Filibe'nin camilerinden geriye kalan...
Taha Kılınç, Osmanlı hakimiyetindeki şehirlerde yaşanan kıyımı gözler önüne seren rakamlar aktarıyor.
Taha Kılınç / Yeni Şafak
Aşina Filibe
Güneşin ışıldadığı ama yakmadığı güzel bir sonbahar öğlesinde, Cisr-i Mustafa Paşa’dayız. Bugünkü adıyla Svilengrad. Kapıkule Sınır Kapısı’ndan Bulgaristan’a geçtikten sonra karşımıza çıkan ilk büyük yerleşim yeri burası. Doğruca Meriç kıyısına ilerleyerek, şehre adını veren tarihî Osmanlı köprüsünü adımlamaya başladık.
295 metre uzunluğundaki köprüyü Çoban Mustafa Paşa inşa ettirmiş. Etnik kökeni nedeniyle “Boşnak”, katıldığı seferlerin çokluğu sebebiyle “Gazi” ve Kanûnî Sultan Süleyman’ın kız kardeşi Hanım Sultan’la evliliği sayesinde “Damad” unvanlarıyla da anılan Mustafa Paşa, 1529’daki vefatına kadar, -Mısır beylerbeyliği de dâhil olmak üzere- imparatorluğun dört bir köşesinde vazife yapmış. Köprünün tam ortasındaki kitabede Kanûnî ve Mustafa Paşa’dan bahsedilen satırları okuyup karşıya geçtik. Fotoğraf için güzel bir açı ararken, Meriç kenarında devam eden bir inşaata yaklaşıp müsaade istedik. Ev sahibi “Ben de fotoğrafçıyım, gerçekten en güzel nokta burası” diyerek nehre sıfır bahçesini kullanmamıza izin verdi. “Svilen” kelimesinin Slav dillerinde “ipek” anlamına geldiğini, Svilengrad’ın da “İpek Şehri” demek olduğunu ondan öğrendik.
Bulgaristan’a esas geliş amacımız Filibe’yi görmek olduğundan, Cisr-i Mustafa Paşa’da fazla oyalanmadık. Yol üzerinde öğle namazı için “teşehhüd miktarı” Hasköy’e (Haskovo) uğradıktan sonra, menzilimize devam ettik.
Akşamüzeri, Balkanlardaki en güzel Osmanlı şehirlerinden Filibe’ye ulaştık. Şehrin tarihî kısmında, eski bir konaktan dönme otelimize eşyalarımızı bırakıp hemen gezintiye başladık. Taş döşeli daracık sokaklarıyla, birbirine omuz veren ahşap evleriyle, rengârenk konaklarıyla, surlarıyla ve kapılarıyla, klâsik bir İslâm şehrindeydik.
Kaybolan ve değişen her şeye rağmen…
M.Ö. 342’de Makedon Kralı “Kör” Filip tarafından kurulan ve hâlâ onun adını taşıyan Filibe, 1360’larda Osmanlı hâkimiyeti altına alınıncaya kadar sürekli işgal ve istilalara sahne olmuş. Bir örnek sadedinde, sadece Osmanlı öncesindeki 150 yıl boyunca şehrin tam 11 kez el değiştirdiği biliniyor. Haçlı, Bulgar ve Bizans saldırıları ahaliyi öylesine bezdirmiş ki, Lala Şahin Paşa komutasındaki Osmanlı birlikleri Filibe’yi kuşattığında, halk kolayca teslim olmuş. 1878’e kadar devam edecek olan bu dönemde, Filibe hem sosyal ve ticarî yönden tarihinin en müreffeh zamanlarını yaşamış hem de birbirinden güzel mimarî eserlerle donatılmış. Osmanlı Filibesi’ne yolu düşen bütün seyyahların yorumu aynı: Yemyeşil, huzur dolu ve canlı bir belde…
Vaktiyle Filibe’de 50’den fazla cami, 70 mektep, 11 tekke ve sekiz hamamla birlikte kalabalık bir nüfus varmış. Bugün bu camilerin sadece üçü ayakta. İkisi ibadete açık, biriyse alkollü restoran haline getirilmiş. Akşam namazımızı, Şehid Sultanımız Murad Hüdâvendigâr’ın adını taşıyan “cuma camii”nde kıldık. Filibe’nin tam merkezinde, altındaki şirin pastane ve çay ocağıyla, eski günleri hatırlatan bir mabet burası. Bir safı bulmayan cemaatinin tamamına yakını yabancı turistlerden oluşsa da, içinde hâlâ rükû ve secde ediliyor olması muhteşem. Filibe’nin ibadete açık diğer camisi, Hüdâvendigâr’a 10 dakikalık yürüme mesafesindeki Şehâbeddin İmaret Camii. Yatsı namazımızı da orada eda ettik. Şehâbeddin İmaret’in sırasında, yine Meriç kenarındaki Taşköprü Camii ise, bahsettiğim restoran. Onu dışarıdan izlerken, “Müslüman Filibe”nin tarihine doğru acı bir yolculuk yapmış olduk.
Filibe, tıpkı İstanbul gibi yedi tepe üzerine kurulu: Taksim,
Nöbet, Canbaz, Sahat, Cendem, Bunarcık ve Markovo. “Sahat Tepe”, ismini üzerindeki saat kulesinden alıyor. Bunarcık da, bildiğimiz “Pınarcık”. Bu isimler, günümüzde de aynı şekilde kullanılmaya devam ediyor.
Sokaklarını adımladıktan ve camilerinde secdeye vardıktan sonra, Sahat Tepe’ye tırmanarak şehri farklı açılardan izledik. Gün içinde sıklıkla duyulan çan seslerine, çeşitli yönlere doğru genişleyen çarpık yapılaşmaya ve Osmanlı sonrasındaki “modern” mimarisine rağmen, Filibe’nin buradan görünen manzarasının hâkim unsuru Hüdâvendigâr Camii idi. Kırmızı beyaz kiremit minaresi, kurşunî kubbeleri ve heybetiyle… Etrafındaki binaların onu örtme ve gölgeleme çabalarına direnen azmiyle…
İki günlük hızlı bir seyahatin ardından, Salı gecesi (8 Kasım) yeniden İstanbul’a dönerken, Filibe, kalbimdeki İslâm şehirleri listesinin en üst sıralarına yerleşmişti bile. Saraybosna, Safranbolu ve Bursa’nın kıvamlı bir karışımı; öyle aşina, öyle güzel...
HABERE YORUM KAT