1. YAZARLAR

  2. NEHİR AYDIN GÖKDUMAN

  3. Gaudi'nin Barselona'sı (Bir Akdeniz Rüzgârı)
NEHİR AYDIN GÖKDUMAN

NEHİR AYDIN GÖKDUMAN

Yazarın Tüm Yazıları >

Gaudi'nin Barselona'sı (Bir Akdeniz Rüzgârı)

08 Ağustos 2015 Cumartesi 16:40A+A-

 

Endülüs’ün bizde bıraktığı derin izlerin ardından otobüsle İspanya’nın kuzey doğusuna doğru yol alıyoruz. İstikamet hep futbol ligleri ve kupalarıyla aklımızda kalan Barselona. Ünlü Mimar Antoni Gaudi’nin yapıtlarıyla bütünleşmiş ünlü Akdeniz şehri…

Rehberimiz bizi Barselona’nın yer aldığı Katalonya Bölgesi hakkında bilgilendiriyor. Katalonya, İspanya’nın Kuzeydoğu’sunda bulunan özerk bir bölge. Akdeniz’e paralel, 500 km yi geçen uzun bir sahili var. İspanya nüfusunun yüzde on altısı burada yaşıyor ve kendilerini “İspanyol”uz demekten ziyade “Katalan”ız diyerek ifade ediyorlar. “İspanya da 17 özerk bölge olmasına rağmen Katalonya’nın yeri çok ayrı.” diyor rehberimiz. Ve anlatmaya devam ediyor… Katalanlar sanki kendi başlarına bir devlet gibi yaşıyorlar. Yoğun Milliyetçilik duygusuna sahipler ve iç yönetimlerinde tamamen bağımsızlar, yalnızca dış politikada İspanya’ya bağlılar.  Ve İspanya’da sosyal, siyasal her alanda kendilerini öne çıkarmayı başarmışlar. Söz arasında kendi nişanlısının da buralı olduğunu belirtirken, bir Katalan’la nişanlı olduğu için bölgeyi ve insanlarını yakından tanıma fırsatı bulduğunu ekliyor. Şu durumda nüfusu bir buçuk milyonu geçen Barselona’da yoğunluklu olarak yaşayan Katalanları birazcık da olsa tanımak için iki günümüz var.

Tur seyahatlerinde hoşlanmadığım şey, bir diğer şehirden uzun ara yapılan bir yolculuktan sonra hiç dinlenmeden hemen yeni gelen şehri keşfe çıkmak… Barselona’yı da henüz Endülüs’ün tozlarını eteğimizden silkmeden dolaşmaya çıkıyoruz. Elbette Gaudi’nin ismiyle hemhal olmuş bu şehirde önce onun ünlü yapıtlarından başlamalıyız. Barselona’yı baştan başa donatan eserleriyle Barselona’nın Gaudi’si ya da Gaudi’nin Barselona’sı namıyla bütünleşmiş şehir, bir anda gözümde futboldan arınıyor ve caddelerinde yol alırken bambaşka bir anlama bürünüyor...

Antoni Gaudi: Sanırım Gaudi’nin eserlerini ziyaret etmeden önce onun çoğu sanatçının olduğu gibi ilginç ve bir o kadar da romanlara konu olacak hayat öyküsüne değinmekte fayda var. 1852’de Katalonya’da doğan Gaudi, yoksul bir bakırcı ustasının oğludur. Çocukluğu hastalıklarla geçtiği için dışarıda yaşıtlarıyla oynamak yerine vaktini doğayı gözlemleyerek geçirir. Ve gençlik yıllarında mimarlığa ilgi duyar. Barselona’da başlayan mimarlık eğitimini çeşitli sebeplerden dolayı 8 yılda tamamlar. Fakat daha o yıllarda arkadaşları arasında gösterdiği farklı ve yetenekli duruşuyla dikkatleri üzerine çeker.  Öyle ki üniversite rektörü, mezuniyet töreninde Gaudi için:  “Bir dehayı mı yoksa budalayı mı mezun ediyoruz, bilmiyorum.” der.  Buna karşılık Gaudi’nin arkadaşlarına söylediği cümle de şu olmuştur: ”Benim şimdiden bir mimar olduğumu söylüyorlar.”

 Gaudi, daha öğrencilik yıllarında farkını belli ettiği mimarlık mesleğinde ilk önemli eserini, o dönemin zengin ve ünlü ailelerinden Vicens ailesi için yaptığı Barselona’daki Casa Vicens adlı yazlık evle ispat eder. Sonrasında Pavilyon, saray, mahzen, türbe,  park, kolej, villa ve evler yapar. Kendisine yılın binası ödülünü kazandıran yapıtlara imza atar.

Gaudi’nin eserlerini gezerken  çocukluk yıllarındaki doğa gözlemlerinin izlerine çok sık rastlıyorsunuz. Öyle ki: “Atölyemin hemen dışındaki ağaç benim akıl hocam.” diyecek kadar tabiata ve içindekilere verdiği değeri gösteren Mimar, tekdüze taş binalar yapmak yerine, her eseriyle adeta tabiat aşkının imzasını atmış. Esin kaynağının ağaç dalları, çiçekler, yapraklar, hayvan iskeletleri olduğunu vurgulamış.

Park Güell: Gaudi’nin renk ve tasarımıyla bir ortaçağ klasiğini yansıtan eserleriyle özel ve güzel bir şekle bürünen, Akdeniz kıyısındaki Barselona’yı iki günde gezebilmek mümkün olmasa da seri bir şekilde esiyoruz şehrin caddelerinde.

İlk durağımız, tatil sitelerinde Barselona tanıtımlarıyla birebir örtüşmüş, Park Güell. Doğayla iç içe, adeta masallardaki çikolata evleri andıran egzotik binaların olduğu ve ünlü seramik kertenkele heykelinin bulunduğu park burası. Öyküsü de bir hayli ilginç. 1900’lü yılların başında o dönemin zenginlerinden Eusebi Güell, isimli sanayici satın aldığı devasa arsaya 60 tane ev inşa ettirmek için Gaudi’yle anlaşır. Amaç korunmuş bir park ortamı oluşturmak ve buraya Barselona’nın aristokrat sınıfını taşımaktır. Gaudi, canla başla projeye sarılır. 1914 yılına kadar bu projeyi yürütür. Ancak gerek yapılan binaların lüzumundan fazla masraflı olması gerekse, parkın şehre uzaklığı sebebiyle aristokrat sınıf buraya ilgi göstermez. Ve ancak üç ev yapılabilir. Bunlar da satılamaz. Proje başarısız olunca devlete geçer ve Güell Park 1922 yılında halka açılır…

Park Güell’in tarihçesini dinleyince ister istemez bizim İstanbul’umuz’da daha düne kadar halkın girmesinin neredeyse yasak olduğu boğazdaki sosyal mekânlar, parklar, kafeler, Çamlıca Tepesi vs. geliyor aklıma. Daha 10 -15 sene evveline kadar, bir bardak çayın fahiş fiyatlarla satışa sunulduğu ve hep aynı kesime hizmetin sunulduğu bu yerler, belediyelere geçtiğinden beri, halk bu güzelliklerden faydalanabildi. Aristokratlar için yapılan yerlerin kaderi tarih içinde aynı akibete mi uğramış diye düşünmeden edemiyorum.

La Sagrada Familia (Kutsal Aile): Sonraki durağımız halk arasında namı diğer “Bitmeyen Kilise” olarak bilinen La Sagra’da Familia Bazilikası. Etrafında vinçlerin olduğu ve yapımının hâlâ sürdüğü kilise, devasa bir orman evini, ya da ıslak kumdan yapılmış şatoları çağrıştıran ilginç mimarisiyle karşılıyor bizi… Tarihçesi de görünümü kadar ilgi çekici… Öncesinde bolca resimlerini gördüğüm ve pek çok kiliseden farkını hemen belli eden bu yapının imarına 1882’de başlanır. 1883’te ise Gaudi yapımı devralır ve Bazilikanın yapımına son derece itina gösterir, hatta diğer yapıtlarının gelirini de buraya yatırarak yaşlılık döneminde iddialı bir çalışmaya girişir. Koyu bir Katolik anlayışa sahip Gaudi, 1908’den itibaren başka iş yapmayı da bırakır. Tüm vaktini ve enerjisini bu esere ayırır. Öyle ki çalışma ofisini inşaata taşır. Burada yatıp kalkmaya başlar. Bu bana Mimar Sinan’ın 80 yaşında yaptığı Selimiye Camii’ni hatırlattı. Mimarlık yaşlandıkça tecrübe ve azimle şekillenen bir meslek demek ki…

Fakat yine de Gaudi’de durumunu yalnızca böyle açıklamak mümkün değil galiba.  Çünkü Gaudi’nin yaşlandıkça Katolik inancına saplantılı bir halde bağlanması onu meczup hale getirdiği önemli bir ayrıntı. Öyle ki ünlü mimar ömrünün son yıllarında tutku derecesinde bu yapıya bağlanır. Kendi gelir kaynaklarını sonuna  kadar kilise için kullanır. Onlar tükenince, kilisenin yapımı için Barselona’nın zenginlerinden yardım ister, hatta ekmek kabuğu kemirerek Barselona sokaklarında dolaşır ve Sagrada Familia Katedrali için bağış toplar. Fakat tüm bu çabalarına rağmen ancak bir kulesini ve apsis duvarlarından oluşan girişini tamamlayabilir.

Gaudi burada da doğadan esinlenerek karmaşık bir yapı sergilemiş, neogotik mimarinin ana hatlarını kiliseye yansıtmış. Benim en çok ilgimi çeken kilisenin kuleleri oldu. Sanırım buraya gizemli bir hal veren de; dev uzantılarıyla Barselona’nın sembolü olmuş bu kuleler. Kitaplarını severek okuduğum İngiliz Edebiyatı’nın ünlü isimlerinden George Orwel, dünyadaki en çirkin yapılardan biri olarak nitelediği (niye o kadar acımasız davranmış anlayamadım)bazilika Unesco Dünya Miras Listesine  de girmiş.

Gaudi’nin ölümü de son derece dramatik.  Ömrünün sonunda yıpratıcı çalışma tutkusu ve Katolik taassubu onu perişan eder.  Kılık kıyafeti ve dış görünümüyle eski halinden eser kalmaz. Öyle ki 1926 yılında Barselona’nın Gran Via’sında ona tramvay çarptığında, taksi şoförleri onu serseri zannederek hastaneye götürmeyi reddeder. Ve birkaç gün sonra arkadaşlarının ilk başta onu tanıyamadığı yoksullar hastanesinde ölür. Barselona’nın hemen her köşesine eserleriyle imzasını atan mimarın hazin ölümü etkileyici gerçekten.

Rehberimiz kilisenin inşaatının halkın yardımlarıyla sürdüğünü ve 2026 yılında, yani Gaudi’nin ölümünün 100. Yıldönümünde bitirilmesini hedeflendiğini söylüyor.

Bugün Gaudi’nin Barselonası diye adlandırılan şehrin, yapılarıyla kendine ruh veren mimara gösterdikleri vefa da ayrıca düşündürüyor beni…

La Rambla: Doğrusu Gaudi eserlerini gezerken tuhaf bir iç sıkıntısı yaşadığımı itiraf etmeliyim. Belki Gaudi’nin ibretamiz hayat öyküsü belki de eserlerindeki sahibinden kopuşun izleri,  kendimi şehrin caddelerine atma isteğimi artırıyor. Yine Barselona’yla özdeşleşmiş La Rambla Caddesi’ndeyiz. Burası İstiklal Caddesi’yle sosyal yönden benzeşse de, geniş ve ferah oluşuyla ve de yemyeşil ağaçlarıyla çok daha iç açıcı… Ve şehrin hemen her saati kalabalık olduğu belli.  Avrupa’nın şehir fenomenleri, canlı heykeller, sokak satıcıları, hediyelik eşya büfeleri ve akın akın insan…      

Placa De Catalunya  Meydanı: Yaklaşık 2,5 km uzunluğundaki La Rambla’nın bir ucu Placa De Catalunya Meydanı’na çıkıyor. İstiklal’in Taksim’e çıkması gibi… Oldukça kalabalık ve hareketli bir meydan burası. Güvercinler meydana sıcak bir hava katmış.  Kâh parkta dolaşan insanların etrafında havalanıp uçuşarak kâh yerde yem toplayarak meydana renk katıyorlar.  Yorgun argın bir bankın üzerine oturuyor ve soluklanıyoruz. Bazen koşuşturmaktan ve bir yerleri keşfetme gayretinden yeterince hissedemediğimi düşünüyorum gezdiğim şehirleri… Belki kuru kalabalıklar, şehirlerin panayırlaştırılmış yüzü de bunda etkili oluyor… Belki de bir yeri yaşamak ve hissetmek için böyle köşe bucak gezmek yerine gecenin birkaç vefalı saati yeterli. Ya da insansız göreceğiniz dar bir sokak, sakin bir park; ne bileyim o bütün hafızanıza kaydedeceğiniz değerli bir an biraz sükûneti gerektiriyor belki de…

Katalonya meydanında bolca resim alıyoruz. Ve "La Boqueria" denilen pazara gidiyoruz. Burası da. La Rambla'ya açılan bir sokağa kurulmuş. Envai çeşit meyve, sebze, deniz ürünü, et ürünleri satılıyor. Kurutulmuş meyve sebze, her çeşit ürünün bolca bulunduğu pazar, hayli kalabalık. Taze sıkılmış meyve suları eşliğinde pazarı gezebilirsiniz. 

Ve sırada  Meşhur Barselona Limanı var.  İspanya’nın Akdeniz kıyısındaki en önemli limanıymış burası… La Rambla’nın kalabalığından sonra liman daha durgun ve denizin ferahlatan atmosferiyle limanı geçip sahil boyunca yürüyoruz. Paten yapanlar, bisikletle etrafı turlayanlar, sokak çalgıcıları sahil boyunca uzayıp gidiyor. Ayrıca bizim Florya’dakine benzeyen ama daha küçük olan akvaryum, ziyarete açık. Ancak limanda gezmek daha ilgimizi çektiğinden akvaryuma girmiyoruz.

Bir güne ne çok şey sığdırdığımızı limanda bir banka oturduğumuzda ağrıyan ayaklarımdan anlıyorum. Yine Avrupa seyahatlerinde bizi zorlayan en müşkül duruma geldik. İkindi namazını kılmak için kenar köşe bir yer bulmak ve namazı eda edebilmek… Sahilin iç kısmındaki çimlerin üstü bunun için en uygun yer görünüyor… İkindi namazının ardından, uzunca bir süre, sahilde oturup batan güneşi seyrediyoruz. İspanya seyahatinin son duraklarından Barselona, renkli bir şehir olarak yerleşiyor hafızama. Spor ve sanatsal etkinliklere ev sahipliği yapmış bir şehir burası… Gaudi’nin eserlerini ve 2000 yıllık tarihini korumuş. Tapas denen yemek usulü, Avrupa’nın domuz eti tüketiminde en zirve ülke olması ve çıplaklar plajlarıyla ünlü şehir…

Otele geldiğimizde ekipteki herkesin yorgunluğu yüzünden okunuyor. Dinlenmemiz için geceyi bir örtü gibi üzerimize örten Rabbe şükrolsun…

Salvador Dali’nin Evi: Ertesi sabah, ünlü Ressam Salvador Dali’nin müze haline getirilen evini ziyaret etmek için Figueres’e gidiyoruz. Figueres, Dali’nin doğduğu ve öldüğü şehir. Ömrü boyunca farklı yerlerde yaşasa da ömrünün son yıllarını doğduğu yerde geçirmiş. Surreal resim sanatında dünya çapında üne sahip  Dali’nin evi, ilginç mimarisi ve içindeki birbirinden çarpıcı surreal tablolarıyla görülmeye değer.  Ressam  Paplo Picasso’yla aynı ülkede yetişmiş olması ve Picasso’dan etkilenmesiyle bilinen  Dali güçlü egosuyla Picasso’yu ilham aldığı bir büyüğü olmaktan ziyade rakip olarak gördüğünü her zaman belli etmiş. İspanya’da anlatılan ikisi arasında geçen ünlü diyaloglardan biri de şu: Dali’ye sormuşlar: “Surreal resimde sizce en büyük ressam kim?” Dali şöyle bir an düşünmüş ve “Picasso!” demiş. Ve çok geçmeden de eklemiş.  “Tabii ki benden sonra!”

Gerek tabloları, gerek çılgın yaşantısı, söz ve davranışları ile sıra dışı bir sanatçı olan Dali’nin karısı Gala ile olan aşkı ve evliliği de okunması gereken öyküler arasında galiba…  

İspanya,  gezip dolaştığımız pek çok şehriyle bizi etkiledi… Ama her şeyden önemlisi bu devasa yarımada da Endülüs’ün varlığını düşünmek ve yeryüzünün her köşesinden bizden izlere rastlıyor olmak hüzünle sevinci bir anda yaşattı.

İşte yine iç sesini dinleme vakti…

Kendinizden izlere rastladığınız her yer sizindir… Ne zaman ne de mekân! Hissedebilin yeter ki… 

gaudinin_barselonasi-(1)-001.jpg

gaudinin_barselonasi-(2)-001.jpg

gaudinin_barselonasi-(3)-001.jpg

gaudinin_barselonasi-(4)-001.jpg

gaudinin_barselonasi-(5)-001.jpg

 

gaudinin_barselonasi-(6)-001.jpg

gaudinin_barselonasi-(7)-001.jpg

gaudinin_barselonasi-(8)-001.jpg

gaudinin_barselonasi-(9)-001.jpg

gaudinin_barselonasi-(10)-001.jpg

gaudinin_barselonasi-(11).jpg

gaudinin_barselonasi-(12).jpg

gaudinin_barselonasi-(13).jpg

gaudinin_barselonasi-(14).jpg

gaudinin_barselonasi-(15).jpg

gaudinin_barselonasi-(16).jpg

gaudinin_barselonasi-(17).jpg

gaudinin_barselonasi-(18).jpg

Kaynak: Kültür Ajanda Dergisi / Temmuz Sayısı

YAZIYA YORUM KAT