Filistin'i sadece orada “zulüm” olduğu için mi önemsiyoruz?
Taha Kılınç, Filistin ve Kudüs'ün Müslümanlar için ne anlam ifade ettiğinin doğru anlaşılması gerektiğini vurguluyor.
Taha Kılınç / Yeni Şafak
Filistin neyimiz olur?
Geçenlerde beş vakit namazlı, kültürlü ve kendince bir okuma disiplini de bulunan bir tanıdıkla sohbet ederken, birden durdu ve şöyle dedi: “Düşündüm de… Yahudilere Kudüs ve Filistin konusunda fazla yükleniyoruz. Tarihî açıdan ele alacak olursak, adamlar zaten haklı. Araplardan önce, Filistin’de Yahudiler vardı. Araplar, kendi davalarını neye göre savunuyor? Tarafların iddialarını ele alınca, Yahudilerin öne sürdüğü gerekçeler bana çok daha mantıklı görünüyor. Kudüs’ü onlar kurmuş zaten. Bütün kaynaklar aynı şeyi teyit ediyor…”
Önce şaka yapıyor zannettim. Hayır, gayet ciddiydi. Yahudilerin dünyaya yutturduğu bütün tarih tezlerini güzelce sindirmiş, kendi zihninde tutarlı ve sağlam bir kronolojik akış da bulunmadığından, Arapların haksız olduğuna kanaat getirip dosyayı kapatmıştı. Dilim döndüğünce, meseleyi anlatmaya çalıştım:
“Kudüs’ü Yahudilerin kurduğu iddiasından başlayalım… Irk olarak, evet, Kudüs’ün semavî bir şehir olarak kuruluşu, İsrailoğulları eliyle oldu. Hz. Davud ve Hz. Süleyman dönemlerinde şehrin temelleri atıldı, Beyt-i Makdis inşa edildi ve Kudüs tarih sahnesine çıktı. Ancak bu durum, “Kudüs aslında Yahudilerin olmalı” demeye yetmez, zira İsrailoğulları, o dönemin Müslümanlarıydı, çünkü Hz. Davud ve Hz. Süleyman, birer İslâm peygamberiydi. Beyt-i Makdis, bir “Yahudi tapınağı” değil, İslâm mescidiydi, kıblesi de Mekke’ye ve Kâbe’ye dönüktü.
Bu noktada bir Müslümanın yapacağı en büyük hatalardan biri, Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e kadar kesintisiz devam eden İslâm peygamberlerinden bazılarını “Yahudilerin peygamberi” diye işaretleyerek zihin dünyasından uzaklaştırmak olacaktır. Böyle yapmak, Kudüs’ü de anlam haritasından çıkaracaktır.
Yahudilik ve Hristiyanlık, köken olarak İslâm’dan ayrılmış kollardır. Hz. Musa, Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. İsa… hepsi birer İslâm peygamberi olduğundan, zihinde bu kronolojiyi yeniden canlandırmak gerekiyor. Öbür türlü, Yahudilik ve Hristiyanlık sanki başından beri müstakil birer dinmiş gibi düşünmek ve böylece İslâm’ın tarih telakkisini ters yüz etmek kaçınılmaz hale gelir.”
Sohbetin devamında, peygamberler tarihindeki basit bazı kronolojik illiyetlerin de muhatabımda bulunmadığını gördüm. Örneğin, Hz. İshak kimin oğlu ve kimin babasıydı, haberi yoktu. Zihninde isimler, tarihî sıralamalar ve en temel malumatlar, tümüyle birbirine karışmış haldeydi. Kendinden emin bazı yorumlar yapıyordu, ama yorumlarını üzerine bina ettiği iskelet darmadağındı. Haliyle, vardığı neticeler de çarpık ve bağlamlarından kopuktu.
Yukarıda bahsettiğim türden fikrî savrulmaları pek çok kişide gözlemliyorum. Enteresan biçimde, Hz. Peygamber’in meşhur hadisindeki (“Ancak şu üç mescit için uzun yola çıkılır: Benim mescidim, Mescid-i Harâm ve Mescid-i Aksâ”) mescitlerden ikisi her Müslümanın ufkunda yerini alırken, üçüncüsü ayrı bir yere düşmüş. Hiçbir aklı başında Müslüman, Mekke ve Medine için “Suudi şehirleri” demezken, Kudüs ve Mescid-i Aksâ’dan söz ederken “Arapların meselesi” tanımı yapılabiliyor. Oysa Peygamber’in mübarek lisanında Mekke, Medine ve Kudüs, aynı kategoride yer alıyor. Bir Müslüman için Kudüs, kutsallık itibariyle Mekke ve Medine’den sonra üçüncü sırada ve onlarla aynı bağlamda zikredilmelidir.
Biz Filistin ve Kudüs’ü, sadece oralarda “zulüm” olduğu için mi önemsiyoruz? Henüz tam bir istikrara kavuşamamış dönemsel hatırlamalar böyle bir imaj oluştursa da, hayır. Bizim Filistin ve Kudüs ilgimizin temelinde, iman ettiğimiz Peygamber’in bizi Mescid-i Aksâ’ya yönlendirmesi ve Mekke ile Medine’nin ardından Kudüs’ü aynı cümlede zikretmesi var. Günün birinde işgal ve zulüm bitse bile, bizim Filistin ve Kudüs’e olan ilgimiz bitmeyecek. Tıpkı Kâbe ve Mescid-i Nebevî’de olduğu gibi, Aksâ’da namaz kılabilmenin heyecan ve iştiyakını ömür boyu sürekli hissedeceğiz.
Bilgi, tutarlı ve istikrarlı eylemlerin temelini oluşturur. Bir konuda isabetli davranabilmek, ancak o konuyu derinlemesine bilmekle mümkündür. Dolayısıyla, “Filistin, bir Müslüman olarak, benim neyim olur?” sorusunun cevabı için, bahsettiğim bütün bu boşlukları tutarlı bir şekilde doldurmalıyız. Aksi takdirde güncel tartışmalar, sosyal medya ayartmaları ve kötü niyetli madrabazların elinde, düşünce kodlarımız heba olup gidecektir.
HABERE YORUM KAT