Filistin için 'Münir Şefik Formülü'
BM, "kutsal topraklar"ın bölünmesini kabul ettiği 29 Kasım 1947'nin yıldönümünde, anlamlı biçimde aynı gün Filistinlilerin gönlünü almaya yönelik bir adım attı. Böylece işgallerin, sürgünlerin ve katliamların üstüne Gazze saldırısının dumanları tüterken BM Genel Kurulu'nun büyük çoğunluğunun oylarıyla Filistin yönetimine "gözlemci devlet" statüsünü adeta bahşetti.
Filistin'in Osmanlı sonrası tarihinden itibaren maruz kaldığı acılara bakıldığında uluslar arası sistem denilen hegemonik sistemin bu coğrafyaya ne getirdiği üzerinde fazlaca düşünmeye gerek bırakmıyor. Ortadoğunun modern tarihinde, önemli ölçüde güçlülerin koyduğu kurallar anlamına gelen uluslar arası hukukun ve kurumların Filistin söz konusu olduğunda haklı olmanın her zaman yeterli olmadığının tarihinden ibaret denilse yeridir.
BM çatısı altında alınan kararların Filsitinlilerin davasını desteklediği ölçüde hayal kırıklıkları, çignenmiş onur anlamına geldiğini itiraf edilmeden yapılacak diplomatik girişimlerin yeni bir hak gasbına dönüşmesi engellenemez. En azından haklı olmanın yetmediği, eğer bir takım küçük kazanımlar elde edildi ise bunların da ancak direniş ve mücadele ile kazanıldığı sürekli akılda tutulmalı. Ancak bu durumda belki diplomatik girişimler direnişin kazanımlarını yasallaştıran, resmi formata döken bir işlevi olabilir.
Filistin mücadelesinin en ilginç simalarından biri Münir Şefik'ten dinlediğim bir hatıra aslında tam bugünlerde yaşananları açıklamak için yerli yerine oturuyor. Münir Şefik 1970'li yıllarda Filistin Kurtuluş Örgütü içinde El Fetih'in bir tür düşünce kuruluşu olan Planlama Dairesi'nin yöneticiliğini yapan ve hareketin en önde gelen ideologu idi. Aslen Ortodoks Hıristiyan olmakla beraber Marksist düşünceye sahipti. El Fetih içinde o dönem sol ve Marksist yönelimlerin etkinliğinin sembolik isimlerinden sayılırdı. Abu Fadi adıyla tanınan Münir Şefik daha sonra Marksizmi sorgulayacak ve 70'lerin sonuna doğru İslam'ı kabul edecek ve Filistin hareketi içinde İslamcı çizgisi ile öne çıkacaktır.
Münir Şefik'in Müslüman oluşunda hem ideolojik çıkmaz hem de Marksizmin Filistin davasının, Ortadoğunun kaderinin İslam'dan bağımsız düşünülemeyeceğini fark etmesinin önemli etkisi olduğunu kendisi söyleyecektir. Filistin, İslam düşüncesi gibi farklı alanlarda yazılarına devam eden Münir Şefik, Ortadoğu Sorunu, İslam Düşüncesinde Değişim, Devlet ve Devrim, Medeniyet Savaşında İslam (Dünya Yayınları), Çağdaş İslam Düşüncesi (Risale y.) gibi Türkçeye çevrilmiş eserlerinden dolayı Türkiye'nin yabancısı değil.
Filistin meselesinin yine çok gündemde olduğu bir ortamda çözüme dair anlattığı bir anısı, bölgesel ve küresel aktörlerin çözüm adına geliştirdikleri model ve yaklaşımları ironik biçimde deşifre edecek türden. El Fetih'in saygın ideologu olarak Planlama Dairesi'ni yönettiği ve FKÖ nün henüz Beyrut'u terk etmediği günlerde bir Amerikalı parlamenter heyeti Arafat ve FKÖ temsilcileriyle görüşmeye gelir. Maksat temas kurmak ve muhtemel diyalog için zemin oluşturmaktır. Hepsinden önemlisi hareketin liderliğinin kapasitesini tartmak ve yaklaşım tarzları hakkında fikir edinmektir. Gittikçe uzamaya başlayan, "önemli olan konuşabiliyor olmak" şeklinde özetlenebilecek Amerikan tarzı görüşmelerden sıkılan Arafat, heyeti Münir Şefik'e yönlendirir. Aristokrat görünümlü bu direnişçi ile Amerikalı heyet buluştuğunda Münir Şefik kestirmeden şöyle bir giriş yapar: Ben çözüm konusunda İsrail'in yaklaşımını benimsiyorum. İsrail'in çözüm şeklini aynen uygulanmasından yanayım" der. Şaşkınlık içindeki Amerikalı heyete devamla şöyle izah eder: "İsrail bu zamana kadar yapılan hiçbir anlaşmayı ya kabul etmedi yahut uymadı. Ben de tüm anlaşmaların iptal edilmesinden yanayım, kendimizi aldatmanın alemi yok" türünden bir cevap verir. Doğal olarak Amerikalı heyet bu açıklamadan sonra görüşmelere son verip giderler.
'Münir Şefik formülü' bir yönüyle çok keskin ve radikal bir tavı yansıtıyor. Mücadelenin sadece direnişten ibaret olmadığı, diplomasiden medya iletişimine, dünya kamuoyunu harekete geçirecek kanalların açılmasına, akademik çalışmalara uzanan çok yönlü bir mücadele ve hazırlık gerektirdiğini tartışmak yersiz.
Ancak küçük diplomatik jestleri abartarak, İsrail'in başvurduğu çözümsüzlük yöntemi ve zamana yayılmış stratejisini unutan çözüm arayışlarının her zaman için bir hayal kırıklığı olacağını 60 yıllık siyasi tarih yeterince gösterdi. Kaldı ki verili dünya sistemi bu formuyla devam ettiği sürece BM Genel Kurulu'nda alınacak kararların anlamsızlaştıran sonuçlarıyla her gün karşı karşıyayız.
Diplomasiyi anlamlı kılacak en önemli adım siyonist işgalin mahiyetini, amaçlarını ve yöntemlerini göz önüne alarak çok yönlü bir direnişin sürdürülebilir olmasıdır. Filistinlilerin özellikle Oslo sürecinden bu yana uydukları barış anlaşmasının İsrail tarafından nasıl tek yanlı ve sürekli aşağılanarak ihlal edilişi hikayesi bile yeterince açıklayıcı.
Eğer son BM kararı Kudüs'ü unutturacak, mücadeleyi diplomatik vaatlere umut bağlayacak bir sürece kapı açmayacaksa olumlu karşılayabiliriz. Küçük ve sembolik adım olmaktan fazla anlamı olmayan bu karardan bir zafer çıkarmaya kalkmak Filistin'in umutlarını yeni bir düş kırıklığına havale etmek demektir.
YENİ ŞAFAK
YAZIYA YORUM KAT