Filistin kendi eksiklerimizi görmemiz için bize ayna tutuyor...
Taha Kılınç, Türkiye ziyaretlerinde gördüğü olumlu ve olumsuz durumlardan hareketle Türkiyeli Müslümanların bir fotoğrafını çıkartıyor.
Taha Kılınç / Yeni Şafak
İzlenimler
İsrail’in Gazze’de yeni bir soykırım süreci başlattığı 7 Ekim’den bu yana Türkiye’nin dört bir yanına seyahatlerim daha da yoğunlaştı. Konferanslar, seminerler, özel istişare toplantıları, kitap kritik oturumları, dersler… Bunlara, İstanbul’da zaten rutin bir şekilde devam eden, bazen günde 3-4 ayrı programı bulan yoğunlukları da ilave etmeliyim. Çok farklı sosyal dinamiklere sahip ortamlara birbirine yakın zamanlarda ve sıklıkla girip çıktıkça, hem ülkenin Filistin gündemine hem de insanımızın meseleye yaklaşım tarzına dair çarpıcı gözlemler birikti zihnimde. Bilhassa siyasetçilerin ve karar vericilerin de faydalanabileceği bir “panoramik fotoğraf” olarak, bunları arz etmek istiyorum:
Evvela: Türkiye’nin hangi şehri olursa olsun, Filistin duyarlılığı konusunda gözle görülür bir dikkat ve özen var. Hatta bazı salon toplantılarında “90’ların havası”nı ve samimiyetini tattığımı bile söyleyebilirim. Ancak bu durumla eş zamanlı olarak, özellikle sosyal medya üzerinden pompalanan bazı olumsuz propagandalar, Müslüman ailelerin çocuklarına dahi sirayet etmiş durumda. İslâmî ve insanî hassasiyeti yüksek nice ailede, ayrışmalar artık “ideolojik kamplaşma”ya doğru ilerliyor. İçinden geçtiğimiz süreç orta vadede önemli kırılmalara dönüşecek gibi görünüyor. Bundan sonraki sınavlarımızdan biri, gelecek nesillerimizi istikamette tutma kavgası…
Gençlere ulaşmak, herkeste ortak kaygı. Ancak bunun hangi yöntemle yapılacağı ve söz konusu ulaşma eyleminde hangi materyallerin / vesilelerin kullanılacağı konusunda zihinler karışık ve biraz da çaresiz. Sadece “Filistinliler topraklarını sattılar ve İsrail kuruldu” iftirasına inanan Müslüman bir genci ikna edecek sağlam deliller bulmak için arşivleri ve akademik tez yığınlarının tozlu sayfalarını eşelemek durumunda kalmamız bile, eksik bıraktığımız noktaları gözler önüne seriyor.
Her çevrede, “okuma ve anlama seferberliği” başlatıldığı göze çarpıyor. Buradaki temel problem ise, okunacak sahih metin ve konuşacak / dinlenecek doğru kişi eksikliği. Gençler artık romantizme, hamasete, geleceğe dair ucu-bucağı belirsiz vaatlere veya kimi bağladığı belli olmayan sözlerin ulu-orta verilmesine doymuş durumda. Somut, uygulanabilir, günümüzün gerçekleriyle uyumlu, salonlardan dışarı çıkıp hayata karışıldığında da izlenebilecek yol haritaları… Herkesin peşine düştüğü şey bu.
Sosyal medyada yapılan paylaşımlar, verilen tepkiler veya dâhil olunan polemikler, “sözün tesiri”ni doğrudan etkiliyor. İnsanların bakışlarında, “söz-eylem tutarlılığı” konusunda açık beklentiler fark ediliyor. Söylediği gibi yaşamayan, yaşamadığı şeyleri söyleyen, gündemin iğvasına aşırı şekilde angaje olmuş, kendine ait bir gündeme sahip olmak yerine sadece “karşı cenah”la çene yarışına tutuşan kişiler, “kanaat önderi” olarak değil, “sosyal medya ünlüsü” olarak görülüyor. Gerçekten, ciddiyetle ve derinlemesine okuyan gençler, bu ikisi arasındaki farkı hemen fark ediyor. En üzücü olan ise, yorucu tartışmaların ortasında dengede kalmaya çalışan samimi gençlerin hissettiği sahipsizlik… Bu gençlerimize kucak açmak borcumuz var.
Manzara kuş bakışı temaşa edildiğinde, genel anlamda çok derin bir samimiyet, ama aynı zamanda bir dağınıklık ve stratejisizlik görülüyor. Her grup, dernek, vakıf, STK vs. bir şeyler yapmaya çalışıyor, bunların hepsi de çok anlamlı ve içten şeyler. Ancak “genel strateji” üretme noktasında, hâlâ açılması gereken diyalog kanalları, kapatılmaması gereken kapılar ve sürdürülmesi gereken istişareler var. Süreç uzayınca, İslâmî camianın da yorgunluk emareleri gösterdiği görülüyor. Hâlbuki yılmadan, yorulmadan, bıkmadan ve usanmadan, kapı kapı gezmemiz, doğruları anlatmamız, birbirimizle çatışmak yerine enerjimizi “ortak düşman” üzerinde yoğunlaştırmamız gereken zamanlardayız. En kolayı, kendi kitlene yaslanıp, duruşunu garantiye alarak ve kazanımlarını yitirmeyeceğinin de bilincinde olarak, Müslüman kardeşine ateş etmek… Bu, asla düşmememiz gereken bir tuzak ve sınav olarak karşımızda duruyor.
Siz bu satırları okurken, ben Kayseri’nin güzel ve samimi insanlarıyla hasbihal ediyor olacağım nasipse. Oradan da, tıpkı diğer şehirlerimiz gibi, yine gönlüme inşirah verecek izlenimlerle İstanbul’a döneceğimden adım gibi eminim.
HABERE YORUM KAT