Foucault’nun Sarkacı ve komplo teorileri
Hükümetin birbiri ardına gerçekleştirdiği ‘açılımlar’ başta CHP ve MHP çevreleri olmak üzere pek çok kesimde ‘ülkeyi bölünmeye götürecek’ bir adım olarak nitelendi ve adet olduğu üzere bu açılımların arkasında ‘yabancı fesat çevreleri’ arandı. Bana yazan bazı okuyucular da benzer imalarda bulunuyorlar. Bu arada, o kadar çok kişi Taraf’ın var oluşunu bile komplo teorileri ile açıklanmaya çalışılıyor ki, ben de bu haftayı ‘komploculuk’ denilen zihniyet durumunun analizine ayırmak farz oldu. Ancak bir süreliğine İstanbul dışında olduğumdan, yeni yazı yazamadım. Şimdi okuyacağınız yazı, 29 Ekim 2007 tarihli Radikal gazetesinde yayımlanan “Komploculuk ve Ockham’ın Usturası” başlıklı yazımın geliştirilmiş hali. Bu seferlik beni bağışlayacağınızı umuyorum.
Bilgi ve iktidar ilişkisi
İtalyan göstergebilimci (semiyolog), yazar, edebiyatçı, eleştirmen ve düşünür Umberto Eco’nun Foucault Sarkacı (Can Yayınları, 1992) adlı eseri, okültizm (gizli bilimcilik), Kabala (Yahudi gizemciliği), simya ve komplo teorilerine yapılmış yüzlerce referansla, bir anlamda irrasyonel düşüncenin 500 yıllık tarihini içeren, çok dilli bir çağrışımlar, anıştırmalar, eğretilemeler, göndermeler yelpazesidir. Kitapta adı hiç anılmamakla ve Eco tarafından inkâr edilmekle birlikte, geçen hafta hapishaneler dolayısıyla adını andığım Fransız filozofu Michael Foucault’nun bilgi ve güç arasındaki ilişkilere dair teorisine örtük bir göndermeyi de içeren eser adını, Fransız fizikçi J. B. Leon Foucault’nun dünyanın dönüşünü simgeleyen sarkacından alır ancak okuyucu sarkaçla ilk ve son kez ancak romanın 600. sayfasında buluşur. 1851’de, Panthéon’un kubbesine asılan 67 metre uzunluğundaki sarkacın 28 kilo ağırlığındaki gümüş topu, saatte 11 derecelik bir salınım yapıyor, her salınımda altındaki kum zemin üzerinde 3 milimetrelik bir iz bırakıyor ve bu izler yavaşça saat yelkovanı yönünde dönüyordu. 32,7 saatte tamamlanan bu dolanım, Dünyanın döndüğüne dair doğrudan ilk kanıttı.
Abulafia’nın mükemmel planı
Romanın konusunu kısaca özetlemek gerekirse; Tapınak Şövalyeleri ile ilgili bir doktora tezi hazırlayan Casaubon adlı Milanolu bir filolog Belbo ve Diotallevi adlı iki kişiyle tanışır. Üç arkadaşın konuyla ilgili bir sürü el yazmasını okuduktan sonra, mükemmel bir komplo teorisi ortaya çıkarmak iddiasıyla başlattıkları bir oyunun, onları sanki gerçeklikmiş gibi sarıp sarmalamaya başlar. Gençler kendi komplo teorilerini oluşturmak için ‘Abulafia’ adını verdikleri bir bilgisayar programı hazırlarlar ve bazı el yazmalarından rasgele kelimeler seçerek kendi metinlerini oluştururlar. Tutarlılığı bozan her kelime ayıklanır ve ortaya ‘mükemmel’ bir plan çıkar. Sonuçta Belbo, kendi hazırladıkları planın gerçek olduğuna inanan arkadaşları tarafından Foucault’un Sarkacı’na bağlı kordona asılarak öldürülür. İşin ilginç yanı, kahramanlarımızın planı nasıl imal ettiklerini adım adım izleyen okuyucular bile kitabın sonunda planın ‘gerçek’ olduğuna inanır hale gelmiştir…
Kitapta gönderme yapılan Tapınak Şövalyeleri, Agartha, Hermes, Gül-Haç, Oyuk Dünya, Yuvarlak Masa Şövalyeleri, Druidler, Katarlar, Bogomiller, Hasan Sabbah’ın Fedaileri, Woodoo Ayinleri gibi son derece geniş yelpaze, dünyadaki tüm kötülüklerin ardında Yahudileri, Masonlar4ı/Farmasonları veya Bavyera İlluminati Cemiyeti’ni aramak zorunda kalan klasik komploculara yepyeni ufuklar açabilecek niteliktedir. Bilindiği gibi bu temalara, Soğuk Savaş döneminde ‘komünistler’ ve ‘karşı-devrimciler’ eklenmişti. Bugün, Yahudiler ve İlluminati benzeri (örneğin George Bush’un üye olduğu ‘Kuru Kafa ve Kemikler Derneği’ gibi) cemiyetler her zamanki gibi baş rolde, ama “hükümetler” ve “emperyalist güçler” gibi unsurların da hatırı sayılır yeri var.
‘Yanlışlanamayan’ teoriler
Bilindiği gibi komplo teorileri, büyük tarihsel ve toplumsal olayları, gerçek toplumsal güçlerin, sınıfların, zümrelerin, tabakaların çıkarları, konumları ve karakterleriyle değil, gizli örgütlerin veya ilişkilerin düşünce ve eylemleriyle açıklar. Liberalizm, Marksizm, Nazizm, gibi büyük anlatıların çöktüğü post-modern çağımızda, bu teorilerin gizemli ve cazip bir açıklama biçimi olarak hemen herkesin aklını çelecek bir yanı var. Aslında insanoğlunun kendisini etkileyen olayları anlamaya çalışması, yorumlaması son derece doğal bir süreçtir. Ama bazı olaylar vardır ki, yorumlamaya direnç gösterirler ve bu yapılarıyla insanoğlunu arkasında yatan anlamı aramaya daha da teşvik ederler. Son derece normal, anlaşılır olan bu süreç bir noktada yolundan sapmaya başlar. Bir süre sonra kişi her olayın ardında gizli güçler aramaya başlar ve kuşkuculuk paranoyaklığa dönüşür.
Psikologlara göre herhangi bir komplo teorisine inanan, diğer teorilere de inanma eğilimdedir. Bunun tersi de geçerlidir. Bilim felsefecisi Karl Popper’e göre komplolara inanma eğilimdeki insanlar doğadaki ve hayattaki milyonlarca şablondan kendi kafalarına en uygununu seçerler. Nitekim Umberto Eco da yukarıda andığımız romanında şöyle der: “…insan isterse, her zaman, her yerde, her şeyle her şey arasında bağlantılar bulur; dünya ansızın, her şeyin her şeye yollama yaptığı, her şeyin her şeyi açıkladığı bir akrabalıklar ağına dönüşür…” (s.434)
Komplocu bakış açısı
Bu davranış biçimini tetikleyen pek çok bilgisel, bilişsel veya psikolojik süreç vardır. Öncelikle bütün komplo teorileri saçma değildir. Bazılarının doğru çıkması, kişiyi diğerlerinin de doğru olabileceği yolunda güdüler. Bir başka mesele, insanoğlunun bir olayın sonunda kime yaradığını (cui bono?) düşünmeye eğilimli olmasıdır. Halbuki komplo teorilerine yatkın bir zihin, olaydan faydalananları sıralarken, seçimini kendi şablonuna göre yapabilir. Ama daha önemlisi olay rastlantısal olabilir veya gözden kaçırılan faktörler vardır. Bir başka neden, insanların her eylemin mutlaka rasyonel, mantıklı bir açıklaması olduğunu varsaymasıdır. Halbuki insanlar ya da insan topluluklarının bazı davranışları irrasyoneldir, mantıksızdır. Bir başka etken, medyanın kamuoyunun dikkatini çekmek için, olayları olduğundan daha karmaşık ve negatif bir biçimde sunma eğilimidir. Bunlara bir de X-Files, Conspiracy Theory, Matrix, 24 Saat, Da Vinci Şifresi, Opus Dei gibi etkileyici film ve romanların rolünü ekleyelim. Komplo teorilerini ‘dinsel batıl inançların laikleştirilmiş şekilleri’ olarak niteleyen Karl Popper ise, komünizm, Nazizm veya faşizm gibi totaliter ideolojilerin paranoid senaryolar olmadan varlıklarını sürdürmesinin mümkün olmadığını, dolayısıyla bunları sistematik biçimde ürettiğini iddia eder.
Neden ihtiyaç duyulur?
Görülen o ki, antropologların mantık-öncesi inançlara benzer buldukları komplo teorileri, her geçen gün biraz daha karmaşıklaşan, doğrudanlıktan ve açıklıktan hızla uzaklaşan günümüz dünyasında, bilgi bombardımanının yarattığı kalın sis bulutu yüzünden hükümetler, şirketler, medya ya da dini cemaatler gibi çetrefil yapıları, kurumları ve bunlar arasındaki çok yönlü ilişki ağlarını anlamlandırmakta güçlük çeken bireye, kendi küçük grup ilişkileri çerçevesinde basit, kolay anlaşılır, net açıklamalar sunduğu için kolayca kabul ediliyor.Bu iddiaların, bilimsel kıstaslarla kanıtlanmaları ya da reddedilmeleri (Popper’in deyimiyle ‘yanlışlanmaları’) mümkün olmadığı için de, kolaylıkla ortadan kalkmıyorlar.
Kimler meraklı?
Komplo teorileri en çok ABD’de ve Ortadoğu ülkelerinde tutuluyor ama son yıllarda ülkemizde de, sıradan vatandaşlardan devlet adamlarına, aydınlardan ordu komutanlarına, sağcılardan solculara, ilericilerden muhafazakârlara uzanan geniş bir yelpaze, önemli önemsiz her olayı bilimsel analizler yerine komplo teorileri ile açıklamaya başladı. Cumhuriyet’in modernleştirmeci politikalarının özünü anlamak yerine “Halifeliği Siyonist-Haçlı Birliği kaldırttı” demek; Cumhuriyet’in 80 yıllık Kürt Meselesi’nin bizzat kendi yanlış politikalarımızın ürünü olduğunu kavramak işine gelmeyince “AB ve ABD Türkiye’yi bölmek için Kürtleri kışkırtıyor” demek; din ile modernlik ilişkisini tarihsel ve sosyolojik olarak tahlil etmekte zorlanınca “ABD Türkiye’ye ılımlı İslam Cumhuriyeti rolü biçti, bunun sonu şeriattır” demek; karmaşık ve çok yönlü uluslararası ilişkileri anlamakta güçlük çekince “Batı Sevr Anlaşması’nı hiçbir zaman masadan kaldırmadı ki” demek; AB’nin insani, hukuki veya ekonomik kriterlerine uymak için çok emek vermek gerekince “AB ülkeleri önce kendisine baksın” demek sıradan bireyler söz konusu olduğunda anlaşılır ve kabul edilebilir, ama bilgi kaynakları çok daha geniş olan kesimlerin de benzer yorumları yaptığını görünce bu durumun tahlili gerekiyor.
Yaralı ulusal onura merhem
Almanya, İtalya, İspanya ve Türkiye gibi uluslaşma sürecine geç girmiş, ulusal devlet kurma tarihlerini bir süreklilik olarak değil önemli kırılmalar biçiminde yaşamış, ağır yenilgilerle eski güçlü konumlarını aniden kaybetmiş tüm uluslarda görülen bazı ortak özellikler olduğu biliniyor. Ülkemizde, üç kıtaya yayılmış koca bir imparatorluktan Anadolu’ya sıkışmış küçük bir ulus-devlet olmayı hâlâ sindirememiş olan büyük bir kesim, kendi geçmiş büyüklüğü ile büyülenerek şu andaki durumu hiç de hak etmediğine, aslında çok daha ‘yüksek’ yerlerde olması gerektiğine dair derin bir inanç ile mevcut durumun yarattığı aşağılık kompleksi ve aşırı alınganlıklar arasında salınıp duruyor. Bu durumun suçlusu olarak da kendinden (‘Türk’ten) gayri herkesi görüyor. Dolayısıyla bugün neredeyse her Türk vatandaşı ülkesini, dinini veya milletini bölmeye yönelik gizli, açık, sivil, askeri, dini, rasyonel, irrasyonel, yerli, yabancı, her türlü yıkıcı faaliyet (komplo) karşısında daima uyanık olmak zorunda hissediyor. Ve bütün bunları artık geçmişteki gibi güçlü olmadığı için ‘sineye çekmek’ zorunda olduğunu düşünerek büyük bir rahatsızlık duyuyor.
Esnek hiyerarşi
Maruz kaldığımızı düşündüğümüz komplolar arasında esnek bir hiyerarşi var. Dünya veya ülke konjonktürüne bağlı olarak bazıları öne çıkarken, bazıları gözden düşüyor. Bazen tek tek, bazen kombine olarak faaliyet gösteren bu teoriler yeterli ilgiyi çekmezse, toplumsal bilinçaltımızın derin katmanlarına hitap edecek yeni unsurlarla, örneğin ‘misyonerlik’ veya ‘Sabetaycılık’ gibi yerel komplololarla renklendiriliyor. Sonuçta, komplo teorileri, kendini tarihsel anlamda Batı’nın kurbanı olarak görmeye eğilimli Türkiye toplumunun, küreselleşen ortamda giderek karmaşıklaşan ilişkiler ağı içinde, ülkesini ve kendisini belli bir yere oturtma çabasında karşılaştığı her başarısızlığı aklileştiren sihirli bir değnek, toplumsal benliğindeki yaralara güçlü bir merhem oluyor. Karl Popper’in dediği gibi totaliter eğilimli kesimler, bu zihniyeti kasıtlı olarak teşvik ediyorlar, besliyorlar, çünkü böylece varlıkları, politikaları, uygulamaları kitlelerin gözünde meşruiyet kazanıyor.
Her şey fesatçıların kontrolünde mi?
Elbette, Dünya yüzünde, Türkleri, Müslümanları sevmeyenler var. Osmanlı İmparatorluğu’nun tam 400 yıl boyunca Avrupa’ya sadece orduları ile gittiğini düşünce bu son derece doğal. Elbette dünyayı şekillendirmeye çalışan kötü niyetli kesimler, gruplar, yönetimler var. Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sırasında büyük devletler arasında imzalanan paylaşım antlaşmaları (en ünlüsü 1916 Sykes-Picot Anlaşması’ydı) bunun kanıtı. Günümüze gelirsek, 1972 Watergate Skandalı veya Irak’a müdahale için uydurulan yalanlar hepimizin gözü önünde oldu. Dünyaya şekil vermek için binlerce ‘düşünce kuruluşu’ planlar yapıyor. Ama ne bütün bu kuruluşlar ‘fesat’ için çalışıyor ne de dünya yüzünde her şey fesatçıların kontrolünde. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkıma götüren dış güçler değildi, kendi hatalarıydı. Emperyalist güçler Ortadoğu haritasını çizme konusunda en elverişli günlerinde bile Anadolu topraklarında bir Kürdistan ya da Ermenistan kuramadılar veya kurmadılar. Günümüzde de söz konusu çıkar gruplarının dünyayı istedikleri gibi yönetemediklerini, Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de gördük. Ama en önemlisi son büyük ekonomik kriz sırasında gördük. O her şeyi kontrol ettiğini sandığımız kesimler, örgütler, neredeyse kapitalist sistemi tümüyle çökertiyorlardı.
Toplumların gücünü küçümsemek
Evet, her şey her şeyle bağlantılıdır ama bu bağlantılar, her zaman nesnel, somut, rasyonel değildir. Rastlantıların rolü bir yana, sınıf hareketlerinin, dinsel veya ulusal güçlerin, sivil toplum örgütlerinin, aydınların ve daha nice kesimin gücünü göz ardı etmeye başlayınca, hastalıklı bir durum ortaya çıkıyor ve her geçen gün biraz daha paranoyak bir toplum oluyoruz. Umberto Eco’nun, olaya ‘bilimsel kuşku’ ile başlayan kahramanlarını yıkıma sürükleyen, gerçek bağlantıları kurmaları değil, kendilerinin kurdukları bu bağlantıları kimsenin yanlışlığını ispat edemeyeceği noktaya dek ilerletmeleri olmuştu. Gerçekte ortada bir sır yoktur; Sır, ‘var ve biliyorum’ diyendedir.
Ockham’ın Usturası Prensibi
Komploculuk, Pozitivizmin çoktan çürüyen neden-sonuç ilkesinin sığ duruşunun yerine, çoksal neden ve değişebilir sonuç ilkesinin büyüsüne dayanır. Fransız düşünür Michel Foucault’nun, Aydınlanma ile birlikte insanın bilginin çok küçük bir kısmına hapsolduğu saptamasına katılmak başka, görünenin arkasındakileri mistik, batıl bir bakışla yorumlamak başka bir şeydir. Benim bu konudaki düsturum 14. yüzyıldan beri bildiğimiz Ockham’ın Usturası Prensibi’ne uymaktır. Latincesi ‘entia non sunt multiplicanda praeter necessitatem, Türkçesi ‘bir olayı açıklamak için gereksiz bütün ayrıntıları atıp en basit açıklama ile yetinmek’ olan bu prensibe göre, basit açıklama yetersiz kaldığında, daha karmaşık olana geçilir. Hala sonuca ulaşamamışsam, benim göremediğim faktörler olduğunu hesaba katarım. Bunları açığa çıkarmak için okur, araştırım. Bu süre içinde de spekülasyondan kaçınırım. Böylece zihnimde ve dilimde var olanlar ile gerçekte var olanları ayırt etmeyi öğrenirim, gereksiz ve yararsız işlerle uğraşmaktan kurtulurum. Herkese tavsiye ederim…
Düzeltme ve özür: 23 Ağustos 2009 tarihli “Şark musikisinden Garp müziğine” başlıklı yazımda bir lapsus eseri Ayla Erduran için ‘viyolensel virtüözü’ demişim. Halbuki kendisi keman (violin) virtüözüdür. (Bu hatayı fark eder fark etmez, internet sayfasında düzeltmiştim.)
6 Eylül 2009 tarihli “Ermenistan açılımından bellek açılımına” yazısında ise, Taner Akçam’ın “yıllardır ‘Kürt yoktur, dağda gezerken kart kurt sesi çıkaranlara Kürt denirdi’ diyen bir devletin, komisyon kurup ‘1915’te soykırım oldu mu olmadı mı’ sorusuna dürüstçe cevap arayacağına inanmadığını” söylemiştim. Taner Akçam, kendisini yanlış anladığımı belirtti. Gerçekten de Akçam’ın ifadesi şöyle: ”Türkiye 90 yıldır, Türkiye’de Kürt olmadığını, onların dağda gezen Türkler olduğunu söyledi. Şimdi Kürtlere, ‘Gelin bir komisyon kuralım, bilimsel olarak inceleyelim, eğer bu komisyon Kürtlerin varlığını kabul ederse ona göre davranalım’ demenin anlamı neyse, ‘Bir komisyon kuralım 1915 konusunda karar alsın bizde ona uyalım’ demek de aynı anlama gelir.” Hatamdan dolayı Sayın Ayla Erduran’dan, yanlış yorumumdan dolayı Sayın Taner Akçam’dan ve elbette siz okurlarımdan özür dilerim.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT