1. YAZARLAR

  2. GÜLŞEN DEMİRKOL ÖZER

  3. Filistin’e Uzaktan Bakmak
    -Gezi Notları-
GÜLŞEN DEMİRKOL ÖZER

GÜLŞEN DEMİRKOL ÖZER

Yazarın Tüm Yazıları >

Filistin’e Uzaktan Bakmak
-Gezi Notları-

30 Aralık 2010 Perşembe 17:22A+A-

Bu yazı vesilesi ile bize evlerini, gönüllerini açan mihmandarlarımız

Adem Özköse, Adil Tuna,

Asuman Gökgöz ve eşlerine ve

Taner kardeşime, teşekkür ediyorum.

Aslında gezi notlarını paylaşmak zor bir karar. Zira gezdiğimiz yerler defaatle kaleme alınmış, üstelik üzerine başka şeyler okumayı gerektirmeyecek kadar hoş ve kapsamlı. Benim amacımsa Türkiye’de memleketinize gidebileceğiniz bir zaman ve ekonomi ile ulaşabileceğiniz bu coğrafyalara, memleketiniz gibi hasret uyandırmak ve ‘mümkün’ fikrini kulağınıza fısıldamak. Bir çılgınlık yaptık ve bu seyahati üç küçük çocuk ve otobüsle gerçekleştirdik. Başka da bir şansımız yoktu zaten. Çok paramız yoktu ve Şam’ı görmeyi çok arzu ettik. Diğer ülkeler Allah’ın lütfü oldu. Planlarımızda yoktu. Yapabileceğiniz ilk şey istemek. Bu yazının hedefi de bu isteği uyandırabilmektir. Biz gördük, siz de mutlaka görün kabilinde cümlelerdir.

*** 

ŞAM/DIMEŞK

İbni Cübeyr, ‘Allah onu korusun’ diye başlıyor anlatmaya Şam’ı ve ‘eğer cennet dünyada ise o Dımeşk’tir gökte ise muhakkak onun üzerindedir’ sözünü onaylıyor. Sene 1184. Bir cennet hayali ile yorgunlukla otobüsten inerken burası değil diyorum. Korna sesleri, bağrışlar. İşte tam da bu yüzden modernizmden -nimetlerine rağmen- haz etmiyorum.

Sene 2010. Otobüsten indiğimizde burası otogar dediler. İlk hayal kırıklığım bir ülkenin girişinde gerçekleşmiş oldu böylece. Lüks değil ama daha büyük bir yer hayal etmiştim. Bir başkent otogarı. Oysa burası köhne, karmaşık, gürültülü bir yerdi. Kahverenginin hâkim olduğu bir ülke burası. Alelacele bulup kaldığımız otel, bir polis karakolunun üzerinde ve daha önce hiç tanımadığım bir koku ile bezenmişti. Naftalinden daha keskin ama başka bir şey!


Şam...

Akşam yemeği için nezih bir yere götürüldük. İstanbul’daki Ziya Şark’ı anımsatan bir yer. Sonra da restoranın bulunduğu caddede yürüdük. O gece Şam iki yüzünü gösterdi bize. Pespaye, kokulu, çok renkli, karmaşık Şam ve zenginlerinin alışveriş ve ‘takılma’ mekanlarının olduğu cadde. Bağdat caddesi. 3. dünya ülkelerinin şımarık çocukları aynı isimli caddeleri mi kullanıyor acaba? Lüksün, pahalılığın adresi zavallı Bağdat isimli caddeler. Gezerken zihnim mütemadiyen Şam’ı anlatsa da akşam olup şehrin karşısına geçince koro halinde haykıran Şam’ı yazmak nedense güçleşiyor. Detaylar hissedilen o büyülü duygu kelimelerin önüne geçiyor.


Zeynebiye...

İlk sabahımızda hızlı bir şehir turu yaptık. Hz. Zeyneb’in kabrini ziyaret ettik. İbni Cübeyr buraya sevaba nail olmak için yürüyerek gelmiş. Biz modern zamanın çocuklarıyız. Bir taksi çeviriyoruz doğal olarak. Kubbesi altından olan türbe bizi Suriye’den İran’a taşıyıverdi birdenbire. Bol Şia ve Şii dudağının değdiği türbede okunacak dualar, sureler kitaplarla etrafa bırakılmış. Küçük gruplar halinde yapılan sesli dualar başka bir ahenk ve dünyanın kapılarını aralıyor. Türbenin çevresindeki mahallede Şiiler yerleşmiş. Oldukça pis, karışık. Satıcılar, bol çadorlu kadınlar bir telaş içerisinde. Ancak hiç molla görmedim ya da molla kıyafetiyle kimse. Türbe klasik İran’daki türbeler gibi kalabalık ve bol ağıtlı. Çocuklara kızan kadınlar, etrafta yenilen yemeklerle bir curcuna. İmam’ın mezhepleri yakınlaştırma çabaları, İran İslam devrimi sonrası içimde gelişen tüm Şii sempatisini ters yüz eden bir diyalog yaşıyoruz. Türkiye’den geldiğimizi öğrenince Bahreynli bir Şii, bizim cahil ve dindar olmadığımıza kanaat getirdi muhtemelen. Başladı gerçek İslam’ın Şiilik olduğunu anlatmaya. Tabii uzun uzun Hz Ömer ve Hz. Ayşe’ye nefret ifadeleri... Adeta İslam’ın ilk şartını anlatır gibi heyecan içindeydi. Bozmadık. Selam verip ayrıldık yanından. Onu tebliğ yapmanın asude mutluluğu içinde yalnız bıraktık. Yine İbni Cübeyr’in yüzyıllar önce yazdıklarını hatırlıyorum. Şianın bir grubunun Hz. Ali’nin ilah olduğuna dair sözleri olduğunu ve Cebrail’e olmayacak sözler sarf ettiklerini yazıyor ve ekliyor: “Allah onları ve onlarla birlikte bir çok kişiyi saptırmıştır. Allah’tan dinimizi muhafaza etmesini ve mülhidlerin sapıklıklarından bizi korumasını dileriz.” Âmin!

Türbenin arka tarafında, kenarda yalnız ve ziyaretçisiz bir mezar; Ali Şeriati’nin mezarı. Hz. Zeyneb’in kabrinin duvarına bitişik neredeyse. Fakat hangi Şiiye sorduysak, bilemediler. Onu ziyaret ettik. Camekânla çevrili kabrin üstünde resimler var. Hayatındaki ayrışma ölümüne ve mezarına da sirayet etmiş. Öyle görünüyor ki sevgili Şeriati, insanlar zindanlarından kurtulamamış.


Şam Kapı...

Tekrar şehir merkezine döndüğümüzde ilk hedefimiz Ümeyye (Emeviye) Camii oldu. Burası kiliseden camiye çevrilmiş. Dört mihrabı var. Bir dönem dört mezhebe göre namaz kılınmış. Şimdi ise tek minberle Hanefi mezhebine göre namaz kılınıyor. Şehrin sağ tarafı kendiliğinden, sol tarafı ise kılıç yoluyla İslamlaştığından hutbeye çıkarken sol tarafta kılıçla çıkılırmış. Şu anda ise sağ taraftan minbere çıkıldığı için bu gelenek kalkmış. Burası şehrin en huzur dolu yeri. İçinde bir sükûnet var. Bir çırpıda gezilecek değil, oturulup huzura kavuşulacak bir yer. İçinde Hz. Yahya’ya ait olduğu söylenen makam var. Ümeyye Camii’nde Bursa Ulu Camii’nde olduğu gibi namaz dışında oturup konuşanları, çocukları, sürekli ikaz eden kadınlar yok, burası alabildiğine rahat. Koşan çocuklar, namaz kılanlar, oturanlar, konuşanlar… Bir ara çocuklarımızdan birini, Eymen’i kaybetmişiz ama biz kaybettiğimizi fark edemeden polisin elinde bizi buldu. Panik yapma eğilimi bile gösteremedik. Doğulu rehaveti bu mu?

Avlusu hem temiz, hem geniş. Gölgeliklerinde yemeklerini yiyenlerle adeta akşamüstü deniz kıyısına oturmaya gelinmiş havası veriyor. İbni Cübeyr de böyle anlatmış: “Burası onlar için her akşam gezinti ve dinlenme yeridir.” Zamana rağmen korunan bir şeyler olması ne güzel. Ümeyye Camii’nin dış avlusunda bir hücre var ki, burada İmam Gazali’nin İhya’sını yazdığı söyleniyor. Manevi havasının içinde eriyip gittiğiniz böylesi bir yerde her şey yazmak mümkün diye geçiyor içimden. Birde Hz. İsa’nın yeryüzüne buraya ineceği düşünülüyor. Camiinin sol tarafında, Hz. Hüseyin’in başının makamı var. Tabii Şiiler ve buseler…

Kudüs’ün fatihi Selahaddin Eyyubi de Şam’daydı ve onu da ziyaret ettik. Tarih kitaplarının dürüstlüğü, dindarlığı ve ahlakıyla övdüğü Kudüs’ün fethinin yolunu açan büyük önder Nureddin Zengi’nin de mezarı Şam’da. Hemen çarşının kıyısında. Satıcıların gürültüsünden fark edilemeyecek kadar küçük kafes önünde durup dua edebilirsiniz ama yetinmeyip bizim gibi içeri girmek isterseniz sukut-u hayale uğrarsınız. Zira sokağı dolanarak güçlükle bulduğumuz kapıyı açan görevli burasının Muaviye’nin mezarına yakın olması nedeniyle açılamadığını belirtti. Şiiler Muaviye’nin mezarına aklınıza gelebilecek pis şeyleri atıyormuş! Ne talih ama İbni Fazlan Seyahatname’sinde Nureddin’i anlattığı bölümde onunla beraber Şia unsurunun zayıfladığını yazmış.

Şam’da gezerken en fazla hoşuma giden şey ara sokaklarda rastgele girdiğimiz küçük camiler oldu. Bir tanesi müthişti. Avlu havuz ve çiçeklerle donatılmış. İnsanı bu dünyadan koparıyor. Gölgeli huzurlu bu camide kadınlar için ayrılmış bölümde kolayca abdest alınacak bir çeşme konmuş. İstanbul’da ve birçok yerde kadınların abdest alabilme krizlerinden sonra bu detaya bayıldım.


Hamidiye Çarşısı...

Ümeyye Camii’nin Hamidiye Çarşısı tarafına geçince Hıristiyan mahallesine geldik. Temiz, sessiz, dar ve pür otantik yapılar karşıladı bizi. Bu sokaklardan birinde butik otele çevrilmiş eski bir Şam evinde kalmaya karar verdik. Bir rüya gibi olan bu yer ekonomik kaygılar olmasa bir ömür ayrılmayı istemeyeceğiniz muhteşemlikte idi. İç avlulu, ortasında şadırvan, tentelerle gölgelendirilmiş bir ev… Bahçesinde bir vakitler kim bilir kaç el tarafından içine ip sallandırılmış bir kuyu. Sedef kakma sedirlerle eskinin ruhu bugüne ‘çok bir pahaya’ sunuluyor. Caminin bu tarafı nargile keyfi, meddahlı kahveleri ile tam bir turistik mekânlar. Gezerken tarihin ve inancın tüm renkleri kavgasız ve karmaşasız bir arada duruyor. Bir yapaylık ve gerilim yok. Başı açık, kapalı, tamamen kapalı gençler bir arada oturuyor, geziyor. Bu aynı zamanda Türkiye’de başörtülü olmanın dışlanmışlığından sonra hoşuma gitse de bir yandan da örtünmenin burada altını çizdiği bir şey olmadığını da anlatıyor. Belki burada peçe bir şeyler konusunda ısrar ve koyuluğu anlatabilir.

Ertesi gün uzun bir yol kat ederek Tedmur’a gittik. Diğer adı ile Palmira. 6 saatlik yolmuş meğer. Çölün ortasında bir medeniyet kalıntısı. İşte tam da burayı tek başıma, saatlerce kalarak gezmek isterdim. Oturup ağlamak ve sütunlar arasında hayallerimi gezdirmek.

Çölde minicik bir yeşil gören doğu insanı orayı hemen yerleşim yeri yapıp şehirleştirmiş. Minik diyorum zira bir Karadenizli olarak gözün yeşil dışında bir şey bulamadığı memleketten sonra görülen yeşiller hep minik kalıyor. Tedmur da yüzyıllar önce böyle kurulmuş. “Çölün gelini” diyorlar buraya. Devasa sütunlar var. Kim bilir bu çarşılar, sokaklar ne inançları, kavgaları, aşkları, gözyaşlarını sinesinde barındırdı. Ayakta kalan sütunlar kim bilir hangi sırların, yaşamların şahidi olarak direniyor karşımızda.

Muhtemelen helak edilmiş bir kavme ait diyorum. Yoksa biraz ötesinde devasa anıt mezarların dimdik dururken kocaman sütunların parçalanıp yelere düşmesini anlamlandıramıyorum. “Potansiyel para” gözüyle bizi takip eden, satıcılar ve düzenlenen deve, at turlarının şamatası mekânın ruhuna vakıf olmamızı provoke etse de gezmek görmek ve ibret almak boynumuzun borcu. Biz de hayatımızda bir kez olsun karşımıza çıkan deveye binme şansını yabana atmadık tabi. En azından Peygamberimizin hicret vasıtası ile ne hissedilebileceğini ve deve ile yolculuğu bir nebze anlayabilmek için bu fırsatı değerlendirdik.

Palmira’nın biraz ötesinde Fahrettin Paşa’nın kalesi var. Kayaların üzerine oturtulmuş dimdik bir yer. Kartal yuvası gibi. Kaleden aşağısı elbette muhteşem görünüyor. Çölün rüzgârı sizi bulurken, kalenin kim bilir kaç kez kuşatılmış olduğunu ve aşağıda bir deniz dalgaları gibi hareketlenen orduları hayal edebilirsiniz.

Ayrıca buradan Tedmur’un bütünü görülüyor. Ne kadar devasa bir şehir, muhteşem binalar olduğu ve yok oldukları fikri tüylerinizi diken diken etmeye yetiyor.

Bu ülkede polis oldukça insancıldı, tüm zanlarımız tersine. Selam verip hal hatır sorup, bir de Türkiyeli olduğumuzu duyunca ‘hayırlı yolculuklar’ deyip uğurluyorlar. Bunda son günlerin heyecan dalgası oluşturan Mavi Marmara olayının etkisi de var sanırım. Hamidiye Çarşısı’nın ortasına Türkçe, Arapça ve İngilizce afişler asılmış. Mavi Marmara’yı, Türkiye’yi tebrik eden. Ahh ümmetin ayrılmış toprakları ve halkları. Ellerimiz birbirine doğru ama engeller…

Daha ucuz bir otele geçtik, şehrin tam göbeği. Şam trafiği odanın içinde adeta, huzur dolu Şam evinden sonra burası da ayrı bir deneyim. Şam’da trafik tahmin edilebileceği üzere berbat. Arabalar eski model. Kural yok ama bir yaya görünce hemen duruyorlar. Bu nedenle insanlar sanki arabalar görünmezmiş gibi, yatak odalarından salonlarına geçer gibi yürüyor yollarda.

Üçüncü gün Malula köyüne gittik. Hz. İsa’nın havarilerinden birisinin mezarı üzerine inşa edilen kiliseleri gezdik. Burası dünyada tek Aramice konuşulan yer. Hatta Hz. İsa’yı anlatan “Çile” filmindeki figüranlar buradaki halktanmış. Kayalar tam ortadan ikiye ayrılıp bir yol açılmış. Dağın zirvesi olan bu muhteşem geçidi sonuna dek yürüdük. Rivayet şu: “Düşman askerlerinden kaçan bir havari, bu dağın kıyısına gelince dua ediyor ve dağ ikiye ayrılıp ona yol olup kurtarıyor.” Önce beni işlettiklerini zannetsem de buraya ait hikaye gerçekten de buymuş. Birkaç gündür olduğu gibi burada da tarihin tüm tozları elbiselerimize bulaştı. Çoluk çocuk hepimiz toz içindeyiz. Güzel tozlar…

Malula’ya minibüsle gittik, oldukça ekonomik oldu. Tüm camları açılmış cereyan eşliğinde müzik ve son sürat. Ya da en azında trafikte temkinden yana olan benim için. İstanbul’da bu duyguyu yaşamak için insanlar üzerine para verip simülatöre biniyor. Doğu da ise bu heyecan hayatın bir parçası. Malula temiz sessiz bir köy. Tipik ‘doğulu gâvur’ nezafeti var. Tıpkı Şam’ın Hıristiyan mahallelerinde olduğu gibi. Bu nasıl oluyor? Bıçakla ayrılmış gibi bir sokaktan diğerine geçince hava, davranışlar birdenbire değişiyor. Dönerken aklımızda kalmasın dedik ve Kasiyun dağına çıktık. Bu dağa birçok peygamberin sığındığı ve 700 kadar peygamberin de yattığı rivayet ediliyor, İbni Batuta bu sayının 70.000 olabileceğini söylüyor ama İbni Cübeyr’in de dediği gibi doğrusunu Allah bilir. İbni Batuta, Seyahatname’sinde Hz. İbrahim’in doğduğu mağaranın burada olduğunu anlatmış. Hatta Habil’in kanının hala silinmediği bir yerden bahsediyor. Tüm Şam ayaklarımızın altında. Gece. Bursa Uludağ’dan ovaya yayılmış şehre bakışa benzettim. Şam’ı coğrafya olarak Bursa’ya yaşam olarak kısmen İstanbul’a benzettim. Elbette Şam İstanbul’dan daha fazla tarihe taşıyor insanı. Ama yine de Sultanahmet’ten, Kapalıçarşı’dan, Laleli’den bir şeyler buldum burada. Denizi bulamadım bir.

*** 

LÜBNAN

Lübnan deyince ilk aklıma gelen Feyruz’un ‘Min kalbi selamun li Beyrut’ diye başlayan şarkısıdır. Nitekim Beyrut’a bir günlüğüne gidip gelebiliriz dediklerinde, tüm yolculuk boyunca içimde sürekli Feyruz’un sesi dolaşıp durdu. Tabi ‘Hubbek ya Lübnan’ şarkısı da buna arada sırada eşlik etti. Lübnan sınırını geçince Dürzilerin yaşadığı dağ köyleri gösterildi uzaktan. Kıyafetleri ile de hemen dikkatimizi çeken birkaç Dürzi minibüsü ile de otobanda karşılaşınca da görmüş kadar olduk dedik. Dürzilere yapılan vurgumun sebebi, inançlarını muhafaza etmeleri ve bu dağ köylerinde geleneklerini sürdürüyor olmalarıydı. Beyrut’a ulaştığımızda nedense harabeler ve savaş kalıntıları göreceğimi sanıyormuşum ki epeyce şaşırdım. İstanbul’un Etiler’i gibi son derece lüks ve modern bir yerdi. Bu beklentimin sebebi ise sanırım taksi şoförümüzün ısrarla Hizbullah’ın hâkim olduğu, İsrail’in vurduğu Şii mahallesine bizi kesinlikle götürmeyi reddetmesi idi. Öyle ki son derece pahalı Beyrut mağazalarının olduğu caddeyi bitirip Dahiya Mahallesine girince asker kontrolü, binaların üzerinde keskin nişancılar, yıkık binalar bol Hizbullahi göreceğimi, hatta “çok hızlı, fazla maceraperest birkaç yazı yazmışım ki zihnimde” bu mahalleden ayrılıp geri dönüş yoluna çıktığımızda tam bir şoktaydım.


Beyrut...

Neyse ki çocukların bitmek tükenmez istek ve muzurlukları bu şokta daha fazla kalmamı engelledi. Bu mahallede hava birden değişiyor. Yoksulluk, binaların görüntüsüyle başlıyor. Ama savaş izi kalmamış. Silahlar ve askerler de yok. Fadlullah’ın camisinde namaz kılıp, biz gittiğimizde henüz yeni vefat etmiş bu mücadeleci âlimin mezarını ziyaret ediyoruz. Zeminde çiçeklerle bezenmiş, dışarıya inat tertemiz, sükûn dolu bir mezar. Çıkışta Iraklı Şii lider Cevad Halisi ile karşılaşıyoruz. Adem’i ve İstanbul ziyaretinde Özgür-Der’e yaptığı ziyareti hatırlıyor. Sohbet ediliyor. Bu günden geriye, kalan aslında sadece bu mucizevî karşılaşma ve sohbet. Çünkü Murat, Adem’le kapıda konuşuyorlar: “Şii dünyada iki farklı isim var. Birisi Fadlullah, diğeri Halisi.” Kapıya çıkıyoruz. Karşımızda Cevad Halisi… Bağnaz Şiilerin “Sünni” dedikleri iki isim aynı mekânda buluşuyor.

Şibli Numani Beyrut’ta Lübnan’ın havadar ve muhteşem dağlarına rağmen hastalanmış. Ben de ise Lübnan dümdüz bir duygu oldu. Beyrut bir liman şehri. Deniz kıyısına nazır, çay bahçeleri dünyadan koparıp manzara seyretmek için harika bir yer. Biz de buranın en ünlü kıyı lokantalarından birine oturduk. Fiyatlar oldukça pahalı. Robert Fisk’in de buraya gelip oturduğu söyleniyor. Hatta İsrail saldırılarında gazetecilerin burada yazılarını yazıp haber yaptığı söylendi. Bomba sesleri eşliğinde ama güvenli bir yermiş! Daha da korkunç şey bombalamalar olurken burada güneşlenip denize girenlerin olduğunun söylenmesi oldu. Etrafımız son derece modern giyimli kadın ve erkeklerle dolu. Nargile tüttüren, tavlaya benzer oyunlar oynayan örtülü yaşlı kadınlar da var. Çocuk oyun parkında benden başka anne yok. Çocuklar Filipinli bakıcı kadınların refakatinde koşturuyor. Bakıcılar bile son derece şık. Şibli Numani, ‘buraya dair hiç hoşuma gitmeyen şey’ diye başlayıp şöyle yazmış: “Muganna: kazino denen yer, son derece edepsizlik ve ahlak bozucu yerdir. Bir İslam devleti, nasıl olur da buna izin verebilir, anlayamadım. Avrupalı kadınlar sahneye çıkmış çalgı çalıyor, şarkı bitince salonda cilveli geziyor… Alabildiğince hayâsız ve utanmazca davranışlar… Neuzü billahi min şüruri enfüsina ve min seyyiati amalina.” Sene 1893. Sanırım bugün tekrar buralara gelebilseydi korunmak için Kur’an’ı hatmederdi.

Hıristiyan bir yaşam bu coğrafyaya tarihten bu yana hâkim olmuş. Geçmişte olduğu gibi bugün de Müslümanlar burada eğitim de ticarette hala geri planda.

***

FİLİSTİN’E BAKMAK...

ÜRDÜN

İşte şu karşıdaki dağ ve ardı Filistin. Aramızda Lut Gölü. Ters yüz edilmiş ve sular altında bırakılmış kavim... Filistin’le aramızda sırat köprüsü gibi duruyor tuzla karılmış göl. Dünyanın en alçak noktasından yüreğimizin zirvesindeki coğrafyaya bakıyoruz. Dudaklarımızı toprağına sürmek için kuşlardan kanat isteyeceğim lakin bu helak edilmiş kavim üstünde uçan bir tek kuş bile yok! Cehennem sıcağı gibi basık bir hava. Tuhaf bir koku. Hiçbir şeye değmeden işaret parmağı ile gösterilen yere gidebilmeyi dilerdim.

Aramızda sınırlar, kâğıtlar, askerler, silahlar ve lanetlenmiş bir kavim kalıntısı göl… Dün Selahaddin Eyyubi ve Nureddin Zengin’in kabirleri başındaydık: “Kalkın ve Kudüsümüzü yeniden fethedin!” diye yakardık gözyaşlarımızla. Kalkın! Lanetli gölü aşan kahramanlar. Biz ki kabirlerinizi bile korumaktan uzak kalmışız. Şehit Nureddin’in mezarı Muaviye ile yakınlıktan Şii taarruzuna yaradığı için kapalı… Oysa sen bize, Kudüs’ün yollarını açmışsın şimdi senin kapın ümmete kapalı.

Siluet halinde bir dağa, Filistin’e uzaktan bakmak, öz yavrusunu camekânlar ardından seyretmek gibi. Dokunamamak, oradaki yaraları saramamak… Filistin’e gitmek, toprağını öpmek mümkün mü? “Zalimlerin varlığını kabul etmeden” mümkün değil diyorlar. Hatta bu günlerde “resmi” yollarla gitmek de zormuş. Mavi Marmara gemisinden sonra Türkiyeli olmanın ciddi problem olduğunu anlatıyorlar. Arkadaşımız yazdığı Türkçe not için Filistinli akrabalarının sınırda saatlerce bekletildiğini ve Türklerle ne ilgisi olduğunun saatlerce sorulduğunu anlatıyor. Sorgusuz sualsiz kalbimizin vatanına, baktığımız topraklara gidebilmeyi diliyoruz.

İsmi Rü’ya. Dümdüz değil. Rüya değil yani Rü’ya, ah sen genç kız, bizim Rü’yamızsın. Filistin’deki evinin anahtarının ucundan Hanzala anahtarlığını çıkarıp veriyor. Hepsi acı yüklü insanlar, her birine sarılırken Filistin’e sarılıyorum, acılarını içime çekiyorum. Anlattıkları, akraba büyüklerinin izlettikleri görüntüler, “Birkaç gün sonra evimize döneceğimizi zannederek ayrıldık.” diye anlatırken, onların alışılmış acıları bize taptaze yara oluyor. Birkaç gün sonra evine döneceğini zannederek ayrılmak duygusunu, 10 günlüğüne çıktığımız yolculuktan dönememeyle hayal etmeye çalışıyorum. Gerçekliği olmayan bu yapay acı bile titretiyor hücrelerimi.

Rü’ya Filistinli bir ailenin lise çağlarındaki kızı. Esmer, cana yakın. Memleketi gibi. Annesiyle beraber dünyanın yedi harikasından biri olan Pedra’ya giderken bize eşlik ediyor. Nebatiler zamanından kaldığı söylenen bu kalıntılar, harika diye klişe olmuşlar arasına girmeyi gerçekten hak ediyor. Sanat tarihi bilgilerinden çok daha fazla etkileyici olan rivayetlere kulak kabartıyorum. Ad kavminin burada yaşadığı ve sesle helak edildiği söyleniyor. Hatta Peygamberimizin (s) bir gazve için buradan geçtikleri ve sahabeyi bir şey yiyip içmeme konusunda uyardığı anlatılıyor. Lanetlenmiş, helak edilmiş kavimlerle ilgili bu rivayeti daha önceden de duymuştum ve öyle etkilenmişim ki nefes bile almamaya çalıştım. Lut gölüne dokunamayıp kıyısındaki toprağın cilt için faydaları sayılıp dökülmesine rağmen arkadaşımızın işlenmiş olarak hediye ettiği bu toprağı İstanbul’a gelir gelmez yok ettim. Pedra’yı Rü’ya ile gezdik, yarı yaşım olmasına rağmen onunla yarışarak tırmandık kayaları. Kayalara oyulmuş, inanılmaz bir medeniyet izleri. 4 bin kişilik anfi tiyatro kalıntısı var. Demek ki Sultan Süleyman’a kalmayan şu dünya tam bir yalan. Yalandan yüzümüze gülen… Buradan bizi Vadi Rum’a götürdüler. Çöl. Gece çadır kurarak dolunayı burada izlemeye geliyormuş insanlar. Allah’ın hikmeti olsa gerek biz ulaştığımızda dolunay bizi bekliyordu. Rü’ya, annesi dolunaya bakıp aynı düşü kurduk. Filistinimizi. Hepimiz biliyorduk biraz ötemizde çalıp oynayan, doğu mistisizmini yaşayanlardan bambaşka şeyler görüyorduk gezerken. Tabi sevgili Asuman ve eşi Filistinli Abdullah Bey bu gezi esnasında iki çocuğumuzla ilgilenmeseydi bu hüzünlü ama anlamlı anlar zor yakalanabilirdi.

Ürdün’de görülebilecek her şeyi gördük. Hissedilecek acılarla beraber. Tüm zenginliğe rağmen Filistin kamplarındaki yoksulluğu içimize çektik. Belki de hayatımız boyunca karşılaşamayacağımız kadar güzel insanlarla karşılaştık ve misafirleri olduk. Onlara vatanları Filistin’e sarılır gibi sarıldık. Rü’ya, şu aramızdaki yağlı-tuzlu göl ile ayrılığımız vatanımızın adı.

Uzun otobüs yolculukları, eteğimde üç çocuk, döndüğümde bedenen bitaptım ama ruhen ayaklarım yere basmıyordu. Filistin’e bakmıştım, bir gün ona dokunacağıma yürekten inanarak…

 

Kaynakça

İbni Cübeyr, Endülüs’ten Kutsal Topraklara, Selenge Yay., Çev: İsmail Güler, İstanbul 2003

Şibli Numani, Sefername-i Rum u Şam u Mısır, Risale Yay., Çev: Yusuf Karaca, İstanbul 2002

İbni Batuta Seyahatnamesi, Çev: A. Sait Aykut, YKY Yay., İstanbul 2000

İbni Fazlan, Seyahatname, Çev: Prof. Ramazan Şeşen,  Bedir Yay., İstanbul 1995

YAZIYA YORUM KAT

5 Yorum