Fransa Rivierası’na Yolculuk
Fransa, Çocukluğumun Yitik Ülkesi
Yazı ve gündem yoğunluğundan bunaldığım bir kış başıydı. Biraz İstanbul’dan, kendimden, ondan bundan, uzaklaşmak, meşhur deyimle ‘kafa dinlemek’ üzere bir yerlere gitmeyi arzuluyordum. Bir arkadaşımla Fransa’nın Güney sahillerine gitmek için sözleştik. Antibes, Monaco, Nice, Cannes, Saint Tropez hattında bir seyahat planladık. Önce bu şehirlere en yakın mesafede olan Antibes’de bir otel rezervasyonu yaptık. Ve Marsilya uçuşlu biletlerimizi aldık.
Aralık başı, yağmurlu bir günde indik Marsilya’ya. Fransa’nın Paris’ten sonra bu 2. büyük şehrini dönüşte gezmeyi planladığımız için, direk tren garına geçtik. İstikamet Fransa Riviera’sı… Ortalama 3 saate yakın bir yolumuz var. Tren hareket edince, pencereden dışarıyı seyre dalıyorum. Aklımda çocukluğum… Küçük yaşta babasından ayrılmış ve hayatı boyunca onu sayılı gün görmüş bir çocuk olarak Fransa bende derin izler bırakmış bir ülke… Babam ben henüz okula başlamadan çalışmak üzere gelmiş buralara. Ve uzun yıllar Türkiye’yle pek bağı olmamış. Fransa’nın hangi şehir ya da şehirlerinde yaşadığını bilmeyecek kadar gizemli ve özlem dolu o yıllarda babamdan ara sıra gelen Fransa patentli oyuncakları hatırlıyorum yalnızca. Kimi zaman karnında sihirli boncukların şarkı söylediği bir balık, kimi zaman soğuktan korunmak için kırmızı bir peluş… Babam… Çook uzak bir ülkede, bana kendini oyuncaklarla hatırlatan, o yakışıklı ama vefasız adam. Artık bu dünyaya ait olmayan, tanıyamadığım ve keşke aramızda olsaydı diye iç geçirdiğim babamın yaşadığı şehirlerden mi geçiyorum şimdi? Marsilya’da mıydı, Lyon’da mı, Paris’te mi? Hiç öğrenemediğim ayrıntılar, ah o yitik yıllar… Ve babamı benden alan ülkenin şehirlerine seyahat… Hayat ne tuhaf…
Biraz sera, biraz Liman, Biraz Plaj; O benim işte, Antibes
Trenle 3 saate yakın bir süre yol aldıktan sonra konaklayacağımız şehir Antibes’e varıyoruz. Otelimiz, tren garına, yürüme mesafesinde. Yol boyunca, Côte d’Azur levhaları dikkatimi çekmişti. Côte d’Azur, Fransa’nın Akdeniz kıyısına verilen isimmiş. Fransa Rivierası ya da körfezi olarak adlandırılan bu bölge, birbirine yakın sahil şehirleriyle tarafımızdan keşfedilmeyi bekliyor.
Oteli zahmetsizce bulup yerleşiyoruz. Aslında otelden ziyade bir rezidans burası. İnsanların daha çok yazın ailece geldikleri, içinde mini bir mutfağı olan bir stüdyo daire. Dışarıda yemek yemeyen bizler için gayet müsait bir ortam. Sabah İstanbul’dan çıkıp kazasız engelsiz, akşam otele yerleşmenin huzuruyla çay demleyip yorgunluk atıyoruz. Bizi akşam karanlığında karşılayan Antibes’i yarın erkenden keşfe çıkacağız.
Sabah uykusunu seven biri olarak, seyahatlerde sabah namazından sonra uyku tutmaz. Otelin penceresinden doğan günü seyrediyorum. Denizin üstünden süzülüp gelen kızıllık şiirlere konu olacak güzellikte… Çay, kahvaltı derken sabahın ilk saatlerini geçip otelden çıkıyoruz.
Deniz boyunca uzanan şirin, yeşil, sakin bir sayfiye kasabasını andıran Antibes’i sahile paralel yürüyerek gezmek niyetindeyiz. Bölgeyi tanımak için bir haftamız olduğundan aheste bir sabah yürüyüşü de diyebiliriz buna. Az katlı, bahçeli, kapı ve duvarlarına gravürler oyulmuş, tarihi görünümlü evlerin önünden geçiyoruz. O hep aynı duygu, evlerin içine girme ve bin bir çeşit öykünün kapısını aralama isteği… “Tık tık tık, ben geldim.” Tanrı misafiri doğallığında, yine zihnimi zorluyor. Ama yalnızca masallarda kalan diyaloglar bunlar değil mi?
Biraz Tarih, Biraz Kültür
Hava serin, parçalı bulutlu, hafiften yağmur çiselemeye başlıyor. Antibes, denince Picasso akla geliyormuş, buralarda. Çünkü ünlü ressam 1946’da şehre gelip, kraliyet ailesinden kalan Gribaldi Şatosu’nda altı ay misafir olmuş ve burada yaptığı 150 tabloyu ayrılırken şatoya hediye etmiş. Sonrasında Grimaldi Şatosu’nun bir kısmı Picasso’nun resim ve heykellerinden oluşan, kapsamlı bir müzeye çevrilmiş.
Antibes, yeşili ve deniziyle büyülüyor. Korunmuş doğal güzelliği kadar çiçek seralarıyla da ünlüymüş. Fransa ve dünya sosyetesinin yazlık edinme ya da deniz, kum, güneş üçlüsü için tercih edilen önemli turizm alanlarından biriymiş. Zaten sahil boyunca sıralanan tarihi konakvari evler zengin sahiplerinin hizmetinde olduklarını belgeler gibi. Ve buradaki yazlık fiyatlarının milyon dolarlarla ifade edildiği belirtiliyor.
Antibes’in tarihi de hayli eskiye dayanıyor. 5. yüzyılda Yunanlı bir koloni tarafından Antipolis adıyla kurulan şehir, o yüzyıllardan beri limancılıkta önemli adreslerden biri olmuş. Roma İmparatorluğu’nun himayesinden ayrılınca pek çok istilaya uğramış. 19. Yüzyıl’dan sonra ise gerek tarihi misyonu, gerek doğal güzelliğiyle Avrupalıların yerleşim ve tatil için gözde mekânlarından biri haline gelmiş. Aynı zamanda Avrupa’nın en büyük yat limanıyla lüks ve ihtişamlı yatlara ev sahipliği yapıyormuş. Ortaçağ’da kendini yaptığı kale ve surlarla koruyan şehir, kalesini ve surları bugüne kadar muhafaza etmiş. Antibes’in denize nazır yüksek bir tepesinde olan kale pek çok noktadan görünüyor ve şehre otantik bir görünüm katıyor.
Özellikle deniz boyunca uzanan ve 25 km.’yi bulan 48 plajıyla, tatilcilerin rağbet ettikleri bir sahil şehri burası. Yazın plajlarda iğne atsan düşmüyormuş. Allah’tan kışın geldik de o 48 km’lik çevre faciasını görmedik diye seviniyorum. Yeşilin ve denizin iç içe olduğu şehirler yazın popüler olsa da buraları kışın ziyaret etmenin tefekküre daha müsait ortam sağladığı kesin. Yolda bazı Fransızlara İngilizce birkaç adres soruyoruz. Ama ne yazık ki hiçbirinden cevap alamıyoruz. “Good morning” selamınız bile “Bonjour”la karşılık buluyor. Fransızların İngilizce karşıtlığı bilinen bir gerçek… Anlaşılan o ki nereye gideceksek kendi imkânlarımızla yol alacağız.
Yağmur, yağmur değil, bardaktan boşalan su…
Sahil boyunca aheste yürürken yağmur hızlanıyor. Şemsiyenin altında sakin yürümeye devam ediyorum. Ama yaz yağmuru gibi gelip geçici sanmak fazla iyimserceymiş. Yağmur giderek hızlanıyor ve bardaktan boşalırcasına bir hal alıyor. Ne şemsiye kâr ediyor ne kapüşon. Kaldırımlar, caddeler su birikintileri içinde kalıyor. Yağmur suyunun içine süzüldüğü botlarımızla, hızlı adım geldiğimiz yoldan geri dönüyoruz. Fakat çevreyi gözlemlerken o kadar açılmışız ki tepeden tırnağa ıslanıyoruz. Sırılsıklam olmuş bir halde kendimizi otele zor atıyoruz. Gülsem mi ağlasam mı bilmiyorum. Kafa dinlemek için çıktığım seyahat gerçekten de bir otel inzivasına dönüşebilir. Çünkü internetten öğrendiğim kadarıyla yağış 3 gün sürebilirmiş.
Üstümüzü başımızı klimanın karşısında kuruturken haleti ruhiyemiz de parçalı bulutlu hava durumu gibi. 3 gün boyunca otel odasında çay içip oturma fikri canımı sıkıyor. Yağmurluk mu alsak hesapları içinde geçiyor günün diğer kısmı. Akşamüstü, yağmur azalınca, markete gidip makarna, domates sosu, ekmek falan alıyoruz. O ıslanmanın üzerine sıcak bir yemek iyi geliyor.
Dünya’nın İkinci Küçük Ülkesi Monaco
Neyse ki sonraki günler korktuğumuz gibi olmuyor. Hava tam açılmasa da dışarı çıkmaya müsait bir hal alıyor. Bugün Vatikan’dan sonra dünyanın ikinci küçük ülkesi olarak kabul edilen Monaco’ya gideceğiz. Fransa sınırları içinde olsa da kendine özgü bir Krallıkla yönetilen bu şehir devleti, Cote D’azur’da ve burada şehirlerarası ulaşım çok kolay. Sahil boyunca sıralanan duraklardan 1 ya da 2 Avro’luk otobüs bileti karşılığında istediğiniz yere gidebiliyorsunuz. Tren, ücret olarak biraz daha pahalı ancak zaman tasarrufu sağlıyor. Biz sahil şeridini gözlemlemek istediğimizden otobüsü tercih ediyoruz.
Öğle saatlerinde Monaco’ya geliyoruz. Şehre adımımı attığım ilk andan itibaren; gerek birbirinden gösterişli yatların sıralandığı limanı, gerek denize nazır devasa binaları, otelleri, alışveriş merkezleri, pahalı butikleri, ışıltılı cadde ve sokaklarıyla lüks ve şatafatın hüküm sürdüğü bir beldeye geldiğimi fark ediyorum. Şehir kendinden emin elit duruşuyla “Adamlar yapmış.” dedirtmek için adeta zorluyor insanı. Belki de bugüne kadar gittiğim şehirler içinde en lüksü ve keyf-i sefa içinde olanı bu diyebilirim.
21. Yüzyıl’da Monarşik Bir Şehir Devleti, Olacak şey Değil!
Monaco ismi daha çok monarşi yönetimiyle, aklımda yer etmiş. İslam Coğrafyalarının tarihinde Monarşi’yi kıyasıya eleştiren Batı’da, 21. Yüzyıl’da hâlâ ailelere dayalı hükümranlıkların olması ayrı bir muamma tabi! Fransız Ortaçağ köyleri ile Alp Dağları arasına sıkışmış, Monaco’nun mini tarihi de hayli enteresan. 1191 yılında, Roma İmparatorluğu tarafından kurulan şehir, 1297 yılında İtalya’nın önde gelen ailelerinden olan François Grimaldi ve askerleri tarafından istila edilmiş. Ve 7 asırdır Grimaldi ailesi tarafından yönetilmekteymiş. Asırlardır babadan oğula devredilerek yönetilen şehrin başında halen Prens II. Albert bulunuyor.
Öncelikle otobüsten indiğimiz durağın yakınında sahili dolaşarak, şehre karşıdan bakıyoruz. Sarp kayalıkların üzerinde kurulmuş çok katlı apartmanlarıyla diğer Avrupa kentlerinden ayrışıyor Monaco. 1.8 km. karelik minicik yüzölçümü, 35.500 kişilik nüfusu ve yılda yüz binlerce turist akınıyla oldukça kalabalık bir şehir aynı zamanda.
Şehrin dağ ile deniz arasına sıkışmış hali ve binaların devasa yüksekliği insanda üzerine geliyormuş hissi uyandırıyor. İnsanlar her alanda lüks ve şatafatı sağlamak ve şehre sığabilmek için adeta tabiatı zorlamışlar. Sahildeki Fontveille diye adlandırılan limanın ve gezi yollarının yapıldığı kısım, deniz beton doldurularak oluşturulmuş. Bir karış toprağın altından değerli olduğu bir ülke burası.
Binaların Üzerindeki Botanik Bahçeleri
Sahilden tepelere doğru yürüyoruz. Şehir inişli çıkışlı bir alana yayıldığı için, bolca merdiven çıkıyorsunuz. Yokuş çıkmayı kolaylaştırmak için köşe başlarına ve binaların içlerine asansörler konmuş. Cadde ve sokaklar son derece bakımlı ve temiz. Kraliyet ailesinin emniyet güçleri de hemen her köşede asayişi sağlamada oldukça titiz davranıyorlar. Yukarıdan şehri seyretmek ise sahilden daha zevkli… Deniz, sahil ve lüks yatların sıralandığı limanıyla göz alan bir mavilikte alabildiğine uzanıyor, bu manzara bana denizin olduğu bütün şehirlerin yaşanır olduğunu hatırlatsa da zihnimden geçen Monaco’da yaşamak ister misin sorusuna; gezip görmek için evet ama daha fazlasına lüzum yok, diyor içimdeki ses.
Monaco’nun en önemli özelliklerinden birisi de ilginç bahçeleri. Şehirde lüks, beton binalardan yeşile ayrılacak alan kalmadığı için birçok binanın tepe kısmına, balkonlarına, verandalara çatı yerine botanik parkını andıran zevkli bahçeler yapılmış. Sahilden taş yığını gibi gözüken Monaco, tepeden bakıldığında bu bahçeler sayesinde adeta yeşil bir renge bürünüyor. Manzara harika olsa da, her metrekaresi beton binalarla kaplı Monaco’da ağaçları yerden çok binaların üzerinde görmek, tabiatın dengesiyle fazlasıyla oynandığını düşündürüyor insana.
Jet Sosyetenin Uğrak Yeri Monte Carlo
Şehri dolaşırken Monte Carlo olarak ünlenen kumarhaneler semtine de yolumuz düşüyor. Dünyanın en ünlü kumarhanelerinden biri olan Monte Carlo ismini bulunduğu semtten almış. Kumarhanelerin çevresi lüks araçlarla dolu ve caddelerin ışıltı ve şatafatı insanın içini ürperten bir yapaylığa sahip. Dünyanın jet sosyetesinin uğrak yeri olarak bilinen bu semtte her an bir ünlüyle karşılaşmak olasıymış. Monaco’da kumarhaneler Krallığa gelir sağlaması için resmi olarak 1861’de açılmış. Ve yılda milyonlarca insan buraya kumar oynamaya geliyormuş. Fakat enteresan bir ayrıntı var ki o da Monte Carlo vatandaşlarına burada kumar oynamak yasakmış. Kumarhanelerdeki oyun masalarının işletmesi devlete aitmiş. Monaco’nun zenginliğinin nereden geldiğinin önemli ipuçları da buradaki ayrıntıda gizli sanırım. Monaco, bu şatafat ve gösterişini kumar tutkusu yüzünden dünyanın dört yanından buraya gelip varını yoğunu kaybeden zenginlerden ediniyor olabilir mi? Kendi vatandaşını kumar illetinden korumak için yasa çıkarırken, kumarhanelerini dünyanın hizmetine açmak ve bundan milyonlar, milyarlar devşirmek, nasıl bir iki yüzlülüğün ürünüdür? Sorular… Sorular…
Bir de her yıl Monaco’da yapılan Formula 1 yarışları da şehre turist çekmede önemli bir spor etkinliği olarak adından söz ettiriyor. Yani, spor, kumarhaneler, barlar, gece kulüpleri, spa merkezleri, pahalı butikler vs. şehre gelen zenginler için su gibi para harcanacak adresler olarak sayılabilir.
Monoko Akvaryumu (Oşinografi Müzesi )
Monaco’ya gelmeden önce gezilecek önemli yerlerden Kraliyet Sarayı ve Deniz Müzesi’ni tespit etmiştik. Vaktimiz sınırlı olduğu için Deniz Müzesi’ni tercih ediyoruz ve bir taksiyle müzeye geliyoruz. Monaco kayalıkları üzerinde, denizden 80 metre yükseklikte muhteşem manzaraya sahip devasa bina dış görünümüyle hayranlık uyandırıyor. Bilet alıp içeri giriyoruz. Hem Deniz Araştırma Enstitüsü, hem devasa bir akvaryum, hem de tüm denizlerden toplanmış ve kurutulmuş yüz binlerce deniz hayvanı ve bitkisiyle dünyaca ünlü bir koleksiyona sahip olan Oşinografi Müzesi, Monaco’ya yolu düşen herkese görmeyi tavsiye edebileceğim belki de tek harika atmosfer.
Bu dev akvaryum, Monaco Prensi I. Albert tarafından 11 yılda yaptırılmış ve 1910 tarihinde açılmış. 100 metre uzunluğunda ve farklı boyutlarda yüzlerce akvaryumun içinde, her çeşit deniz canlısının sergilendiği müzede eğer denize ve deniz ürünlerine meraklıysanız rahat bir gününüzü geçirebilirsiniz. Deniz yosunları, mercanlar, anemonlar, Ofroz, Stingray, kaya ve kum balıkları, ahtapot ve karides, çeşitli köpek balıkları, deniz atları ve daha ismini bile sayamayacağım yüzlerce tür arasında akşamı edebilirsiniz.
Akvaryumlar arasında dolaşırken yalnızca kendini ve kendi hayatını bilen, kendini dünyanın merkezi sanan insanın, deniz altındaki hayatın milyonda birine bile vakıf olmadığını bir kez daha idrak ediyorum. Denizde balık gibi yaşamak, sözü kendi gettosunda yaşayan ve yalnızca gördükleri ve bildikleriyle yetinen insanlar için söylenmiş olmalı…
Vedalar Hep Akşam Karanlığında
Deniz Müzesi’nden çıkıp akşamın alacakaranlığında sahile inen merdivenlere yürüyoruz. Bu merdivenler aşağıdaki otobüs durağına kadar uzanıyor. Tepeden aşağı inerken yeni ışıklarıyla geceye hazırlanan Monaco’yu seyrediyorum. Biraz sonra barlar, gece kulüpleri, kumarhaneler, restoranlar hareketlenecek. Caz müzik, techno müzik vs. eşliğinde gündüz, durgun ve sakin görünen şehrin gösterişli binalarında sabaha kadar süren eğlenceler tertiplenecek, haram para için kumar masalarında geçirilen ölümüne vakitler, alkolün su gibi aktığı gece partileri, gayri ahlaki münasebetler… Velhasılı, havadan çok insanın içini üşüten acı gerçekler…
Otele gidip çay yapmalı ve iyi bir öykünün sayfalarında kaybolmalıyım. Babamı Çalan Ülkenin Şehirleri… Olabilir mi öykünün ismi? Salih Mercanoğlu’nun Eurosini, şiirinden mısralarla olsun bu sefer de veda…
“eskimiş fotoğraflardan çıkan anılar
tarlabaşında dolaşan bir hayalet
yeni insanlar yaratan büyük şehirler
yeni hayaletler de yaratacak elbet
biliyorum prenses
biliyorum monte carlo
bu yaz şehirler boş durmayacak
ah eurosini
bu şiir hiçbir zaman benim olmayacak…”
Kültür Ajanda’nın Mart sayısından alıntılanmıştır.
YAZIYA YORUM KAT