Filistin’e bakışımız dünyevileşen ve uhrevileşen kimliklerimizle doğru orantılı
Üniversite son sınıftaydım. Hem çalışıp hem okuyordum. Geceleri on altı saatlik nöbetlerden sonra sabah erken okula gittiğim, akşam geç saat döndüğüm ve uykusuzluktan uyuyamadığım günlerdi. 28 Şubat’ın az evveli, üniversitelerde Özal’la birlikte başörtüsü yasağının kalktığı ama nedense bizim bölüm hemşirelikte adeta sıkıyönetim uygulandığı bir zaman diliminde, siyasi çalkantıların, Müslüman kimliğe dayatılan zorbalıkların farkında olmayacak kadar seküler bir hayatın içindeydim. Okul bitsin, kariyerim yükselsin belki bir hastaneye başhemşire olurum falan diye kendimle meşgul olduğum günlerden birinde bizim sınıftaki başörtülü kızlardan ikisi her ders öncesi iğneleri çıkarıp başörtüleri omuzlarına salarken bu kez bunu yapmadılar ve dersi örtülü olarak dinlemeye karar verdiler. Hoca sınıfa girdi ve kızları görür görmez, “Bu ne hal, yönetmelikteki kuralları nasıl çiğnersiniz, derhal kılık kıyafet yönergesine uyun ve başınızı açın!” diye çıkıştı. Kızlar da “Hayır, başımızı açmayacağız, yeni yönetmelik üniversitelerde yasağın kalktığını duyurdu. Artık derslere bu şekilde gireceğiz,” diye direttiler. Neyse kısaca, bayan hoca “Siz karşımda böyle oturdukça ders anlatamam.” diyerek sınıfı terk etti.
Ben en arka sırada öyle durmuş izliyordum. Kızların mücadelesi sınıftakilerin tepkisine yol açarken benim kalbimde sorgulamaya neden olmuştu. Neden düne kadar her ders başlarını açarken böyle bir direnişe gerek duymuşlardı? Öğrencilik hayatları sekteye uğrayabilirdi. Sınıftakilerin çirkin sözlerine maruz kalmışlardı ve idareden de uyarı alacakları aşikardı. Ama onlar hoca gidince sınıfı terk etmediler, teneffüse dahi çıkmadılar ve bir abide gibi sırada oturmaya devam ettiler.
Ondan sonraki günlerde de bütün tepkilere rağmen derslere başörtülü girmeyi sürdürdüler. Merak bu ya öncesinde selamımın bile olmadığı bu iki kızı yakın takibe aldım. Her gün ellerinde başka başka kitaplarla okula geliyor, okudukları bu kitapları sıranın üstünde tutuyor ve kimseden çekinmeden kimliklerini muhafaza etmeye devam ediyorlardı. Bir gün ellerinde Filistin’e dair oldukça hacimli bir kitap gördüm. Kapakta Mescidi Aksa, tel örgüler ve güvercinler… Yanlarına gidip kitabı incelemek istediğimi söyledim. Benim bu isteğim onlara tuhaf gelmiştir kesinlikle ama hiç belli etmeden kitabı uzattılar. Filistin’le ilk tanışmam böyle oldu. Siyonizm nedir? Filistin topraklarında at oynatan siyonistlerin hain emelleri ilk böyle gündemime girdi…
Sonra sonra kızlarla aramızdaki dostluk ilerledi. Namaza başladım, başımı örttüm ve Ümmet bilinci kalbimin derinliklerinde o günlerde yer etti. Mekke’yi Medine’yi, Hicreti, Endülüs’ü ve İslam coğrafyalarını anlamak, içselleştirmek nasip oldu.
Hem zor hem de heyecanı bol, hayatımda her şeyin başka bir boyuta evrildiği o zamanlarda coşkulu marşlar dinliyor, gece gündüz okuyor, dönüp dolaşıp Kur’an’ın tercümesini hatmediyordum. Okuduklarımı aşkla şevkle anlattıkça çevremdeki pek çok insanı kaybettim, onların tabirleriyle dini siyasete alet ediyordum ve tehlikeli sularda yüzüyordum. Namazını kıl ama diye başlayan cümlelerin sonu sana ne Filistin’den, sana ne siyasetten, beğenmiyorsan git şurada yaşa, git burada yaşaya çıkıyordu.
Tabii ki benim heyecanımı söndürecek güçte değildi hiçbiri… Evlenir evlenmez kolumdaki iki bileziği (maddi durum pek de parlak olmamasa da) çıkarıp Filistin’e göndermiştim. Benim için o gün bugündür Filistin kurtarılması gereken bölgedir. Ümmetin turnusol kağıdıdır. İman ettim diyen herkesin bigane kalamayacağı bir meseledir. Siyonizm’i sadece Filistin’in sorunu olarak görmek ve dar bir çerçeveye hapsetmek bir Müslüman için cehaletin dik alasıdır.
Bugünlerde geldiğimiz Aksa Tufan’ıyla başlayan Gazze kuşatmasına değinmeden bunları anlatmak istedim çünkü, benim bilinçlenme dönemimde dahil olduğum Müslüman mahalle için Filistin gerçekten bir davaydı. Çıkan dergilerde, yapılan etkinliklerde, panel, konferans, yürüyüşlerde her Müslüman’ın derdiydi. İsrail’in bölgedeki varlığı büyük küçük herkesi rahatsız ediyordu. İşgalci ve yayılmacı politikası kabul edilir değildi. Mescidi Aksa Ümmet’in mescidiydi. Kudüs Filistin’in başkentiydi. İsrail’in orada tek karış toprağı yoktu. Aklı başında hiçbir Müslüman İsrail’i devlet olarak tanımazdı. Bizim kalplerimizde daima işgalci, terörist bir örgüttü. Hatta taşerondu. Arkasını yasladığı devletler bir hançer gibi onu İslam topraklarına saplamışlardı. Ve bir gün inşallah oradan def edilecekti. Geldikleri gibi gideceklerdi. Bunun için herkes bir şey yapmanın ya da yapamamış olmanın derdini taşıyordu. Üstümüzde Filistin poşuları, Filistin marşları dinliyor, Filistin şiirleri okuyorduk. Yani orası bizim köyümüzdü. Gitmesek de görmesek de her daim kalbimizde yaşıyordu.
Hepimiz bugünlerde eskiyle yeniyi çarpıştırıyoruz belki de içimizde. Şeyh Ahmet Yasin’in şehit edilmeden önce Ümmet’i Allah’a şikâyet etmesi gibi, hepimizde bir isyan, üzüntü, sitem… adına ne dersek diyelim karmakarışık bir heyulanın içine itildiğimizi düşünüyoruz. Müslümanlar olarak tek yürek bir bilinçle üstlenmemiz gereken bu davanın gittikçe kendi içine hapsedilmesi, İsrail’in bundan nemalanarak vahşette sınır tanımaması ürkütücü geliyor değil mi?
Halbuki çok iyi bildiğimiz gibi bu yeni bir şey değil. İsrail’in devletleştiği Nakba’yla başlayan Filistin halkına reva görülen bu iniş çıkışlı zulüm tablosu yetmiş yılı aşkın sürgit devam edip gidiyor. Bölgeye farkındalığımızsa çoğu zaman bölgedeki sıcak hareketlenmeyle artıyor ya da sessizlikte azalıyor. Müslümanlar olarak Gazze’nin sesi çıkmadığında, oradaki halk kendi yağıyla kavrulduğunda, bölgeden bir ölüm, bir saldırı haberi gelmediğinde yaramızı uyutuyoruz. Oradaki Müslümanlardan bir şikâyet yok diye avunuyoruz.
İşte tam da böyle bir uyuklama döneminde başlayan Aksa Tufanı bazılarımızı şok etti. Hamas’a n’oldu da durduk yere sivillere saldırdı diyenden Filistin ve İsrail Devleti arasında barış sağlanmadan bölgede sorun bitmez diyene kadar her çeşit insan kendini otorite ilan edebiliyor. Onlara göre bölgedeki kavgalı bu iki devlet ateşkes ilan etmeli ve bundan sonra herkes kendi toprağında birbirine karışmadan yaşayabilmeli. Hamas da terör örgütü, toprağını savunduğu için suçlu! Derhal bölgeden kovulmalı!
Fakat her ne hikmetse bu kimseler Filistin toprakları diye bir şey kalmadığını, her karışının bilfiil işgal edildiğini, Filistin’in bir açık hava hapishanesine dönüştürülen Gazze’den ibaret olduğunu ve bu barışın hangi şartlarda sağlanacağını, asıl teröristin kim olduğunu düşünmek istemiyor. Bu kanlı işgalde bir ayı bulmadan on bine yakın Filistinli kardeşimizin öldürülmesi, çocukların, kadınların, sivillerin hunharca katledilmesi, hastanelerin, fırınların, kampların, binaların bombalanması ve bunu yapan İsrail’in kimseyi umuruna takmaması bu barışın nasıl olacağını sorgulatamıyor. Asıl sorunun İsrail’in bölgedeki varlığı olduğunu tüm dünyaya duyurmayı üzerine vazife saymıyor. İşgal edilen toprakların sahiplerine geri verilmesi, Mescidi Aksa’nın özgürleştirilmesi, Kudüs’ün Filistin’in kadim başkenti olduğu gerçeği tekrar tekrar görmezden gelinebiliyor.
Onlara göre tüm bunları yapsak da zafere gidilmez. Daha birkaç gün önce bölgedeki kaosun devasa yükünü kalbinde hisseden ve bunalan bir kardeşim, “Nasıl olacak bu iş?” dedi karamsar bir halde. Ben de hiç düşünmeden şöyle dedim ona: “Duanı gönder, paranı gönder, zulmü dünyaya duyur, bunlarda mı kesmiyor, en azından yarın huzuruna çıktığında Rabbine şöyle diyebilmelisin: Allah’ım bu kirli işgal ve vahşette ben kardeşlerimin yayındaydım. Onları anlıyordum. Onlar için yanıyordum. Safını belli et kâfi.”
Tüm bunlar belki yetmez ama ortalığı bulandırmaktan iyi değil mi? Bir halk topyekûn topraklarında var olma mücadelesi veriyorsa, hariçten gazel okumak yerine mücadelelerine saygı duyup düşmana odaklanalım mı? Ve birlik olmanın güçlü olmanın, karınca misali de olsa yangına su taşımanın derdini kuşanarak Allah’ın rızasını umalım mı?
Hani yazının başında dediğim gibi o kızlar başlarını örtüp sınıfta eylem yapmasalardı, biz onları her ders başlarını açarak ders dinlerken görecektik ve kanıksayacaktık. Ve onlar Filistin’i anlatan kitaplar getirmeseydi sınıfa belki Filistin harita üstünde bir yer olarak bile kalmayacaktı hafızamda. Üstelik Müslümanlığı sadece ibadetlerden ibaret bir din olarak görmeye devam edecek ve bir gün belki namaz kılarım diye avunup duracaktım. Ama İslam’ın bir bütün olduğunu anlamak nasip oldu. Yani birileri bir şeye kafa tutar; sen de bir bakmışsın saf tutmuşsun.
Filistin’in bugünkü pürmelalini bu zaviyeden okursak inşallah her zorluktan nice hayrın doğabileceği gerçeğini de görebiliriz.
Son alarak şu gerçeğin de üzerini çizmekte de fayda var ki, bizim bugün Filistin’e karşı takındığımız tutum dünyevileşme ya da uhrevileşme duygu durum halimizle de doğru orantılı. Rahata düşkün yaşamlarımız bizi oturduğumuz yerden kolayca eleştirmeye sevk edebiliyor. Belki de onun için Filistin kaybedecek bir dünyalığı olmayanların davasına indirgeniyor. Bundan uzak kalanlara selam olsun. Bu kıyam tüm dünya halklarının uyanışına vesile olsun. Siyonizm tarihte görmediği şiddetle karşılık bulsun. Allah’ım şehitlerimizi en güzel cennet bahçelerinde ağırla ve bizi gaflete düşenlerden kılma! Amin.
“Gergin uykulardan kör gecelerden
bir sabah gelecek kardan aydınlık,
Sonra düğüm düğüm bilmecelerden
bir sabah gelecek kardan aydınlık!”
YAZIYA YORUM KAT