyaç
Taha Kılınç, Ürdün'deki insanların Filistin hassasiyetlerine dikkat çekerken örnek alınması gereken birkaç husustan bahsediyor.
Taha Kılınç / Yeni Şafak
Ürdün’de birkaç adım
Geçtiğimiz hafta sonu, cumadan itibaren üç günlük kısa ama yoğun bir ziyaret için Ürdün’deydim. Orta-doğu’nun bu küçük ve önemli ülkesini ara ara yoklamak, bölgemizde yaşanan gelişmeleri içeriden izlemek açısından epey öğretici bir tecrübe benim için. Bu defa da öyle oldu.
Nüfusunun yüzde 70’e yakını Filistinlilerden oluşan Ürdün’de, elbette Gazze’de devam eden Siyonist soykırımın yansımalarını derinden hissettik. Sokaklarda görünürde herkes işinde-gücündeydi, ancak iki noktada Filistin gündemi çok bariz şekilde karşımıza çıktı:
İsrail’i destekleyen küresel markalara yönelik boykotun yaygınlaşmaya başladığını gördüm evvela. Amman’ın merkezinde geleneksel Filistin kahvaltısı için gittiğimiz kalabalık bir mekân, ünlü meşrubat markalarının buzdolaplarını üst katta tenha bir köşeye kaldırmış, üstüne de “Boykotludur!” notunu yapıştırmıştı mesela. Ürdün’de üretilen ve halk tarafından hızlıca benimsenen bir soğuk içecek markası, ülkenin her köşesinde yaygın biçimde bulunabiliyordu. Hatta Amman Kraliçe Alyâ Uluslararası Havaalanı’nın özel yolcu salonunda bile, sadece bu yerel markanın ürünleri vardı. Bahsettiğim husus size detay gibi gelebilir, ancak Ürdün gibi kaynakları sınırlı ve ekonomik açıdan büyük ölçüde dışa bağımlı bir ülkede, boykotlu ürünlere karşı yerel alternatiflerin geliştirildiğini görmek beni sevindirdi açıkçası.
(Türkiye’de boykotlu ürünleri servis eden bir mekâna gittiğim zaman, eğer muhatabım sözden ve halden anlayacak bir seviyedeyse, kibar bir şekilde itirazımı dile getiriyorum, hatta mümkünse muadil ürün rica ediyorum. Ancak bizde şahit olduğum bir durum var. Mekân sahipleri, “İnsanlar tercih etmiyor abi!” mazeretine çokça sığınıyor. Oysa günlük hayattaki birçok tercih alışkanlıklardan ibaret ve alışkanlıklar da kolaylıkla değişebilir. Dahası, İsrail’i açıktan destekleyen birçok marka, hem ekonomimizi esir alıyor hem de bizleri daha iyisini yapma noktasında tembelleştirip uyuşturuyor. Pek çok şeyin alternatifini, daha iyisini ve yerlisini üretmek mümkündür. İnsanlar da hepsine kolayca alışır. Yeter ki, “daha fazla kâr” hırsıyla, küresel markaların sunduğu kolay ekonomik fırsatlara tav olmayalım.)
Ürdün’de Gazze’yi iliklerime kadar hissettiğim ikinci nokta, cami ve mescitlerde cemaatle kıldığımız namazlardı. Sabah, akşam ve yatsı namazlarının son rekâtlarında, rükûdan doğrul-duktan sonra, imamlar ellerini açıp uzun uzun dua ediyor, cemaat de içtenlikle “âmin” diyor: Bin bir sıkıntıyla sınanan Gazze halkına sabır ve sebat yakarışı, direnişçi mücahitlere destek beyanı, düşmanlara beddua ve hepimiz adına zaaflarımız ve günahlarımız için tevbe-istiğfar… “Kunût” olarak bilinen bu uygulama, hem günlük rutin içinde Filistin’i ve Gazze’yi hiç gündemden düşürmemeyi sağlıyor hem de namazı organik biçimde hayatın tam merkezine yerleştiriyor.
Türkiye’de unuttuğumuz (hatta belki de gerçek haliyle hiç bilmediğimiz) sünnetlerden biri, bu “kunût” tatbikatıdır. Hz. Peygamber, 625 yılında, bazı kabilelere İslâm’ı öğretmek için yolladığı heyetlerin Recî ve Bi’r-i Maûne mevkilerinde pusuya düşürülerek katledilmeleri üzerine büyük bir üzüntü ve öfke duymuş, kırk gün boyunca sabah namazlarının ikinci rekâtında -“beş vakit namazda” rivayetleri de vardır- rükûdan doğrulduktan sonra ellerini açarak, faillere isim isim beddua etmişti. Bizde “kunût duası”nın sadece vitir namazına sıradan bir ilave şeklinde iliştirilmiş olması, çok hazin bir kayıptır.
Ürdün’e gitmişken, elbette Bilâdüşşâm’ın İslâmlaştırılması için her türlü fedakârlığı göze alan ve bizlere kutlu birer miras bırakan sahabîlere uğramamak olmazdı. Şeria ırmağı boyunca kuzeye ilerleyerek Dirar bin Ezver, Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Şurahbîl bin Hasene, Âmir bin Ebî Vakkâs ve Muâz bin Cebel’in kabirlerini ziyaret ettik. Bu vesileyle bir kere daha ikna oldum: Çocuklarımıza sahabe neslini daha fazla anlatmamız gerekiyor. Yalnızca 38 yıl yaşadığı halde İslâm tarihinde silinmez bir iz bırakan Muâz bin Cebel mesela, tek başına uzun uzun konuşulması ve ayrıntılı şekilde tanınması gereken bir yıldız şahsiyet.
Pazar günü Amman’dan İstanbul’a dönmeden önce, Arap dünyasının en seçkin mütefekkirlerinden, gazeteci ve yazar Azzâm Temîmî’nin evine misafir olduk. Kendisiyle gerçekleştirdiğimiz derinlikli ve keyifli sohbeti ayrıca anlatacağım. Nasipse, cumartesi günü bu köşede.
HABERE YORUM KAT