Fransa'da sağın zaferi liberal teamüllere duyulan öfkenin sonucu mu?
Fransa’da ilk defa ulusal-sağ karakterli bir parti iktidara yürüyor. Avrupa çapında yayılan “ulusal-sağ” dinamiğin ateşleyici siyasal, ekonomik ve kültürel faktörleri neler? Hangi sosyal sınıfların sözcülüğünü niçin üstleniyor?
Sinan Baykent / Fikir Turu
Fransa seçimlerinin ötesine bakmak: Ulusal-sağ bu noktaya nasıl geldi?
Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde ulusal-sağların zaferinin üzerinden henüz iki hafta geçti. Söz konusu kırılmanın yankılanmaları tazeliğini korurken, dün akşam Fransa’da şekillenen siyasal manzara bir deprem daha tetikledi.
İlân edilen erken genel seçimlerin birinci turunda sağ-popülist Ulusal Birlik (Rassemblement National) muazzam bir başarı kazandı.
Fransa’nın parlamenter geleneğinde ilk defa ulusal-sağ karakterli bir parti sandıktan birinci çıktı ve hükûmet kurma yetkinliğini sırtladı. Süreç, 7 Temmuz’daki ikinci tur safhasıyla birlikte sonlanacak.
Peki, ama Avrupa çapında iktidara yürüyen “ulusal-sağ” dinamiğin ateşleyici siyasal, ekonomik ve kültürel faktörleri neler? Ulusal-sağ hangi sosyal sınıfların sözcülüğünü niçin üstleniyor? Demokratların demokrasiyi aşındırmasından nasıl faydalanıyor? İslâm düşmanlığını nasıl gerekçelendiriyor? Dahası, tüm bu sorulara verdiği cevapları nasıl tek bir “ahenkli bütün”de harmanlıyor?
Avrupa ulusal-sağının ideolojik portresini en geniş perspektiften çizmek artık bir zaruret.
“Modern Zaman”a başkaldırı: Wokizm, politik doğruculuk, yeşil kapitalizm ve doğal düzenin reddine eleştiriler
Ulusal-sağ, Evola’cı[1] bir üslupla ifâde edilecek olursa şayet, “Modern Zaman”a ve onun sinesinde taşıdığı değerler manzumesine bir başkaldırı mâhiyetinde okunabilir.
Avrupa’da sol – bilhassa da sosyal demokrasi – küreselleşmenin “kullanışlı bir aparatı”na, hatta kültürel silâhına dönüştü. Düşünce ve pratikte burjuvalaşarak bir çeşit “bohem-burjuva” tipolojisinin sınırlarına çekildi.
Kuşkusuz burada işçi sınıfının en azından bir bölümünün gerçekliğinden birtakım “kültürel değerler” lehine koptuğu hususu da vurgulanmalı.
Keza sağ da – ki burada çoğunlukla klâsik merkez-sağı kastediyorum – “seçkinler zümresi”nin, büyük sermayenin kabuğuna çekildi (veya yörüngesine iyice hapsoldu).
Bahsi geçen sol ve sağ sürümlerin “küreselleşme” ortak paydasında cisimleşen değerler demetinde kesiştikleri bir sır değil. Dahası, iki unsurun da “sıradan insan”ın geçtiği somut darboğazlara nispetle sergilediği “kayıtsızlık” not edilmeli.
Yıllarca “ana-akım” addedilen bu iki çizgi, 21’inci yüzyılın ilk şafağından itibaren bütün “varoluş stratejilerini” dört eksende konumlandırdı: Wokizm, politik doğruculuk, yeşil kapitalizm ve doğal düzenin reddi.
Hâl böyle olunca, “reaksiyon” da evvelâ buralarda ilk filizlerini verdi.
Sansürcü bir ideoloji: Wokizm
Etimolojik planda “uyanmış” anlamına gelen “woke” sözcüğü, başlangıçta Anglosakson dünyasında Siyâhîlerin ırkçılığa karşı mücadelesinin ana konseptiyken, sonraları sol-liberalizmin de teşvikiyle bir “kültür-yıkıcılık” formatına evrildi.
Her ufuktan azınlıkların kalabalıklara hükmetme aracına dönüşen “Wokizm”, gerek büyük medya gerekse büyük akademyada düşüncenin “meşru” dairesinin konturlarını “kendinden menkul” bir otoriteyle çizmeye teşebbüs etti. Aslında başarılı da oldu.
“Nesnellik” kılıfına bürünmek suretiyle toplumsal “kabul” normlarını belirlemeye yönelik bir hareket ve bir ideoloji bu. Başka bir deyişle Wokizm’in edebiyattan felsefeye, siyasetten sanata ve biyolojiye değin tüm şubeleri kuşatma gayreti hâsıl.
“Meşru” dairenin dışında kalan her görüş, akım, davranış ve uygulama hem tabiatıyla “gayrı-meşru”dur hem de neredeyse küle çevrilmeye mahkûmdur. Bir nevî azınlıklardan mülhem bir “tek-tip düşünce diktası” olarak bile adlandırılabilir.
Avrupa’da bu eğilim hususen seçkinler ve “kültürel iktidar” mâlikleri nezdinde epey zemin kazandı ve ortaya adı konulmamış bir “sansür iklimi” çıktı ki, bu da politik doğruculuğun beslenmesini temin etti.
Politik doğruculuğun kaleleri
“Politik doğruculuk” dolaylı bir “sus(turul)ma” hâlidir. Konuşurken dahi susma eylemidir ve bu yönüyle tuhaf bir örgüyü benliğinde barındırır.
Olanı “olduğu şekliyle” – “olduğu gibi” takdim etmenin önüne dikilen bir entelektüel barajı andırır. “Zihin” ile “dil” ve “kalp” ile “dil” arasındaki uyumsuzlaşmanın örgütleyicisidir.
Dile işkence etmek ve “doğru” bellenenleri yukarıda serdedilen “standartlar” ışığında eğip-bükerek, “meşru” bir ambalaja paketleyerek konuşmakla ilgilidir. Yâni “oto-sansür”dür.
Yaratılan “dokunulmaz hakikat sütunlarının” başını üç başlık çekiyor: Kültürel azınlıklar, ekolojizm (ki, ben “yeşil kapitalizm” kavramlaştırmasını daha münasip buluyorum) ve doğal düzenin reddi.
Kültürel azınlığa bakışı İslâm düşmanlığı levhasında ayrıca irdeleyeceğiz.
“Ekolojizm” meselesi ise, “küresel toplum modeli” dayatmasının en basit ve fakat en etkili “modus operandi”si oldu. Avrupa bağlamında özellikle Brüksel’in bu husustaki inat ve ısrarı kayda değer.
“Ekolojizm” mi, “yeşil kapitalizm” mi?
“Eli kulağında” olduğu iddia edilen bir toplu yok oluşun gölgesinde milletlerin sönümlendirilmesine ve hatta Tarih sahnesinden çekilmesine yarayacak bir dizi tedbirin “tartışmaya dahi açılamaz” kesinlikle savunulması somut bir örnektir.
“Gezegensel menfaatler” ışığında çiftçiliğin bitirilmesi, yeni bir işsizler ordusu türetilmesi (ki, bu aynı zamanda emeğin ucuzlaması demek), beslenme alışkanlıklarının yapay gıdaya yönlendirilmesi, nüfusun azalmaya itilmesi ve bireysel davranış kalıplarının tepeden inmeci birtakım “cezaî” yaptırımlarla kontrol altına alınması hevesleri “totaliter” nitelikli bir “Yeni İnsan” arayışına ayna tutuyor.
Buradan “organik” bir yaşam, geleneklerin muhafazası ve/veya bir “millî varoluş” çıkmayacağı aşikâr.
Ayrıca bu vesileyle ivme kaybı yaşayan beynelmilel kapitalizme yeni bir nefes verildiği de yadsınamaz. “Yeşil” ve “sürdürülebilir” maskelerinin perdelediği cüsseli bir kapitalist dönüşüm icra ediliyor.
Sermaye “yeşillenirken”, tekelleşme hız kesmiyor ve adil bir düzen hayali yine, yeniden baltalanıyor.
Öyle ki, eskisinden daha “agresif” bir ticârî kampanyalar yumağından dahi bahsedilebilir. Tüketim çılgınlığı hunharca kamçılanırken, sadece tüketimin “içeriği” değiştiriliyor. Bizatihi “tüketim”e değen bir metamorfoz asla yok.
Emeğe indirilen balyoz ise fevkalâde gerçek.
Doğal düzenin reddi: Cinsiyetsizleştirme ve dijitalleşme
İnsanın “biyolojik” gerçekliğini reddeden ve onu bir sosyal-kültürel “imge” – “yorum” statüsüne gerileten anlayışın tezahürleri, “transhümanist” gelecek belirsizliği ve teknolojinin dijital-robotlaşma tehditleri “yarın”a dair ciddi bir anksiyete doğuruyor.
Bu anksiyete – hususen Avrupa’da – toplumun yaşadıkları toprağa kök salmış segmentlerinde çok daha belirgin ve hissedilir. Zira toprak, en “doğal gerçeklik”tir.
Kadın ve erkeğin olmadığı yahut olduğu ama “öz-tanımlama” yoluyla seçildiği, aile kurumunun bütünüyle dağıtıldığı, katı dinî tefsirden mülhem olmasa da her türlü “ilâhî aşkınlık” fikrinin yeraltına gömüldüğü bir düzende, dünyevî zevklere esir düşmüş ve “sunî varlık” mertebesine indirgenmiş kimliksiz-köksüz bir “yığın”a dönüşme endişesini hafife almak kabil değil.
Kaybedenler cephesinin bayraktarlığı: Ulusal-sağın lokomotifi olarak yerli işçi sınıfı ve orta sınıf
Yukarıda sıralanan “kültürel şok dalgalarının” – kavradığı siyasal, ekonomik ve sosyal boyutlarla – en büyük “kaybedenleri” hiç şüphesiz yerli işçi sınıfı (ki, çiftçileri de buraya dâhil ediyorum) ve güvencesizlikle gitgide burun buruna gelen orta sınıf mensupları.
İşte ulusal-sağ bu kesimlerin bayraktarlığını üstlenmiş vaziyette. Dahası, ben ulusal-sağa “ezilen yerli sınıfların kültürel savaşım makinası” diyorum.
Avrupa’da yerli işçi sınıfı, güttüğü “ekmek dâvâsını”, güvencesizlikle sınanan orta sınıf unsurları ise “yaşam tarzı ve güvenlik” hassasiyetlerini kültürel düzlemde siyasallaştıracak gücü ulusal-sağda buldular.
Merkezdeki solun işçi mahallerini “terk etmesinin”, sağın da orta direği “yalnızlaştırmasının” bir bedeli olacaktı. O bedeli ödetmeye ulusal-sağ namzet olmuşa benziyor.
“Olmuşa benziyor” diyorum zira bence 21’inci yüzyılda Avrupa ulusal-sağının temel rolü ve işlevi esasen “kültürel” gündem odaklı. Başka bir deyişle, “kültürel” olanın muhtelif sosyal ve ekonomik açılımları “ikincil” bir pozisyonda değerlendiriliyor.
Ulusal-sağın ağdalı yahut “derinlikli” sayılabilecek bir ekonomik programı yok. İşin “sistem”in nimetlerini “sömüren” ve “yerlilerin” ekmeğine “el uzatan” göçmenlerin “musluklarını kapatmak”la hallolabileceğine inanıyor çoğu.
Fransız düşünür Renaud Camus’ün “Büyük İkâme” (Grand Remplacement) tezi uyarınca, yerli Avrupalı milletlerin Afrika ve Mağrip kökenli milletlerce ikâme edilmeye çalışıldığına kâni olan ulusal-sağ, “tüm kötülüklerin anası” olarak da bunu görüyor.
Gerçek şu ki, Avrupa’daki ulusal-sağların “kültürel” ajandasını pratiğe dökebilmek için sayısal çoğunluğa ihtiyacı var – hem kendi ülkelerinde hem de kıta sathında.
Bu çoğunluğa erişemedikçe sermayeyi (ve uluslararası para akış dengelerini) “ürkütmemek” adına fazlaca radikal bir adım at(a)mazlar.
Ne var ki aritmetik manzara kendi lehlerine evrimleştikçe bu defa sermayeyi kendi şemsiyesi altına girmeye “zorlamaları” – en azından bunu denemeleri pekâlâ mümkün. Tarih bunu ispatlıyor.
İki senaryoda da umutlarını çaresizce ulusal-sağa bağlayan yerli işçi sınıfının hayal kırıklığına uğra(tıl)ması ve kendisine verilen sözlerin “yutulması” kuvvetle muhtemel.
İslâm ve Müslüman düşmanlığı: Sınıfsallıktan kültürelliğe
Bugün tüm Avrupa’da “işçi mahallesi” ikiye bölünmüş durumda. Bir tarafta “ulusal koruma” talep eden yerli işçi sınıfı, diğerinde ise çoğunlukla din faktörü üzerinden ezilen göçmen işçi sınıfı.
İslâm, Müslümanlık ve genel mânâda ait olunan medeniyet havzası yeni sınıfsal (ve sınıf-içi) ayrımcılık ve sosyal nefret tahtası oldu.
Ulusal-sağ ilk kısmın nefretini siyasallaştırırken, “merkez” sayılmayan sosyalist blok ikinci kısma yaslanıyor.
Bu durum aynı zamanda ulusal-sağı, sosyalistlerin şeriatı, “şeriat-uyumlu otonom bölgeleri” ve “demografik istilâyı” himâye ettiğini söylemeye itiyor. Sosyalistlerin Avrupa’nın yeni “antisemitleri” olduğuna işaret eden ulusal-sağcılar, bu vesileyle iç ve dış Siyonistleri de kendi saflarında hizâlandırmayı başarıyorlar.
Hiç şüphesiz bu, 11 Eylül-sonrası süreçte yerleşen küresel paradigmayla akortludur ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) sağının Avrupa milliyetçiliğine nüfuz etme başarısının tartışmasız bir kanıtıdır.
“Genetiğiyle oynanmış bir organizma” olarak Avrupa milliyetçiliği, artık “sağ-popülist” ve “ulusal-muhafazakâr” kanatlardan müteşekkil. Ve bu kanatlar “göç dinamiklerini” doğru okumaktan bütünüyle âciz.
Günümüz Avrupa ulusal-sağının zayıf karnı, sebepler yerine sonuçlara yoğunlaşarak siyaset kurgulaması.
Son 30 yılın titizlikle yürütülen “savaş mühendislikleri”ne hiç ses çıkarmadan, salt kan deryâlarının görünür uzantısı kıvamındaki göç hareketlerine ve göçmen profiline odaklanarak kalıcı bir çözüme ulaşılamayacağının farkında değiller.
Müslüman toplumlara karşı tasarlanan küresel düşmanlık mantığının ardındaki ideolojik faktörü inkâr üzerine nakşedilen sınıfsal temelli bu kültür “savaşımı”, Avrupa’daki marâzî döngüyü kalıcılaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
1990’lara değin tarihsel Avrupa milliyetçiliğinin “neo-liberal dünya düzenine karşı müttefik” kabul ettiği Müslümanları yeni ulusal-sağ dışlama, hatta “yasaklama” aşamasına geçti.
Bu mühim bir ayrıntı zira yeni ulusal-sağın dayandığını söylediği “geleneksel değerlerin müdâfaası” (anti-Wokizm, anti-politik doğruculuk, anti-küresel toplumculuk, anti-sunî düzencilik vb.) siyasetini “etkince” yürütmeye niyetli olup olmadığı, yürütecekse de kendi lehine olacak şekilde mi yoksa başkalarının hesabına mı olacağı da pekâlâ sorgulanabilir.
Ufuktaki zorunlu “demokrasi” tartışmasına dair
Uzak olmayan bir gelecekte ve Avrupa’da çözülmeye başlayan “liberal-demokratik” modeli müteakip, kamusal alanda zorunlu bir “demokrasi” tartışmasının yaşanabileceğini düşünenlerdenim.
Demokrasinin bizzat “demokratlar”ca aşındırıldığı, “post-politika”nın kapılarının bizzat muktedirler tarafından aralandığı bir bağlamda, “halkperest” damarı fokurdatarak iktidara doğru yürüyen bir “ulusal-sağ” olgu var.
Küresel seçkinlerin wokist, politik doğrucu, ekolojist ve dijitalleşmeci “diktaları” karşısında “doğrudan demokrasi” argümanını kuşanan, bu vesileyle de iktidarı “halk” ve “milletlere” iade edeceğini taahhüt eden bir ulusal-sağ bu. Zirveye çıkarılmış bir “yerli egemenlikçiliği” bile diyebiliriz…
Öte yandan “kültür” ve “medeniyet” kabuklu sosyal çatışma tohumlarını sandık yoluyla pasifize etme vaadinin ütopik değilse de iyimser olduğu açık.
“Kendi kaderine bırakılmış kıta Avrupa’sı” fikrinden hiçbir zaman hoşnut olmayan ve olmayacak ABD ve Rusya gibi faktörler de dikkate alındığında, yönetimi çok meşakkatli huzursuzlukların ulusal-sağın gelişimine içkin olduğu gerçeği de unutulmamalı.
Velhâsıl, Avrupa tuvaline vurulan fırça darbeleri hâlâ eserin nihâî renk tonunu vermiş değil.
[1] Julius Evola (1898-1974), İtalyan bir düşünürdü. Ezoterik öğretiler ışığında hem İtalya hem de Avrupa (ve elbette Batı) özelinde Modernite karşıtı bir düzlemde tasarladığı ve anti-burjuva niteliklerle donattığı bir “sağ” mektebin gelişmesine ön ayak oldu.
HABERE YORUM KAT