Gazze’nin yıkımından insanın öz yıkımına: Jürgen Habermas
İletişim kuramları içinde “eleştirel iletişim kuramları” başlığı altında incelenen Frankfurt Okulu’nu ana akımdan ayıran belli başlı özellikleri vardı. En temel mesele “kitle kültürü” kavramsallaştırmasına nasıl yaklaşıldığıyla ortaya çıkıyordu.
Psikolojiden sosyolojiye kadar birçok disiplin “kitle” düşüncesi üzerine kafa yormuş ve bir teori inşa etmişti. Özellikle Gustave Le Bon ile başlayan kitle kültürü eleştirisi şehirlileşme, okuryazarlık ya da demokrasi üzerinden şekilleniyordu. Ancak temelde kitle, eleştirinin merkezindeydi. Bu bağlamda Frankfurt Okulu’na kadar yapılan eleştirilerin muhafazakâr bir tona sahip olduğu söylenebilir.
19. yüzyılın sonu ile 20. Yüzyılın başında sosyalist-Marksist düşüncelerden etkilenen radikal bir toplum eleştirisinin ilk temelleri atıldı. Frankfurt Okulu olarak ifade edilen radikal eleştiride kitlelerin hareketsiz hale getirilmesi ve yabancılaşması temel kalkış noktasını oluşturuyordu. Bu bağlamda muhafazakâr eleştirilerle temel fark kendiliğinden ortaya çıkıyordu: Kitleler bu sürecin sorumlusu değil mağdurlarıdır!
Frankfurt Okulu’nun çalışmalarını derinden etkileyen hadise ise şüphesiz Nazizm’in yükselişiydi. Enstitü bu yüzden faşizmin yükselişi karşısında Marks’ın göz ardı ettiği toplumsal koşulları yeniden ele alma ihtiyacı hissetti. Marksizm’in çöküşü karşısında faşizmin yükselişi Enstitü’deki düşünürler tarafından “Marksizm’i yoz ve bayat tutuculuk potasından kurtarmak” şeklinde özetlendi. Modernite eleştirisinin kökenleri de buraya dayanmaktadır.
Hitler iktidarı Enstitü mensuplarının New York’a gitmelerine sebep olmuştur. Bugünkü tartışmaların odağında olan Habermas[1] hariç Frankufurt Okulu’nun neredeyse bütün temsilcileri Yahudi kökenlidir. ABD’de farklı bir entelektüel çevre içine girmenin sonucu olarak yaşadıkları bunalım süreci de önemli bir kırılmayı yani Batı kültürü eleştirisinin temellerini atacaktır.
Eleştirinin ilk hedefi: Tahakküm ve sömürü aracı olarak pozitivizm
Frankfurt Okulu’nun en temel amacı geleneksel bilim düşüncesini yerle bir etmektir. Bu sebeple öncelikle eleştirisine giriştikleri şey pozitivizm oldu. Okul’a mensup olan isimler için pozitivizm sadece akademik bir düşman değil politik olarak da ortadan kaldırılması gereken bir düşünme biçimiydi. Olguları var eden bireysel faktörleri ve toplumsal, ekonomik ya da kültürel bağlamı görmezden gelmesi sebebiyle pozitivizm tahakküm ve sömürüye dayalı geleneksel kuramın merkezinde yer almaktadır (Therborn 2006:20).
Frankfurt Okulu buradan kalkarak pozitivizmin şu temel varsayımlarına cephe almıştır:
1-Tüm nesnelere uygulanabilen tek bir bilim yöntemi vardır. 2-Tüm bilimlere örnek olması gereken gelişmiş doğa bilimlerinin, özellikle matematiksel fiziğin, yöntemidir.3-Bilimsel açıklamalar nedensel olup, gözlemlenmiş olguların varsayılmış genel yasalardan türetilmesi biçimindedir (Grünberg ve Grünberg 2003:124)
Eleştirel kuram açısından toplumsallığı tikeller arasındaki etkileşim olarak gören pozitivizm bütünü ve bütünün ardındaki dinamikleri göremez ve değişim olgusunu anlamlandıramaz. Bu bağlamda pozitivizm insanı nesneleştirmektedir. Frankfurt Okulu açısından insan tarihin nesnesi değil öznesi ve üreticisidir. İlk dönemin yaklaşımı içerisinde girişilen pozitivizm eleştirisi oldukça politik bir bağlamdan güç almaktadır.
Nazilerin iktidarında yaşanan vahşet toplumlar arasında alt-üst ilişkileri kuran tüm yaklaşımları Okul açısından eleştiri oklarının hedefine oturtmuştur. Türkiye’de yaşayan herkesin yakından tanıyacağı pozitivist yaklaşım özünde ilerlemeci tarih okumasının ve doğal seçilimci anlayışın sosyal bilimlere uygulanmasıyla popülerlik kazandı. Güçlü olanın yani “medeniyetin” ayakta kaldığı güçsüz olanların yani Batı dışı dünyanın elimine olduğu bir dünya ideali Nazilerle zirve yapan Batı üstünlükçülüğünün dışavurumundan ibaretti.
Bu bağlamda Frankfurt Okulu, Batı düşünce sistemi içerisinde önemli bir kırılmaya işaret etmektedir. Biraz daha detaylandırmak gerekirse Frankfurt Okulu’na “eleştirel teori” denilmesi daha rahat anlaşılacaktır.
Frankfurt Okulu’nu Marksist gelenekten ayıran hususlardan birisi –Georg Lukacs etkisiyle- doğa bilimleri karşıtlığıdır. Doğa bilimlerindeki kategorileştirme arayışının, “şeyleştirme” olarak ifade edilen ilişki biçimini var ettiği düşünülmektedir. Şeyleşmiş ilişkiler, kapitalizmin ayırt edici özelliği olan meta fetişizminin ürünüdür. Meta fetişizminin en basit tanımı ise şudur: İnsanlar arasındaki toplumsal ilişkilerin şeyler yani nesneler arasındaki ilişkilermiş gibi görülmesi ve yaşanması (Lukacs 1971:123).
İnsanın öz yıkımı ve Jürgen Habermas
Kısaca dünyanın sadece olgu ve “şey”lerden oluştuğunu söyleyen pozitivist düşünce, insanın metalaşmasının da önünü açmış olmaktadır. Oysa insan, gizemli yanları olduğu gibi bilime doğrudan konu olan bir varlık da değildir. Bu nedenle Okul düşünürleri, insanın bilim ideolojisine bir malzeme olarak sunulması düşüncesine karşı çıkmışlardır. Bu durum bir anlamda insanın yarattığı dünyanın metalaşması ve piyasaya sürülmesi olarak da görüldüğü için, tüketim çarkının bir merkezi olarak öznenin kurtarılması gerektiği düşünülmüştür. Özellikle "Tek Boyutlu İnsan" isimli kitabında Marcuse, insanın insani vasıflarından arındırılmasını modernliğin öz yıkım’ı olarak tanımlayarak oldukça etkili eleştirilerin gelişmesine sebep olmuştur.
Bu nokta incelememizin başında ifade ettiğimiz kitle meselesine niçin odaklanıldığının cevabını da içermektedir. Toplum içinde insanın savunmasız bırakılması doğal olarak en başta şiddeti ve Almanya tecrübesinde olduğu gibi soykırımı normalleştirmektedir. Pozitivizm eleştirisinden başlayarak Frankfurt Okulu insanın modernlik içerisinde maruz kaldığı yıkıcı kültürel yozlaşmayı kültür endüstrisi kavramsallaştırması yoluyla analiz etmeye çalışmıştır. Tüm bu öz yıkımın en güzide örneklerini ise bize kalırsa modernliğin şımarık çocuğu “İsrail” temsil etmektedir.
Konumuzla ilişkisi açısından Yahudi kökenli bir düşünür olarak Marcuse’nin bir Yahudi devletinin kuruluşunu destekledikten sonra “İsrail” kimliğinin kökeni ve kuruluş mantığı konusunda yaptığı eleştirileri sunmak istiyoruz:
İsrail’in kuruluşu, büyük güçlerin kendi çıkarları doğrultusunda gerçekleştirdikleri siyasi bir eylemdir. Devletin kuruluşundan önceki yerleşim dönemi ve devletin kuruluşu, yerli nüfusun hakları ve çıkarları göz önünde bulundurulmaksızın gerçekleşmiştir. Yahudi devletinin kuruluşuna, en başından itibaren, Filistin halkının kısmen zorla ve ekonomik ya da diğer baskılarla, kısmen de “gönüllü” olarak sürülmesi eşlik etmiştir.
Tüm bu açılardan Yahudi devletinin kuruluşu, tarihteki neredeyse tüm devletlerin kuruluşundan farklı değildir: fetih, işgal ve ayrımcılık yoluyla kuruluş.
Şu anda İsrail tarafından kısmen işgal edilmiş olan topraklarda yüzyıllardır yaşayan bir Filistin halkı var. Ve bu halkın çoğunluğu bugün İsrail yönetimi altında yaşamaktadır. Bu koşullar İsrail’i işgalci bir güç (İsrail’in kendi içinde bile) ve Filistin kurtuluş hareketini de -işgalci güç ne kadar liberal olursa olsun- bir ulusal kurtuluş hareketi haline getirmektedir.[2]
Nazilerin soykırımından derinden etkilenen ve Batı düşüncesinin en önemli ekollerinden kabul edilen bir hareketin son temsilcisi olarak Jürgen Habermas ise Gazze’de yaşanan vahşet hakkında yaptığı açıklamalarla eleştiri oklarını üstüne çekti. Marcuse’nin aksine Habermas için esas sorumlu işgalci konumundaki “İsrail” değil işgale direnen Filistin halkı ve onun temsilcisi Hamas’tı:
"Hamas'ın aşırı vahşeti ve İsrail'in buna tepkisinin yarattığı mevcut durum, bir dizi ahlaki ve siyasi açıklama ve protestoya yol açtı. İfade edilen tüm çelişkili görüşlerin arasında, tartışılmaması gereken bazı ilkelerin olduğuna inanıyoruz. Bunlar, İsrail ve Almanya'daki Yahudilerle doğru anlaşılan bir dayanışmanın temelidir.
Genel olarak Yahudi yaşamını ortadan kaldırma niyeti ilanının eşlik ettiği Hamas'ın katliamı, İsrail'in misilleme yapmasına neden oldu. Prensipte haklı olan bu misillemenin nasıl gerçekleştirildiği tartışmalı bir konudur; orantılılık ilkeleri, sivil kayıpların önlenmesi ve savaşın gelecekte barış umuduyla yürütülmesi yol gösterici ilkeler olmalıdır. Filistin halkının kaderiyle ilgili tüm endişelere rağmen, İsrail'in eylemlerine soykırım niyetleri atfedildiğinde, muhakeme standartları tamamen kayıyor.
Özellikle, İsrail'in eylemleri hiçbir şekilde Yahudi karşıtı tepkileri haklı çıkarmaz, hele de Almanya'da. Almanya'daki Yahudilerin bir kez daha hayati tehlikelere uğraması ve sokaklarda fiziksel şiddetten korkmak zorunda kalması kabul edilemez. İnsan onuruna saygı gösterme yükümlülüğüne dayanan Federal Cumhuriyetin demokratik ethosu, Yahudi yaşamı ve İsrail'in var olma hakkını, Nazi döneminin kitlesel suçları ışığında özel korumaya değer temel unsurlar yapan bir siyasi kültürle bağlantılıdır. Buna bağlılık, siyasi birlikteliğimizin temelidir. Özgürlük ve fiziksel bütünlüğün yanısıra ırkçı hakarete karşı korunmaya ilişkin temel haklar bölünemezdir ve herkese eşit şekilde uygulanır. Buna, ülkemizde her türlü bahaneyle Yahudi aleyhtarı hissiyat ve kanaati besleyen ve şimdi bunları çekinmeden söylemek için hoş bir fırsat gören herkes de uymak zorundadır."
Habermas açık ve net bir şekilde Siyonist barbarlığı aklama yoluna giderken kendi düşünce sistemi içerisinde kapatılması mümkün olmayan bir tutarsızlığa düştü. Almanya’ya yaptığı “hatırlatmalarla” -ki bunlara pekâlâ tehdit denebilir- Habermas, Siyonist algı operasyonlarına başvurarak aslında Batılı değerlerin var olabilmesini ve Alman toplumunun birlikteliğini işgalci Siyonistlerle kurulan ittifakın devamına bağlıyor. Habermas’ın tutarsızlığı aslında 7 Ekim’den bu yana yaşanan rezilliği bir üst boyuta taşıdı.
Aksa Tufanı ile başlayan süreç, Batılı ülkelerin söylemlerinin hiçbir anlamı olmadığını bir kez daha kanıtlarken bebek katilleriyle kol kola girmek için birbiriyle yarışan Batılı politikacılar ise siyasi olarak Batının bittiğinin resmini çiziyorlardı. Ancak görülen o ki çöküş sadece siyasi bir çözülmeyle sınırlı değil. Entelektüel olarak da Batının ciddi bir kriz içine girdiğini görmek için Habermas’ın cümlelerini okumak yeterli...
Şu noktayı kimse göz ardı etmemeli ki uzun bir girişle vermeye çalıştığımız çerçeve, Batılı düşünme biçiminin eleştiri ve özeleştirisini yapmaya çalışan düşünürlerin çabalarından oluşuyordu. Yani tabir-i caizse Batının içinden çıkan en "toleranslı" ve muhatabını anlamaya dönük düşünce insanlarından bahsediyoruz. Habermas ise bu ekolün yaşayan son temsilcisi olarak ortalıkta gezerken yaptığı barbarlık savunusuyla şu soruyu ister istemez suratımıza çarpıyor:
En iyisi bu ise en kötüsü nasıldır?
Aslında en kötüsünü yaşıyoruz. Daha doğrusu Filistinli kardeşlerimiz yaşıyor. Marcuse’nin belirttiği üzere “egemenler tarafından kurulan” işgal rejimi modernliğin taşıyıcısı ve silahlı karakolu olarak Filistin’i yıllardır yavaş yavaş işgal ediyor. İşgale direnin mazlum ve onurlu Filistin halkı ise yüksek ölçekte Batılı olan her şey için tehdit içeriyor! Bu noktada Batılı halklar, yoğun katılımlı gösterilerle devletleri kınarken entelektüel çevreler ise Habermas gibi isimler düşünüldüğünde Siyonist vahşete meşru zemin bulma derdine düşmüş durumdalar…
Aksa Tufanı’ndaki başarı hayatını Batı eleştirisine adamış Habermas’ı bile korkutmuş olmalı ki akıl ve ahlak dışı sözlerle barbarlığı ve soykırımı destekleyebiliyor. Demek ki her eleştirinin bir sonu varmış. Gerçek eleştiri ise sadece düşünce ile değil amel ve inancın birlikteliği ile mümkün oluyormuş. Batı paradigmasının içinde yer alarak yapılan eleştirinin sonu dahi soykırımı destekleyici açıklamalar yapmaya varıyor. O halde hakim paradigmanın ötesine geçip eleştiri yapabilmenin yollarını aramak çok kıymetli bir uğraş haline geliyor…
Frankfurt Okulu’nun alamet-i farikası kabul edilen Aydınlanmanın Diyalektiği’nde bilim ve araçsal aklın bir mit haline getirilmesi çözümlenmeye çalışılır. Aydınlanmanın bilim düşüncesi ve araçsal aklı, dinden devraldığı kavramlardan hareketle doğayı boyunduruk altına almak istemektedir. Eşya/nesne üzerinde egemenlik iddiası tersinden nesnenin insan üzerinde egemenliği anlamına gelmektedir. Zira araçsal akıl amaca ulaşmak adına aklı otomatlaştırarak işlevsizleştirmektedir. İşin özünde bu durum oldukça irrasyonel bir yönelim olarak değerlendirilir (Marcuse, 2002).
Nesnelerin insan üzerinde egemenliği denildiği vakit Yahudiliğin seküler ulus devlet formuna bürünmesi anlamına gelen Siyonist düşünce üzerinde düşünmek gerekiyor. Paranoyak bir mantıkla inşa edilen “biz” tanımı etrafında Siyonistler, üstün ırkı yeniden tanımladılar. Yahudi mitolojisi burada bir kaynak metin işlevi gördü. Özünde Siyonizm tam anlamıyla modern seküler bir ideolojiydi. Siyonistler kendi hikayelerini inşa etmek için kurgusal bir tarih anlayışına başvurarak Filistin toprakları üzerinde tahakküm kurdular. Bu bağlamda “İsrail devleti” modernlik projesinin insanda yarattığı yabancılaşma ve öz yıkımın en başarılı örneklerinden birisidir. Vahşet dolu tarihiyle Siyonistler toprağı kana buladılar, ev sahiplerini “öteki” ilan ederek anlatıyı yeniden kurdular. Tıpkı modern Batı düşüncesinin insanlık tarihini yeni baştan yazması gibi bu da insanın ve tarihin öz yıkımı anlamına geliyordu. Bu noktada Habermas, Siyonizm ile Yahudilik arasındaki temel farkları dahi unutturup görünmez kılarak sahtekarlıkla yıkımı derinleştiriyor...
“Benimsemek, kendi içine kapatmak ve ötekine karşı kapanmak demek değildir. "Ötekini benimsemek", toplumsal sınırların herkese -hatta ve özellikle de, birbirine yabancı olan ve birbirine karşı yabancı kalmak isteyenlere- açık olması demektir.”[3] Habermas’a ait olan bu sözler ötekiye karşı nefretle yazılmış son açıklama okunduğunda trajik bir durum ortaya çıkartıyor. Habermas’ın ortaya döktüğü cerahat, Batının dünyaya vaat edebileceği bir şey kalmadığını hepimize gösteriyor. Eleştirel ekolden çıkan düşüncenin işgal rejimini aklama şeklinde cereyan etmesi Gazze’nin yıkımından insanın öz yıkımına doğru Habermas’ın hikayesini özetliyor.
Aslında bir sözü de “içimizdeki İrlandalılar” hak ediyor. “Batı, batı” diyerek gösterdikleri rota dünyayı cehenneme çeviren fikirlerin bütününden oluşuyor. Batının yetiştirdiği en yetkin isimlerden birisinin yazdığı komik ve baştan sona tutarsız bildiri birilerinin aklını yerine getirir mi acaba? Modernistler, tarihselciler artık adına ne dersek diyelim eziklik psikolojisiyle her fırsatta Müslümanları eleştiren kesimler Habermas’ın zırvaladığı şeylerin de eleştirisini yapabilecek mi? Yoksa onlar da “ama Hamas şöyle yaptı” diyerek kendilerini kandırma yoluna mı gidecekler?
Artık Batı ve Batıcılardan tutarlılık beklemiyoruz. İstediğimiz tek şey daha fazla gölge etmemeleri… İngiliz kolonisinden bu yana işgal altında olan bir coğrafyada ev sahiplerinin hırsızlara gösterdiği tepkiyi bahane ederek işgal ve soykırımı haklı çıkartmak çocuksu olmanın ötesinde ahmakça bir iş! Bu ahlaksızlığın eleştirisini yapmak ise insanca bir hayat sürebilmek için yapmamız gerekenlerin sadece ilki…
[1] Düsseldorf doğumlu Jürgen Habermas’ın ailesi, Frankfurt Okulu’nun Yahudi diğer ilk kuşak üyelerinin (Max Horkheimer, Herbert Marcuse, Erich Fromm, Otto Kirchheimer, Friedrich Pollock, Leo Lowenthal vd.) aksine Protestan bir küçük burjuva ailesiydi.
[2] Cengizhan Kaptan’ın çevirisi: https://cengizhankaptan.com/herbert-marcuse-israil-filistin-sorunu-uzerine-jerusalem-post-2-ocak-1972/?v=ebe021079e5a
[3] "Öteki" Olmak, "Öteki"yle Yaşamak, Jürgen Habermas
YAZIYA YORUM KAT