Fidel Castro ve İmajın Soğuk Savaşı
Türkiye’de AB veya ABD’ye rağmen bir karar alınmaması gerektiğini savunanların Castro’ya emperyalizme karşı onurlu mücadele övgüsü yapması “ironik” bile olamayacak denli çarpıcı bir çelişkidir.
Suavi Kemal Yazgıç / STAR Açık Görüş
Fidel Castro öldü. Bir gün bu da olacaktı. Her nefs gibi o da tattı ölümü. 20. yüzyılda koltuğunu ondan fazla koruyan iki kişi vardı: Kraliçe II. Elizabeth ve Tayland kralı. Peki, 27 Kasım 2016’da vasiyeti gereği cesedi yakılan Castro, niçin gündemimizde?
Tam adı Fidel Alejandro Castro Ruz. 1926’da doğdu 2016’da öldü. 90 yıllık bir ömür için kısa bir cümle kurduğumun elbette farkındayım. Hukuk fakültesi mezunu olmaktan ziyade Comandante unvanıyla tanınmayı tercih etti. Bu yüzden de askeri kökenli olmasa da üniformalı bir lider olarak dolaştı on yıllar boyunca.
Peki, Küba niçin gündemimizde? Küba’nın ABD’nin burnunun üzerindeki minicik bir sivilce olması, Castro’yu global bir marka yapmaya yetti. Dünya’nın öbür ucuna demokrasi ihraç eden ABD’nin, Küba’da kuşaklar boyu süren başarısızlığı ise şüphe uyandırabilecek kadar dikkat çekici doğrusu. 1961’de hüsranla sonuçlanan Domuzlar Körfezi Çıkartması ve kimi rivayetlere göre 600’ü geçen suikast teşebbüsü birer fiyasko oldu. ABD, Castro’yu içtiği puro kadar bile zehirleyemedi. Gezegenin bilmem kaç ülkesinde anlatması ciltlerce sürecek sayısız “trajik” başarıya imza atan ABD’nin kanlı karnesinde Küba bir baş ağrısı olarak kaldı. Kaç ABD başkanı köşesine çekildi Castro döneminde. Ancak Castro’nun dünyası da Küba’dan ibaret kalmadı. Mesela 1975’te “Emperyalist zincirin en zayıf halkaları” olarak tanımladığı Afrika ülkelerine Kübalı askerler göndermeye başladı ve bu sayı 40 bini geçti. 1989’da devrim hareketinin başından beri Castro ile aynı saflarda yer alan ve Afrika’da görev yapan General Arnaldo Ochoa’yı vatana ihanet suçundan kurşuna dizdirmesi ise Castro denince akla gelmeyen bir not şeklinde tarihin bir parçası oldu.
Turizm geldi, ağrı zail oldu
Küba, daha Castro hayattayken ABD için bir baş ağrısı olmaktan çıkmıştı. Sonuçta Soğuk Savaş’ın sıcak dengelerinden güç alan Castro, savaşın taraflarından biri geri adım atınca adayı bir turizm beldesine çevirmek zorunda kaldı. Zamanında SSCB’nin nükleer silahlarına ev sahipliği yapan Küba, bugün turistler için zamanda yolculuk yapabildikleri bir dekor ülkeye dönüşmüş durumda. En lüks fotoğraf makineleri en “turistik” kareyi yakalayarak, bir zamanlar oryantalist ressamların doğu resimleri yaparken yakaladıkları fiyakaya teknolojik araçlarla ulaşıyor. Kolonyal dönem mimari çizgilerini taşıyan binaların arasında 1950’lerin ABD’sinde üretilen otomobillerin cirit attığı Havana sokakları, dolar ekonomisine doğru koşar adım ilerliyor bugün. Aralık 2014’te ABD’nin Küba’ya ambargosunu kaldırmasını görünmez bir Berlin Duvarı’nın yıkılması olarak tanımlayabiliriz. Bu görünmez duvarın amaç itibariyle olmasa da sonuçlarıyla adadaki mevcut rejimi de tahkim ettiğini göz ardı etmeyelim. Kübalı mültecilerin Miami’deki başkenti “Küçük Havana” ile Küba’nın başkenti Havana birleşince Fidel Castro’nun başarısını ve başarısızlığını daha net bir şekilde görebileceğiz.
Sonradan komünist
Batista başa geçtiğinde iki yıldır avukatlık yapan Castro, milliyetçi-ahlakçı Ortodoks Parti’den milletvekili adayı bile olmuştu. Fidel Castro, Batista’yı devirdiği 1959’dan 1961’e dek ısrarla “komünist” olmadığını vurguladı. Küba Sosyalist Halk Partisi de (PSP), başlangıçta Castro’yu desteklemiyordu. Ancak Castro’nun gerçekleştirdiği “toprak reformu” onu ABD nezdinde şeytanlaştırdı. (1 milyona yakın Kübalıyı mülteci durumuna getiren toprak reformu, Küba sınırları içinde güya 1903’ten beri ABD’ye kiralık olan Guantanamo’nun durumunu etkilemedi. Nasıl ABD’nin sözü Castro’ya geçmediyse Castro’nun sözü de Guantanamo’ya geçmedi) ABD, Küba’nın en büyük ihraç ürünü olan şeker kamışına ambargo uygulayınca geriye tek müşteri SSCB kaldı. Castro, “rejimi korumak” için yakın süper tehdide karşı kendisine destek olan uzak süper gücün ideolojisinin desteğinden medet umdu. Böylece de “Bizim düşüncemizde Komünizm ya da Marksizm yok. Siyasi felsefemiz, temsilci demokrasi ve iyi planlanmış bir ekonomi içinde sosyal adalet.” diyen Castro az zamanda Marksist-Leninist oldu. Castro için “var kalmak”, ayakta kalmaktan bile önemliydi. Televizyonda canlı yayınlanan konuşmasının ardından kürsüden inerken düştü Castro. Sol dizi kırılmış, sağ kolu çatlamıştı. Buna rağmen güçlü ve kararlı bir ses tonuyla “Bileğimi kırmış olabilirim ama hâlâ tek parçayım” dedi.
Casto’dan geriye belagatli cümleler, etkileyici aforizmalar kaldı. Marqeuz, onun için “Helak olacak kadar konuşur” demiştir hatta. Konuşmaları, röportajları hep dikkat çekti Castro’nun. BM’de 4 saat 29 dakika süren rekor bir konuşma yaptı mesela. Kruşçev’in Küba’dan nükleer silahları çekmesi üzerine SSCB ile arasına mesafe koyan Castro, sonra arayı düzeltmek için en yakın yoldaşlarından Che Guevara’yı gözden çıkardı. “Var kalmak” kavgası yine öne çıkmıştı çünkü. Che, devrimci kariyerini Bolivya’da kurşuna dizilerek sonlandırınca da Castro onu kendi rejimini tahkim eden bir ikona dönüştürerek sonuna kadar kullanmayı ihmal etmedi. “Var kalmak” bunu gerektirirdi elbette. Kelimenin her anlamıyla tek adamdı Castro. Ona muhalif sesler ancak Miami’deki “Küçük Havana” adlı semt kadar Küba’ya yaklaşabiliyordu. Rahatsızlanan Castro, koltuğunu kendisinden beş yaş küçük kardeşine devretti. Ne diyelim? Yarım asrı geçen bir “devrim”, eğitimde pek de başarılı olmamıştı besbelli… Bu yüzden de Castro o misyon yüklü koltuğunu ancak kardeşine emanet edebildi.
Asıl övgü maziye
Sartre’la, Marquez’le, Muhammed Ali’yle, Malcolm X ile dost oldu Castro. Şık fotoğraflar bıraktı geride. ABD’nin kendisine karşı koz olarak kullandığı sayısı milyonu bulan Kübalı mültecilere karşı bu kareler birer imaj tazeleme vesilesi oldu. Castro olarak doğmasaydı Marquez olarak doğmayı tercih edeceğini açıklamak gibi enteresan iltifatlar yapan liderin ülkesinden Marquez çapında bir yazarın yetişmemiş olması ise hep bir talihsizlik olarak kaldı.
Fidel Castro, Türkiye’de bir ütopyanın ete kemiğe bürünmüş hali gibi algılandı pek çok çevre tarafından. “Tek adam” figürü bulamadığı için kendilerini ebediyen “yetim” addeden kimi çevreler için teselli kaynağı oldu Castro. Bir kutu ilaçla bir kutu mermi arasında tercihte bulunurken tereddütsüz mermiyi seçen Che Guevara’nın çantasına 2002’ye dek dünya dillerine tercüme edilmeyen Nutuk’u yerleştirenler, Castro’nun 1990’larda Türkiye ziyareti esnasında söylediği politik iltifatlardan ekstra anlamlar çıkardılar ve ütopyalarını bununla tahkim ettiler. Üstelik bu iltifatları “başka” kelimelerle okursak “iltifat” olmaktan da çıkıyordu. “Ben kendi ülkemde hayatta harf inkılabı yapamam” diyen bir liderin niçin mültefit kabul edildiğini hâlâ anlayabilmiş değilim kendi hesabıma. Mesela SSCB ile onca yoldaşlık yapmış Küba, Kiril alfabesine geçmek gibi devrimci bir harekete niye bigâne kaldı ki?
Kimileri de bir zamanlar “Kahrolsun Amerika” diye slogan atmasının nostaljisini yapmak amacıyla övgüler sıraladı Castro’ya. Ancak onların da asıl övgüsü Küba’ya veya Castro’ya değil bir daha geri gelmeyeceklerini bildikleri mazilerineydi. Türkiye’de AB veya ABD’ye rağmen bir karar alınmaması gerektiğini savunanların Castro’ya emperyalizme karşı onurlu mücadele övgüsü yapması “ironik” bile olamayacak denli çarpıcı bir çelişkidir. Castro’yu “efsaneleştirenlerin” kendi değerlerini hor görmesi kötü bir şakadan ibaret değildir maalesef. Bu yüzden Castro hakkında kalem oynatanların bir de Türkiye’nin bugünü hakkında kurduğu cümleleri okumakta fayda var. Gayri Safi Çelişki Rekoltesi’nin niçin bu kadar yüksek olduğunu bu iki konu üzerinden okumak mümkün.
Söz tarihin
Fidel Castro, 16 Ekim 1953’te Santiago’daki Küba Yüksek Mahkemesi’nde yapılan yargılamada yaptığı savunmasını “Sayın Yargıç siz beni mahkûm edin! Tarih beni haklı çıkaracaktır!” cümlesiyle noktalamıştı. Aynı Castro, 1959’da “Sakalımı kesmiyorum çünkü ona alışkınım ve benim sakalımın ülkem için bir anlamı var. İyi bir yönetim sözümüzü tam anlamıyla yerine getirdiğimiz zaman keseceğim!” de demişti. Castro’nun başarısı ve başarısızlığı daha uzun bir süre tartışılacak.
Kesin olan bir şey varsa o da şu: Söz asıl şimdi tarihe geçti.
HABERE YORUM KAT