Fiziksel şiddetin kurumsal hali ve ‘uygar batı’nın şiddetle imtihanı
Kitlesel kıyımların sıradanlaştığı 20. yüzyılı tarihçi Eric Hobsbawm “aşırılıklar çağı” olarak nitelendiriyor. İyimser bir tahmine göre, bu yüzyılda 60 milyon insan savaşlarda öldürüldü.
Sinan Ön / Haksöz Dergisi Sayı: 346 - Ocak 2020
Charles Tilly’nin “Zor, Sermaye ve Avrupa Devletlerinin Oluşumu” adlı kitabı; bin yıllık Avrupa tarihini, ulus devletin oluşumunu ve geçirdiği evreleri, toplumsal sınıfların konumunu anlamak üzerine yapılmış bir çalışma. Merkezî iktidarın, devlet kurumlarının ve ordunun tarihini sermaye ve kapitalizmin örgütlenişi ve gelişim tarihi içinde ele alan Tilly; devletin sınıflardan bağımsızlığı, millet ve milliyetçilik gibi tartışmalara da açılımlar getiriyor. Ayrıca devlet tipleri, devrim ve yurttaşlık, vergi ve yükümlülük, doğrudan yönetim ve ulus devletin aşınımı, emperyalizm ve sivilleşme gibi temel kavram ve oluşumları da ele alıyor. Bütün kapsamı ve derinliği ile modern Avrupa’nın ortaya çıkışını anlatan bu kitap, bir yandan da dünya sistemi, savaş ve “üçüncü dünya” devletlerindeki askerî darbeler gibi olgulara ışık tutuyor.
Kurumsallaşan Şiddet ve “Modern Devletin Şiddet Tekeli”
Siyaset bilimciler için şiddet, hukuk ve siyaset dışı bir olgudur. Siyasetin temel hedefi ise siyasal süreci şiddetten arındırmaktır. Buna göre modern siyasetin araçları partiler, seçimler, çıkar grupları olurken; şiddetin aktörleri terör, mafya ve savaştır. Oysa modern devletin temel niteliklerinden birisidir şiddet. Öyle ki bu devlet tüm şiddet araçlarını yeniden üretmiş, elinde toplamış, kurumsallaştırarak meşrulaştırmıştır!
Şiddetin siyasetin bir aracı olarak kullanılması, kuşkusuz modern devletle ortaya çıkmış bir olgu değil. Modern öncesi denilen zamanlarda da korsanlık, eşkıyalık, düello, kan davaları gibi şiddet pratiklerinden söz etmek mümkün. Ancak modern devletin merkezîleşmesi ile şiddetin meşru kullanım tekeli ilk kez bir üst siyasal otoritenin eline geçiyor. Max Weber’in deyimiyle; “belirli bir toprak parçasında meşru güç kullanma tekelini elinde tutan insan topluluğu” olarak ortaya çıkıyor devlet. 16. yy. sonlarında şiddet, merkezî ve kamusal olarak üretilmeye başlıyor. Şiddet tekelini ellerinde toplayabilenler güçleniyor, hasımlarını ortadan kaldırıyor, bunu başaramayanlar ise yok oluyorlar.
Kuşkusuz modern devlet sadece fiziki şiddet araçlarının tekelinden ibaret olan; bürokratik, askerî ve polis güçlerinden oluşan bir organizasyon değil. Devlet aynı zamanda ideolojik bir aygıt! Başka bir ifadeyle devletin, verili olanı kurma gücü olarak görülebilecek sembolik bir yanı da var. Pierre Bourdieu’ya göre; “sembolik güç uygulama kapasitesi, modern devletin tanımlayıcı karakteristiği”dir. Buna göre devlet, fiziki şiddet tekeline paralel olarak sembolik ve kültürel şiddeti de kullanıyor. İnsanın var oluş kimliğini oluşturan din, dil, kültür ve sanat gibi özerk alanlarını da tekelleştiriyor.
Moderniteyle birlikte şiddetin giderek kurumsallaştığını görürüz. Yerel güçlere karşı kurulan üstünlükten sonra şiddet, artık sınırlar ötesidir. Bu durum devletleri hem finansal hem de insan gücü anlamında, daha da fazla kaynağa muhtaç bırakır ve sadece savaş zamanıyla sınırlı olan “topyekûn seferberlik” olgusunu barış dönemlerine de yayar. Savunma ilkesi üzerinden sürekli bir savaş hazırlığı içerisinde olma ihtiyacı doğar. Savaş hazırlığı; savaş zamanlarında orduları finanse edecek hazine, iaşe hizmetleri, askere alma, vergi daireleri gibi pek çok idari görevin de devlet tarafından yüklenilmesini gerekli kılar. Sonuç, devletin idari kapasitesi genişlerken, siyasal gücü merkezden çevreye doğru yayılır.
Fiziksel şiddet araçlarının tekelleşmesinin bir diğer sonucu, devlet dışı her tür şiddetin artık suç olması ve merkezî otorite tarafından cezalandırılmasıdır. Böylece sınırları aşan şiddet için ordu, ülke içindeki şiddet için polis kurumsallaşır.
Tekelleşen Şiddetin Sonucu: Kitlesel Kıyımlar ve “Aşırılıklar Çağı”
Anthony Giddens, ‘Ulus Devlet ve Şiddet’ kitabında, askerî iktidarın geleneksel ve modern devlet örgütlenmesindeki rolü üzerinde duruyor. Kitap şiddet araçlarını kimin denetlediği, bu denetimin nasıl olduğu ve ne gibi amaçlar için kullanıldığını, silahlı kuvvetlere sahip tüm toplumlar için önemini aktarıyor. Savaş; şiddetin en organize, en yıkıcı biçimidir ve modern savaş teknikleriyle modern devletin oluşumu arasında doğrudan bir ilişki var. Modern öncesi hiçbir siyasi birim, savaş konusunda modern devletin eriştiği yönetimsel eşgüdüm düzeyinde değildi. Bu yönetimsel eşgüdüm modern devleti özellikle savaş teknolojisinin geliştiği 20. yy. ile birlikte kitlesel yıkım konusunda en güçlü aygıt haline getirdi. 20. yüzyılda modern ulus devletin yaygınlaşmasıyla savaş uluslararası bir boyut kazandı. Dünya savaşları ile birlikte sivil ve asker mobilizasyonu, dünyada eşi benzeri görülmemiş bir boyuta ulaştı. Modern silah teknolojisi savaş hazırlığı için harekete geçirilmiş bir nüfusla birleşti ve bu birleşme dönemin siyasal elitlerinin tahayyül bile edemeyeceği büyük bir yıkıma neden oldu. Bu savaşlar harekete geçirdiği kaynakların genişliği ve ortaya çıkardığı yıkımın büyüklüğü yüzünden topyekûn savaş olarak adlandı. Topyekûn savaş; kitlesel imha, kitlesel mobilizasyon ve kitlesel üretim demek. Dünya savaşlarında yaklaşık olarak 20 milyon kişi hayatını kaybetti. II. Dünya Savaşı’nda sadece Stalingrad cephesinde 5 ayda 2 milyon kişi öldürüldü.
Kitlesel kıyımların sıradanlaştığı 20. yüzyılı tarihçi Eric Hobsbawm “aşırılıklar çağı” olarak nitelendiriyor. İyimser bir tahmine göre, bu yüzyılda 60 milyon insan savaşlarda öldürüldü. Bu savaşların neredeyse tamamı ulusal kimlik ve toprak bütünlüğü uğruna yapıldı. 1930’dan itibaren savaşlardaki sivil ölümler, askerlerin sayısını ilk kez geçmiştir. I. Dünya Savaşı’nda yaşanan ölümlerin sadece % 5’i sivilken, II. Dünya Savaşı’ndaki ölümlerin % 66’sı sivildir. Bugüne kadar tüm savaşlar yüzünden ölenlerin % 90’ı sivillerdir. Bu kişileri öldürenler kimlerdir? Siz sokağa çıkıp elinizdeki silahla birini öldürseniz katil olursunuz. Bu yaptığınız büyük bir suçtur. Savaşta ise bunun adı kahramanlık!
Yapılan araştırmalarda, savaşlarda öldürenlerin büyük bir kısmı suçluluk ya da pişmanlık duymadıklarını ifade ediyor. Sıradan insanlar nasıl olup da savaş makinelerine dönüşüyor? Bunun farklı birkaç cevabı verilmiş. İlki askerlerin “emre itaat” ettiği! Sorumluluk böylece emri verenlere kalıyor ve duygusal çatışma en aza indirgeniyor. Bir diğer gerekçe “ya o ya ben” mantığı. Savaş, “öl ya da öldür” olarak görülüyor. Öldürmenin insanlar tarafından bu şekilde rasyonalize edilebiliyor olmasında barış dönemlerinde de geçerli olan militarist toplum önemli bir yer tutuyor. Savaş sanatı ve edebiyatı, savaş oyunları, savaşı yücelten ve düşmanları aşağılayan bir dilin toplumsal kültüre egemen olması ölümü de sıradanlaştırıyor. Ölmeyi ve öldürmeyi sıradan bir eylem olarak gören militarist müfredat tüm devletlerde hâkim. Devletler savaşabilecek bir toplum oluşturmak amacıyla, toplumların sürekli tehdit altında olduğu hissini her zaman güçlü bir biçimde ayakta tutuyorlar.
II. Dünya Savaşı sonrası kurulan uluslararası düzenin en önemli şiddet meyvesi ise nükleer silahlar. Emperyalist devletler kullanılmaları halinde bütün dünyayı yok edebilecek silahları ellerinde tutmaya başladılar. Nükleer tehdit uluslararası sisteme “dehşet dengesi” adı verilen bir kavram hediye etti. Kavram nükleer silahların yarattığı tehlike ve yaratabileceği yıkımın büyüklüğüne vurgu yapıyordu. Bu topyekûn yıkım dengesi, devletleri yönetenlerin bu yıkım potansiyelini hiçbir zaman kullanmayacakları varsayımı üzerine kuruldu. Bir diğer deyişle, bütün dünya kolektif olarak en yıkıcı olasılığı görmezden gelerek yaşadı/yaşıyor. Bununla birlikte Soğuk Savaş ve nükleer silahların yarattığı denge, savaş ve şiddetin sahneden çekildiği anlamına gelmiyor.
Savaş devletlerarası bir siyaset aracı olarak geçerliliğini koruyor. Ancak ya zayıf devletler ile güçlü devletlerin orantısız savaşı ya da düşük yoğunluklu savaş denilen; iç savaşlar, gerilla hareketleri şeklinde oluyor. Ayrıca emperyalist güçler üçüncü dünya adını verdikleri bölgelerde “vekâlet savaşları”nı da sürdürüyorlar. Belki bu güçler doğrudan savaşmıyor ancak Ruanda örneğinde olduğu gibi birbiriyle savaşan karşıt güçleri doğrudan ya da dolaylı olarak destekleyerek uluslararası siyasetteki etkinliklerini artırmaya çalıştılar/çalışıyorlar.
İnsanlığa Karşı Suçlara “İnsani Müdahale”
İnsanoğlu kendi ürettiği sorunlara çözümler de arayan ancak sorun üretmemeyi bir türlü akıl edemeyen tek varlık sanırım! Savaşların yıkıcılığı bir noktadan sonra savaşı belirli kurallara bağlama arayışına itiyor devletleri. Savaş hukuku 19. yüzyılın ortalarına kadar varlığını; genel ilkeler, askerî kılavuzlar, ulusal kanunlar, gelenek ile dinî-ahlaki öğretiler olarak sürdürür. 19. yüzyıldan sonra savaş uluslararası normlar yoluyla düzenlenmeye başlanır. Örneğin temeli 1864’te atılan ve 1949’da şekillenen Cenevre Sözleşmesi, savaş suçlarını düzenlemeye yönelik en detaylı girişimdir. Daha üst bir şiddet tekeli olarak Birleşmiş Milletler, devletlerin ülke sınırları dışında güç kullanmasına set çekmek için kurulur. Güç kullanmanın yalnız iki meşru yolu vardır. İlki, meşru müdafaa hakkı, ikincisi Güvenlik Konseyinin barışı sağlamak amacıyla güç kullanılmasına izin vermesidir.
Savaş hukukundaki önemli gelişmelerden biri de “insanlığa karşı suçlar” kavramıdır. II. Dünya Savaşı sonrasında 1945 Nürnberg Şartı ile savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar kesin bir biçimde birbirinden ayrılır. Savaş suçları, savaş sırasında savaş hukukunun ihlal edilmesini içerirken, insanlığa karşı suçlar bir savaş durumundan bağımsız işlenen ve insanlığı hedef alıp yaygın, sistematik ve kasıtlı bir biçimde gerçekleşen suçlardır. Uluslararası hukuka göre insanlığa karşı işlenen nihai suç, soykırımdır. Soykırım ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu, kısmen ya da tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen suçlara karşılık gelen bir terimdir. Bununla birlikte soykırım modern devletin yönetim teknikleri ile doğrudan ilişkilidir. Soykırım devlet şiddetinin merkezîleşmesi ve tekelleşmesi ile ortaya çıkabilecek nihai devlet şiddetidir. Bauman’a göre modern devletin sahip olduğu teknik kapasite ile soykırım arasında açık bir ilişki vardır. Bir devlet; organizasyon, gözetleme, bürokrasi gibi aşırı uzmanlaşmış teknik ve modern bir alt yapıya sahip olmadan bu suçu işleyemez. Dolayısıyla soykırım tam anlamıyla modern dönemin tekelleşmiş devlet şiddetinin doğrudan bir sonucudur.
Soykırım suçu; belirli bir gruba mensup olanların öldürülmesi, mensuplarına ciddi surette bedensel ya da zihinsel zarar verilmesi, bütünüyle ya da kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirmek, doğumları engellemek için önlemler almak, çocukları zorla bir başka gruba nakletmek vb. fiillerin işlenmesi şeklinde tanımlanıyor. Bununla birlikte, iç savaş, ayaklanma, karmaşa, isyan gibi birçok durumda ortaya çıkan yaygın ve sistematik öldürme, yok etme, köleleştirme, sürgün, işkence gibi ihlaller soykırım kapsamı dışında tutuluyor. Siyasi nedenler yüzünden devletin hedefi haline gelen gruplar, örneğin Endonezya’da Suharto rejiminin bir milyonu aşkın “komünist”i imha etmesi ya da Kamboçya’da Pol Pot rejiminin 1970’lerde bir milyondan fazla “anti-komünist”i katletmesi, Arakan’da ve Suriye’de yaşananlar siyasi niteliklerinden dolayı soykırım tanımına girmiyor. Bu nedenle bazı siyaset bilimciler, etnik ya da kültürel sebeplerle rejime ya da egemen gruplara muhalefetleri nedeniyle hedef alınan grupları kapsaması için “siyasi kırım” kavramını öneriyorlar. Siyasi kırım bir siyasi gruba mensup olanların öldürülmesi yanında; tecavüz, seks köleliği, ırksal temelli zulüm ve ırk ayrımcılığı gibi suçları da içeriyor.
Kurumsal Şiddetin İki Temel Kurumu: Ordu ve Polis
Bütün devletler hukuk sınırları içinde kalacağı varsayılan bir şekilde belirli bir oranda şiddet kullanarak ayakta kalır. Tam da bu durum hem topyekûn savaş hem soykırım gibi korkunç sonuçlara yol açtı/açıyor. Bu şiddeti sistematik hale getiren kurumlar ise ordu ve polis oldu.
Ordu aslında dış tehdide karşı oluşturulmuş bir kurum olmasına rağmen, pek çok durumda içeriden gelen tehditlere karşı da kullanıldı/kullanılıyor. Birçok ülkede halen iç siyasetin belirleyici bir aktörü konumunda. Ordunun sınırlarını belirlemek oldukça güçtür. Örneğin halk ayaklanmaları ve isyanları bastırmakta kullanıldığında ayrımsız şiddet uygulayarak insan hakları ihlallerine sebep olurlar. Yine orduların dolaylı ya da doğrudan sivil siyasete müdahil oldukları durumlar vardır. Çünkü ordular çıkarları olmayan tarafsız ve dilsiz siyasal kurumlar değildir. Her şeyden önce sahip oldukları devasa askerî güç, askerî disiplin ve hiyerarşi onları diğer bürokratik kurumlara karşı avantajlı hale getiriyor.
Ordunun siyasi olarak oynadığı rol kimi durumlarda rutinleşip kurumsallaşır. Bu durumlarda siyasal hiperaktif pozisyonlarını güncel tutmak için potansiyel düşmanlar üretirler. Orduların iç siyasete müdahalesinin en ihtilaflı yolu işte bu iç düşmanlar paranoyasıyla yapılan “askeri darbe”lerdir. Ordular kimi durumlarda sivil siyasetçileri etkileyerek onlar üzerinden siyaset yaparlar. Kimi durumlarda ise siyaseti doğrudan kendi ellerine almak isterler. Askerî darbeler sonrasında askerler tarafından kurulan ve temel siyasal gücü orduya devreden hükümet biçimleri, askerî diktatörlükler eliyle üretilir.
Pretoryenizm tarihte ilk kez eski Roma’da imparatoru korumakla görevli seçkin askerlerden kurulu bir gücü anlatmak için kullanılmış bir kavram. “Pretorlar” en seçkin ve yetenekli askerler tarafından oluşur ve imparator tarafından seçilir. Fakat imparatora yakın olma ve onu koruma ayrıcalığı ile bu kuvvetler giderek güçlenmiş ve kendilerini devlet üzerinde hak sahibi, gerçek “devlet muhafızları” olarak görmeye başlamışlardır. Bugün pretoryenizm kavramını, ordunun kendini devletin ve rejimin bekçisi olarak gördüğü siyasal yapıları anlatmak için kullanmak mümkün.
Devletin şiddet aygıtlarından bir diğeri polisin temel görevi en geniş anlamıyla ülkenin içinde düzeni sağlamaktır. Polisin kamusal şiddet aygıtı olarak ortaya çıkışı, feodalizmin giderek zayıfladığı zamanlara kadar götürülebilir. Ticaretin ve sanayinin gelişmesi, iş bölümü ve emek hareketliliğinin artması ile para ekonomisi giderek önem kazanır. Artık zümrelere bağlı toplumsal düzen ve ona bağlı olarak lordun serfe karşı uyguladığı politik ve ekonomik baskı zayıflamıştır.
Bu dönemde endüstriyelleşme ve ticaretin genişlemesi aynı zamanda hem işgücünü topraktan bağımsızlaştırarak serbest dolaşımını sağlar hem de geniş kitleler için yoksullaşma ve geleneksel güvence biçimlerinden yoksun kalma anlamına gelir. Artan adaletsizlikler, toplumsal dışlanma ve mobilizasyon sonucunda, 16. yüzyılda pek çok Avrupa ülkesinde geniş çaplı iç isyanlar yaşanır. 1524-26 Alman köylü ayaklanmaları, 1525-28 İngiliz tekstil işçilerinin isyanları, bütün Avrupa’yı etkisi altına alan kent ayaklanmaları geniş kitlelerin yeni toplumsal düzenden duyduğu hoşnutsuzluğun işaretleridir. Geleneksel denetim biçimlerinin etkisini giderek kaybetmesi, yönetici sınıflarda yeni kontrol formlarına yönelik ihtiyaç oluşturur. Polis aygıtı böylelikle devletin merkezîleştiği, ulusal sınırların keskinleşmeye başladığı ve feodalizm yerine giderek kapitalist üretim ilişkilerinin aldığı yeni düzenin yarattığı iç huzursuzlukları zapt etmek hedefiyle oluşturulur.
İlk dönemlerde polis güvenlik meselesini geçici tarzda çözmektedir. Bir diğer deyişle, polisin temel işlevi çoğunlukla ortaya çıkan toplumsal problemleri ve krizleri o an için yatıştırıp acil durumlarda “acil durum yasaları” etrafında görev yapmaktır. 17. yy. sonlarından itibaren polis erki giderek toplumsal düzenlemelere yönelik aktif ve kalıcı görevler üstlenmeye de başlar. Sadece düzeni koruyucu değil aynı zamanda düzeni sağlayıcı ve kurucu olarak aktif bir güç haline gelir. Kanunun tatbik edilmesinin bir aracı olduğu kadar, toplumu yönetme, gözetim ve denetim altında tutmanın da bir aracıdır artık. Avrupa devletleri peşi sıra aktif, müdahale gücü yüksek ve geniş bir yelpazede iş gören polis teşkilatları tesis etmeye başlarlar.
Kamu düzeninin sağlanmasından kamu mallarının bakımına, trafikten alkolün denetimine kadar pek çok konu giderek daha fazla oranda polisin görev ve sorumluluk alanına girecektir. Fakat bu dönemde polisin en önemli görev alanlarından biri, hiç kuşkusuz “yoksulların denetim altında tutulması”dır. Polis sadece işsiz gezenlerin şehir dışına atılması, kürek cezasına çarptırılması veya kırbaçlanması gibi önlemleri uygulamaz, aynı zamanda çalışmayı dikte etmek ve özendirmek de polisin asli görevlerinden biridir. Yine bu dönemde Avrupa’da yaygın olan çalışma evleri aracılığıyla başıboşlar ve dilencilerin yarattığı huzursuzluk kontrol altına alınmaya çalışılır. Polis hem çalışmayanları denetler hem de çalışanların isyanlarını bastırır. 19. yy.da bütün dünyayı sarsan grev ve devrim dalgalarına müdahale eder. Artan iç huzursuzluklar polis teşkilatının merkezîleşmesine ve yetkilerinin sürekli genişlemesine sebep olur. Bu genişleme 20. yy.da giderek artan oranda keyfi polis uygulamalarına yol açacaktır.
Güvenlik İle Özgürlük Dengesinde Polis Devleti Olmak
Polis devleti kavramı böyle bir ortamda gündemimize girdi. Kavram, polis güçlerinin yasal yapının dışında işlediği ve ne kamuoyu ne de hukuk önünde hesap vermedikleri durumlara gönderme yapar. Polis devletinde polis, iktidarı askerî darbelerde orduların ele aldığı gibi kendi eline almasa da siyasi iktidarların onayı ve desteği ile kanunu keyfi olarak uygular. Öyle ki siyasi iktidarlar, kanunu, polisin yetkilerini genişletecek biçimde sürekli revize ederler. Böylelikle insan hakları kısıtlansa bile polis aygıtının kullanımı kanunlar çerçevesinde kalır.
Polis devletleri geniş haber alma ağları ile toplumun bütün alanlarına sızar. Neredeyse tüm toplumu gözetler, fişler ve böylelikle rejim muhaliflerini etkisiz hale getirmeyi hedefler. Bu iş için istihbarat teşkilatları kullanılır. ABD’de CIA, Rusya’da KGB, Suriye’de Muhaberat, İran’da Savak vb. istihbarat teşkilatları baskıyı ve gözetlemeyi kural haline getirmiş tipik örneklerdir.
Loic Wacquant yaklaşımıyla; günümüzde küresel düzeyde polisin görev ve yetkileri yeniden genişliyor. Çünkü devlet sosyal politika alanından çekildi. Oluşan yoksulluğun ve artan kitlesel hoşnutsuzluğun zapt edilmesi görevi tekrar polis erkine devredildi. Uzun yıllar sonra Batı toplumlarında iç huzurun, polis ve hapishane eliyle korunduğu kurumsal yapı yeniden ön plana çıktı. Nitekim yakın dönemde dünya genelinde hapishane sayısında ciddi bir artış söz konusu. Üstelik polis teşkilatları giderek daha fazla oranda askerî niteliğe bürünüyor ve yarı-askerî operasyon tarzları egemen hale geliyor.
Özellikle 11 Eylül saldırıları sonrasında küresel tehditleri de içerecek şekilde polis teşkilatı yeniden düzenlendi. Devletlerin tehdit tanımına göre biçimlendirilmiş “terörle mücadele birimleri” oluşturuldu. Bu birimlere hemen her ülkede geniş hak ve yetkiler verilmiş ve vatandaşların bu birimler karşısındaki hakları önemli ölçülerde kısıtlanmıştır. Bu durum pek çok kuramcının hukuk devleti / polis devleti ayrımında sona gelindiğini ve polis devletinin tüm dünyada galip geldiğini düşünmelerine yol açmıştır.
Emperyalizmin Meşru Gerekçesi: “İnsani Müdahale”
İnsani müdahale kavramı egemen devletin ya da uluslararası aktörlerin, başka bir egemen devlete insani nedenlerle müdahalesi demektir. İnsan hakları fikri ise hukukun gelişmesiyle birlikte devletlerin kendi nüfuslarını polisiye yöntemlerle idaresinde, kayıtsız şartsız bir egemenliğe sahip olmadıkları fikrini yeşertmeye çalışıyor. Buna göre, devlet şiddeti de dâhil olmak üzere her tür şiddet ancak ahlaki bir temeli varsa ve uluslararası normlara uygunsa meşru kabul edilir. Bu temeller ortadan kalktığında uluslararası toplumun insan hakları lehine egemenlik ilkesini yok sayması yalnız meşru değil, aynı zamanda gerekli de görülüyor.
Bununla birlikte 1988 sonrasında gerçekleşen ve adına insani müdahale denilen görevlerin sadece dördünde görev tanımı; “bir sınırı ya da ateşkes hattını izlemek” olarak belirtiliyor. Geri kalanların tamamı, bulundukları ülkede seçimlerin yapılmasından ordunun inşasına, radyo istasyonlarının kurulmasından eğitimin örgütlenmesine kadar geniş bir yelpazede tanımlanan kapsamlı görev ve sorumluluklara sahiptir. Hatta çoğu durumda BM güçleri, devletin yürütme işlevlerini de üzerlerine alıyorlar. Müdahale, sorun çözme süreçlerinin güçlendirilmesini içeren kapasite inşası; devlet yapıları, yönetimleri ve hükümetlerin güçlendirilmesini içeren devlet inşası; hükümet kuruluşlarının şeffaflık, yolsuzluklara bulaşma ve hukukun üstünlüğü gibi ilkelere bağlılığını içeren iyi yönetişim inşası gibi kamusal hayata dair neredeyse hiçbir şeyi dışarıda bırakmayan son derece kapsayıcı süreçleri içermeye başlıyor. Bunun adı insani müdahale olsa da fiiliyatın işgal olduğu gerçeği değişmiyor.
Bu durum uluslararası aktörleri iç siyasette daha doğrudan müdahale eden aktörler haline getirmiş ve devletin kendi toprakları üzerindeki şiddet tekelini sınırlama yönünde bir eğilim ortaya çıkarmıştır. Pek çok devlet bu durumun egemenlik haklarının ihlali olduğunu ve güçlü devletlerin insani müdahaleyi kendi çıkarları lehine kullandığını söylüyor. Haksız da değiller. Çünkü müdahalelerde yaşanan çifte standartlar, müdahale edilip edilmeyecek bölge ya da ülkeler özelinden başlıyor. Dün Ruanda, Somali ve Bosna’da bugün Arakan, Suriye, Yemen, Libya, Mısır vb. birçok ülkede yaşananlar BM’nin işlevini sorgulamayı gerekli kılıyor sanırım. Egemenler üzerinde, en güçlü egemenlere hizmet eden uluslararası bir aktörün güvenirliğini sorgulamak elzem olmalı.
Kapitalist Dünyanın En Kârlı Ticareti: Güvenlik
Güvenliğin özelleşmesi ve özel ordular da şiddetin örgütlenmesini farklı bir boyuta taşıdı. 2000’li yılların başından itibaren güvenlik piyasası dünyada en çok gelişen, en kârlı sektörlerden biri haline geldi. Öyle ki bugün hem personel hem de piyasada dönen para anlamında İngiltere, Amerika gibi ülkelerde özel güvenlik sektörü kamu sektörünü geçmiş durumda.
Güvenliğin özelleşmesinde özel ordular faaliyetlerini açıkça ilan eden, ihalelere giren, kontratlar yapan şirketlerdir. Bu şirketleri geleneksel güvenlik şirketlerinden ayıran en önemli özellik ise sundukları hizmetlerin birebir savaş alanında çarpışmaktan askerî eğitime kadar şiddetin hemen her alanına yayılıyor olmasıdır. Bir diğer deyişle, bu ordular daha çok kâr etmek için ürünlerini çeşitlendiriyorlar, talebe göre piyasaya ürün sürüyorlar, kim daha çok para verirse ona hizmet edip hangi çatışma daha kârlıysa oraya giderek, tipik bir kapitalist şirket gibi işliyorlar. Normal ticari şirketlerin para kazanmak için her yolu mubah gördüğü bir dünyada, özel ordulardan “savaş ahlakı” beklemek olukça iyimser bir durum değil mi?
Özel askerî hizmetler, dünyada bugün hemen her ülkede kullanılıyor ancak bu şirketlerin hizmetlerinden yararlananlar yalnızca devletler değil. Aynı zamanda uluslararası örgütler, insani yardım kuruluşları da çatışma bölgelerinde güvenliklerini sağlamak için özel şirketlere başvuruyorlar. Soğuk Savaş sonrası ABD’nin bütün askerî operasyonları Körfez Savaşı, Somali, Haiti, Zaire, Bosna ya da Kosova bir şekilde özel askerî şirketlerin katılımı ile gerçekleşti. Bu orduların yaygın kullanımı ise Irak işgali ile birlikte başladı.
Zorunlu ordulardan profesyonel ordulara doğru olan bu dönüşümün iki temel nedeni var. Bu nedenlerden ilki savaş biçimleri ve teknolojisindeki dönüşümlerle ilgili. Endüstrileşmiş topyekûn savaş olasılığının azalması, Avrupa devletlerinin kendi içlerindeki çatışmaların ortadan kalkması ve nükleer silahların konvansiyonel silahların yerini alması; artık cephe savaşı düzenine dayanan geleneksel taktiklerin ve operasyonel kavramların geçerli olmadığını ve askerî avantajın teknik olarak yüksek donanımlı, uzmanlaşmış, esnek askerî birliklerden yana olduğu fikrinin kabul görmesine yol açtı. İkinci nedense özellikle Vietnam Savaşı sonrası kamuoyunun giderek artan oranlarda savaş faaliyetlerine katılmayı reddetmesi. Düşük doğum oranları, küçük aileler ve hümanist akımlar Batılı hükümetler için savaş kararı almayı daha zor ve maliyetli hale getirmiştir.
“İnsan İnsanın Kurdudur!”
Bugün dünyadaki savaşlar yüzünden mülteci durumuna gelen insanların durumunu Suriye özelinde çok sıcak yaşıyoruz. Savaş yüzünden dünyada mülteci durumuna düşen nüfusun yüzde sekseni kadınlardan ve çocuklardan oluşuyor. Erkekler cephede savaşmaya giden ilk ve en önemli grubu oluşturuyor. Düşman kuvvetleri tarafından asıl tehlike olarak görüldükleri için seçici bir şekilde yakalanıp öldürülüyorlar. Bu durumda eve, çocuğa bakmak, toprağı işlemek ve toplumsal hayatı devam ettirmek kadınların ve yaşlıların işi haline geliyor.
Geride kalan kadınlar ise düşman askerlerinin tecavüzüne karşı savunmasız kalıyor. Özellikle militarist milliyetçilik, erkeklerin kadınlara şiddet uygulamasına sadece izin vermez, onları bunu yapmak zorunda bırakır. Etnik çatışmalarda tecavüz, karşı tarafın “etnik temizliğini” bozmanın sistematik aracı olarak uygulanıyor. Savaşta tecavüz; 90’lı yıllarda artan etnik çatışmalarda, Bosna’da 50 bin, Kongo’da 200 bin ve Ruanda’da 500 bin kadının tecavüze uğraması sonucu, önemli bir hak ve kolektif güvenlik sorunu olarak gündeme gelebildi. Bu savaşlardan önce uluslararası dokümanlarda dahi tecavüz yaygın ve kitlesel bir savaş şiddeti olarak değil, bireysel bir suç eylemi olarak görülmekteydi. İlk kez Yugoslavya için Uluslararası Suç Mahkemesi tecavüzü kendi içinde bir savaş suçu ve insanlığa karşı işlenen bir suç olarak ele almış ve Ruanda için kurulan uluslararası mahkeme tecavüzü bir soykırım aracı olarak tanımıştır.
Anlatılanlar yaşandı ancak ders alındığını söylemek oldukça zor. Bugün Suriye’de yaşananlar belki de bu tarihsel sürecin izdüşümü gibi. Gözetleme, fişleme, muhalefeti sindirme, baskı, işkence, hapsetme ve zulmü kendine hak gören müstekbirler karşısında insanlık onurunu ayakta tutmaya çalışanlar; katliam, sürgün, tecavüz ve soykırıma tabi tutuluyor. Uluslar üstü örgütlerin çifte standardı burada en mide bulandırıcı şekliyle karşımıza çıkıyor. Dünyanın gözü önünde bir halk parça parça ediliyor ve dünya film seyreder gibi izliyor. Her insan sorumlu olduğu oranda hesap gününde hesap verecek o ayrı ancak Allah’tan zalimlerin bu dünyada hesap verdikleri günleri bizlere nasip etmesini diliyorum.
İnsanlığın belki de en fazla ikilemde kaldığı durum, güvenlik ile özgürlük dengesini bir türlü kuramamış olması sanırım. İnsanın bugün en büyük düşmanı yine kendi cinsinden! Kendisine sunulan nimetlerle doğaya hâkim olabilen bu varlık bir türlü bir arada yaşayabilme kültürünü gerçekleştiremedi. Irk, din, dil, coğrafya, mezhep gibi farklılıklar; ötekini düşman görmek, onun üzerinde tahakküm oluşturmak, dünyanın kaynaklarını kendi uhdesine almak zaaflarına gerekçeler oluşturdu. Çünkü öteki “geri kalmış,” yönetilmeye, idare edilmeye muhtaç bir varlıktı! Evrimini tamamlayamayanlar “doğal seleksiyon” kuralına tabi tutulmalı, sadece en güçlülerin ayakta kaldığı bir dünya kurulmalıydı! Bugün dünyanın özellikle İslam coğrafyasının şiddet sarmalından bir türlü kurtulamıyor olmasını öncelikle kendimizde arayalım tamam ancak “Hırsızın hiç mi suçu yok?” sorusunu sormayı da ihmal etmeden olur mu?
HABERE YORUM KAT