Gazeteme eleştiriler (1)
Taraf’ın manşetleri, başlıkları ve haber diliyle ilgili olarak dile getirdiğim eleştirileri “Balyoz” dizisinden sonra açacağımı söylemiştim... Bugün, birkaç yazı sürecek “Gazeteme eleştiriler” dizisine başlıyorum.
Öncelikle, eleştirilerimi hangi duygu ve saikle yaptığımı okurlarımızın kahir ekseriyetinin doğru bir biçimde anlamış olmalarından duyduğum memnuniyeti ifade etmeliyim...
Benim için asıl önemli olan da buydu; yoksa, Taraf okurlarının bana hak verenleri de vermeyenleri de gözümde aynı kıymettedir.
Bu dizinin bitiminde, bana şu âna kadar gelen ve bundan sonra gelecek mektupların tamamını genel yayın yönetmenimiz Ahmet Altan’a ileteceğim.
(Bana gönderdiği mektubun “kişiye özel” olduğunu düşünen ve kendi mektubuyla ilgili olarak bunu yapmamamı isteyen okurlarımız varsa, lütfen beni uyarsın.)
Söylemeden geçemeyeceğim: Gazete içindeki tartışmaya tecâhül-i ârif yaparak “Taraf böyle bir iktidarı eleştirmeyecek de ne yapacak” düzeyinden dâhil olan bazı yazar arkadaşlarımızın da, bu verimli tartışmaya haksızlık ettiklerini düşünüyorum.
“Temkinlilik” önermiyorum
Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) Medya Özgürlüğü Temsilcisi Dunja Mijatovic, geçenlerde Prag’da yapılan “Medya ve Demokrasi” panelinde şöyle demişti (toplantıyı izleyen gazeteci Kadri Gürsel’in nakliyle):
“Söyleyeceğimizi giderek daha sessiz ve daha temkinli söyler hâle gelmek bizi toplumların geçmişte yaşadığı karanlık zamanlara geri götürür.”
Mijatoviç tabii ki haklı, fakat ben “muhalif” gazetecilik tarzını eleştirirken, bazı arkadaşlarımızın ima ettikleri gibi asla “temkinlilik” önermiyorum.
İşte bu nedenlerle, somut Taraf eleştirilerine geçmeden önce, evvelki yazılarda giriştiğim “muhalif gazetecilik- eleştirel gazetecilik” karşılaştırmasını biraz daha açmak; yine şöyle bir değinip geçtiğim, “muhalif” gazeteciliğin kendi içinde nüve olarak taşıdığı “düşmana karşı” gazetecilik çizgisine savrulması durumunda ortaya çıkacak şeye neden “gazetecilik” diyemeyeceğimiz hususlarına biraz daha dikkat çekmek istiyorum.
Sütten ağzım yandığı için yoğurdu yemeye başlamadan önce atasözündeki tavsiyeye uyuyorum ve diyorum ki: Lütfen kimse bu çerçevede yazacaklarımı Taraf’a yöneltilmiş eleştiriler olarak almasın... Geçen yazıda da söylediğim gibi, Taraf şükür ki bırakın “düşmana karşı” gazetecilik çizgisine, “muhalif” gazetecilik çizgisine de gelmemiş durumda henüz... Ben de zaten bu yazıları oralara savrulmayalım diye yazıyorum...
Ezcümle: Bugünkü ve bir sonraki yazı, Taraf’ın manşetlerine, başlıklarına ve haber diline benim nasıl bir çerçeveden yaklaştığımı göstermek ve kullandığım kavramlara açıklık getirmek üzere kaleme alınıyor...
Buna mecburum, çünkü üzerinden tartışma yürüttüğüm kavramlar epeyce netameli ve salt isim hâlleriyle birçoklarını yerinden zıplatacak nitelikte: “Yandaşlığın bu kadarına da pes arkadaş!.. Yazdığı gazete henüz muhalif olmadı diye bayram ediyor adam!”
Nasıl bir “moral”, nasıl bir “ruh hâli”
Konuyu açmaya girişmeden önce, “yeni başlayanlar” için “muhalif” gazetecilikle ilgili olarak ilk yazılarda dile getirdiğim sınırlı çerçeveyi bir kez daha hatırlatmak istiyorum... Şöyle demiştim:
“‘Muhalif’ gazetecilik, bütün fiyakasına rağmen doğru ve etkili bir gazetecilik çizgisini ima etmez. Doğrusu, gazetecinin ‘eleştirel’ olmasıdır. Bu da, bir durumu, bir olguyu bütün yönleriyle okurun dikkatine sunma sorumluluğuna ve ahlakına tekabül eder.
“Eleştirel gazetecilik, kamuoyu adına giriştiği bütün anlama ve anlatma çabalarında olduğu gibi, iktidarlar ve hükümetler sözkonusu olduğunda da aynı sorumluluk ve ahlakla davranır.”
Buradan, “muhalif” gazeteciliğin iktidarlar ve hükümetler karşısındaki tavrı da kendiliğinden ortaya çıkıyordu: “Muhalif” gazetecilik, “iktidar ve hükümetin yapıp ettikleri sözkonusu olduğunda, kendi bakış açısından ‘doğru ve olumlu’ bulduğu kimi gelişmelere (bile) gözlerini ve sayfalarını kapayan, ya da onları okurların göz menzilinden mümkün olduğu kadar uzak tutmaya çalışan” bir gazetecilikti.
Peki, “muhalif” gazeteci nasıl bir “moral”den, nasıl bir “ruh hâli”nden yola çıkmaktadır ki, mesleğinin temel önceliği olan “kamuoyunu enforme etmek” görevini dahi gözü görmez bir duruma gelmektedir?
Bu sorunun cevabı, sorunun içinde: “Muhalif” bir “moral”den ve “ruh hâli”nden beslendiği için böyle davranmaktadır.
Muhalif bir siyasi partiyi düşünün: Böyle bir parti, muhalefet ettiği iktidar partisine ve onun hükümetine karşı nasıl davranır?
Onun yapıp ettiği hiçbir şeyi onaylamaz ya da onaylasa da onaylamaz görünür... Sadece Türkiye’de değil, dünyanın her tarafında muhalif siyasi partinin davranış kalıbı, eşyanın tabiatı gereği, öyledir. Öyledir, çünkü aksi durumda muhalif siyasi partinin iktidar talebi bütün anlamını kaybeder.
Fakat bir gazete siyasi parti değildir... Gazetenin iktidar hedefi yoktur, buna karşılık son derece mütevazı ve son derece önemli bir görevi vardır: Kamuoyunu bilgilendirmek.
Gazetecilikte “muhalif” ruh hâlinin, bütün fiyakasına rağmen “toplumsal iyi”ye hizmet edemeyeceği gerçeği işte tam bu noktada ortaya çıkar: Böyle bir gazete, iktidara darbe indirme arzusunu “kamuoyunu bilgilendirmek” görevinin önüne geçirir ve o noktadan itibaren gazeteden çok “mücadele bülteni”ne benzemeye başlar.
Gazete başka, “mücadele bülteni” başka
Peki, “gazete” olmaktan giderek uzaklaşan bu yeni “şey”, amaçlandığı ve zannedildiği gibi iktidara karşı mücadelede etkin bir araç olma işlevini yerine getirebilir mi?
Getiremez ve zaten “muhalif” gazeteciliğin hazin çelişkisi de buradadır: Böyle gazeteler, tıpkı “mücadele bültenleri” gibi, zaten iktidar muhalifi olan kalabalıkların yüreklerini soğutmada epeyce işlevsel olsalar da, iktidarı destekleyen ya da arada kalan toplumsal kesimlere hitap edebilmede başarısız kalmaya mahkûmdurlar.
Çünkü gerek tablonun bir bölümüne sayfalarını kapatmış olmasından kaynaklanan güven vermeyen pozisyonu, gerek kullandığı hırçın dil nedeniyle, toplumun bir kesimi bu türden gazeteciliğe karşı kulaklarını ve kalplerini kapatırlar.
Sonuç şudur: “Muhalif” gazetecilik, muhalefet ettiği gücü yıpratmak bir yana, onu toplumun bir kesiminin gözünde “mağdur” konumuna taşır ve kendisiyle ilgili olumsuz hakikatlerin kamuoyu algısı hâline gelmesini geciktirir.
Oysa eleştirel gazetecilik, bu türden zaaflarla malûl olmadığı için çok daha inandırıcı, çok daha etkilidir. Eleştirel gazeteciliğe yalnız toplumun “muhalif” kesimleri değil, iktidarı destekleyen kesimleri de kulak verir.
Özetlersek...
Demokratik tasavvura sahip bir gazete, o tasavvurla çelişki içinde olduğuna inandığı bir iktidara karşı mücadele hakkına tabii ki sahiptir. İlaveten, bu onun görevidir de...
Fakat bu yolda yürüyen bir gazete iktidarı desteklemeye devam eden milyonlarca insanı (da) etkileme derdindeyse eğer (ki mutlaka öyle olmalıdır), “muhalif” gazeteciliği değil, “eleştirel” gazeteciliği benimsemelidir.
Salı: Türkiye’den “muhalif” ve “düşmana karşı” gazetecilik örnekleri.
***
Öcalansız savaş mümkün, barış değil...
Geçen yaz Öcalan devlete de Kandil’e de resti çekti, şu sözleri söyledi ve bir daha da konuşmadı:
“Her iki taraf da beni idare ediyor. Aslında bu bir şantajdır. (...) Her iki taraf da beni taşeron olarak kullanıyorlar. Her iki tarafın beni taşeron olarak kullanmasına son veriyorum. Bugün itibariyle buna son veriyorum. Benim yapacaklarım bitti. Bundan sonra benim rolümü sürdürmem için sağlık, güvenlik ve özgür hareket alanının sağlanması gerekiyor. Artık bunlar olmadan hiçbir şey yapmıyorum.”
Ben, o günlerde bu sözleri şöyle yorumlamıştım:
“Öcalan, ‘yokluğu’ üzerinden ‘varlığı’nın değerini iki tarafa da göstermek istiyor. (...) ‘Madem öyle gidin çatışın’ demeye getiriyor ama dilinin altında şu var: ‘Çatışın, yiyin birbirinizi, nasıl olsa sonra tekrar bana geleceksiniz...’ Dediği doğru... Devlet ve Kandil, Öcalan olmaksızın da çatışabilir fakat Öcalan olmaksızın barışamaz!” (Taraf, 2 Ağustos 2011).
Aradan bir yıl geçti, ölen öldü, kalan sağlar bizim oldu ve döndük dolaştık Öcalan’ın söylediği yere geldik.
Aradan geçen bir yıl, Devlet’e de Kandil’e de Öcalan’ın “etkisiz eleman” hâline getirilemeyeceğini göstermiş durumda.
Bu aşamada, onun PKK’ya yapması gerekeni direkt olarak söyleyebileceği koşulların yaratılması demek, silahların susmasının da yolunun açılması demek... Ki bu, cezaevlerindeki açlık grevlerini de sona erdirecek.
İçinde bulunduğumuz insanlık dramı, bize bir kez daha şunu gösteriyor: Politik cesaret olmaksızın Güneydoğu’da silahların susması asla mümkün değildir.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT