Gâvurun kalkanı mı, yoksa ne?
Şu sözler Saadet lideri Erbakan'a ait:
"Gâvurun füze kalkanından bize hayır gelmez. Müslüman ülkelerin kendi kalkanlarını kendileri kurmaları gerekir."
Bunlar, NATO'da varılan çözüme en cepheden itiraz.
Tabii, bu açıdan bakıldığında, Türkiye'nin başarı olarak nitelediği uzlaşma da Saadet nezdinde başarı olarak kabul edilmemiş oluyor.
Füze kalkanı bu haliyle "Gâvurun füze kalkanı", bize lazım olan ise "Müslüman ülkelerin oluşturacağı kalkan."
Acaba bu yoruma, dün aynı mecrada yol almış olan ve bugün, cumhurbaşkanı, başbakan, dışişleri bakanı olarak reel-politik'i inşa eden ve alınan sonucu başarı olarak niteleyen kadrolar ne der?
Belki şunu der:
- Acaba Türkiye'de bir Saadet iktidarı olsaydı, son NATO görüşmesinde, ucu NATO'dan çıkmaya varan bir tercihi uygulamaya koyar mıydı?
- Acaba "Gâvurun kalkanı"na mukabil bir "Müslüman kalkanı" oluşturabilmek için Türkiye harekete geçer miydi ve böyle bir oluşum başarıya ulaşır mıydı? Yani Müslümanlar şu anda böyle bir kalkan oluşturma iradesine sahip miydi?
Ben, AK Parti'nin oluşum sürecinde, diğer alanlar yanında, bir de Refahyol'a ilişkin dış politika özeleştirisi yapıldığını düşündüm hep.
Bu noktada, Erbakan Hoca'nın "meydan okuyucu" dış politika eğilimi yerine, öncelikle Amerika, AB gerçekliğini gören ve bu gerçeklikler içinde Türkiye'ye yol açmayı hedefleyen bir politika benimsendiğini sanıyorum.
Bunu AK Parti beyin kadrosu, bir boyun eğme olarak görmediler. Diplomasi ile sahip olunan güç arasındaki ihmal edilmez alakadan yola çıkarak, bir yandan içeride ve dışarıda güçlenmeyi, o ölçüde de zaman içinde bağımsız politikalara yönelmeyi arzuladılar.
Aslında, diplomasi ile güç arasında mutlak bir alaka bulunduğunu düşünmeyecek bir dış politika mimarisi olamaz. Ben, Erbakan Hoca'nın da fiili görev üstlenme durumunda, güç ile diplomasi arasındaki ilişkiyi ihmal edeceğini sanmıyorum.
Burada AK Parti diplomasisine yöneltilecek en güçlü eleştiri, hiç şüphesiz, sağlıklı bir reel-politik değerlendirmesi yapıp yapmadıklarıdır. Denebilir ki: Kendi gücünüzü ve o güce ilave edilecek İslam gücünü az gördünüz, buna karşılık ABD'yi, AB'yi çok güçlü gördünüz, oradan gelen tehditlere boyun eğdiniz.
Acaba böyle mi olmaktadır?
Ben, Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu'nun, Batı'nın hesaplarına ilişkin hiçbir değerlendirme yapmadıklarını, NATO'nun yeni konsepti belirlenirken, Batı'daki İslamofobi'nin etkisinden kaygılanmadıklarını, İslam coğrafyasına ilişkin hiçbir duyarlılık sergilemediklerini aklıma getirmem. "Türkiye'nin stratejik derinliği" üzerindeki hassasiyet ve 8 yıldır bu yönde atılan adımları berhava etmek anlamına gelecek bir NATO misyonuna "Evet" demelerini beklemek, akla ziyan olur.
Erbakan Hoca demiş ki:
"İran'a karşı füze kalkanına bizden korktukları için evet diyemiyorlar."
İyi ya işte, ülkede iktidar-muhalefet ilişkisi de böyle olur. Muhalefet iktidarı korkutur veya iktidar muhalefetten korkmayı bir diplomasi malzemesi haline getirir ve ülkenin menfaatleri korunmuş olur.
Şu kesin:
AK Parti iktidarı, Batı'ya endeksli bir dış politika uygulamıyor. "Eksen kayması" tartışmaları bu yüzden çıkıyor. Ama Batı ile cepheleşen bir dış politikayı da tercih etmiyor.
Burada hükümete yönelecek eleştiriden önce "Türkiye Batı ile cepheleşen bir dış politikanın yükünü taşıyabilir mi, bunu sürdürebilir mi?" sorusuna cevap vermek gerekiyor.
Benim gördüğüm, Türkiye'nin "Vazgeçilemezliği"ni sonuna kadar kullanan bir diplomasi uyguladığıdır. Burada dışarıdan bakıldığında "Şunu da elde edebilirdiniz" demek mümkündür. Ama sonuçta, devreye sokabileceğiniz imkânı işin içinde bulunanların daha iyi bildiği de muhakkak. Tahlillerimizi yaparız, eleştirilerimizi dile getiririz, yapılmasını gerekli gördüğümüz şeyleri net olarak ortaya koyarız, bunların hepsi önemlidir, hepsi işi fiilen yürütenlerin diplomatik gücüne güç katar ama son reel-politik değerlendirmeyi fiilen işi yürütenler yaparlar.
Ben şu andaki iktidarın, Batı'nın hesapları konusunda duyarlı olduklarını, Türkiye'nin stratejik derinliğinin farkında olduklarını, Türkiye'nin Ortadoğu ile ilişkisinin Batı'dan çok farklı olduğunu bildiklerini, gündemde "tarihin normalleşmesi" gibi bir mesele bulunduğunu, bu normalleşme hadisesinin en hayati alanının İslam coğrafyası olduğunu gördüklerini düşünüyorum.
NATO'nun Lizbon toplantısı, evet önemlidir ama tarihin normalleşmesi denen süreç, daha birçok etkenin devreye girmesi ile gerçekleşecektir. Devreye girecek etkenler arasında ise İslam dünyasının normalleşmesi en başta gelmektedir.
Refahyol iktidarının en önemli stratejik hamlesi olan D-8'in hayatiyet kazanması için bile, bu etkenin normalleşmesinin gerekli olduğu, zaman içindeki gelişmelerle görülmüştür.
BUGÜN
YAZIYA YORUM KAT