1. HABERLER

  2. İSLAM DÜŞÜNCESİ

  3. Felsefenin İslam Düşüncesine İntikali
Felsefenin İslam Düşüncesine İntikali

Felsefenin İslam Düşüncesine İntikali

Kavramların denk düştükleri anlam dünyaları birçok tarihî ve siyasi olayı da içerisine alarak Müslüman zihin dünyasının bir fotoğrafını veriyor.Üzücü olan ise o fotoğrafın bugün için hali pürmelal olduğu gerçeğidir

15 Ocak 2020 Çarşamba 00:54A+A-

Erkam Kuşçu / Haksöz Dergisi Sayı: 330/331 - Eylül/Ekim 2018

Düşüncenin tarihi içerisinde bugün anlaşıldığı şekliyle rasyonel akıl yürütme faaliyeti olarak felsefenin kapladığı yer çok da fazla değildir. Genellikle Descartes ile başlatılır ve ilerleyen süreçte farklı veçhelere bürünerek etkisini hissettirmeye devam etmektedir. Aslında mesele biraz kavramlara yüklediğimiz anlamlar ile ilgili. Felsefe denildiğinde çok farklı birtakım tanımlar ve kullanımlarla karşılaşıyoruz. En iyisi daha en başından tarih ve düşüncenin iç içe geçmiş hikâyesini incelemekle işe başlamak olacaktır. Ancak bu yazı daha ziyade İslam düşünce tarihini merkeze alan bir okuma gerçekleştirdiği için kapsam biraz dar tutulacaktır.

Kelam İlmi ve İlk Tartışmalar

Müslümanlar, Hz. Peygamber’in (s) vefatı sonrası ortaya çıkan problemlere çözüm yolları aramak için çeşitli aklî ve naklî ilimlerden faydalanmaya başladılar. Burada temel kalkış noktası her zaman ana kaynak niteliğinde Kur’an’ın ve Peygamber’in sözlerinin derlenmesinden oluşan ve Müslümanlara özgü bir ilim olan hadis olmuştur. Bu bağlam içerisinde tefsir, fıkıh, siyer dâhil edilebilirken meselemizle ilişkisi bakımından kelam ilmini biraz daha yakından inceleyebiliriz. En başta Hıristiyan ve Yahudiler olmak üzere yabancılarla girişilen siyasi ve askerî mücadelelerin sonucunda genişleyen İslam toprakları birçok farklı topluluğun, kültürün ve dilin Müslümanların yaşadığı bölgelere intikalini sağlamıştır. Buradan tarihin en büyük sosyal ve düşünsel hareketliliklerinden birisi doğmuş ve bu zenginlik farklı şekillerde ortaya büyük bir ilmî ve irfani birikimin çıkmasını sağlamıştır. Yahudi ve Hıristiyan din adamları ve düşünürleri ile karşı karşıya kalan Müslümanlar kendi kaynaklarından aldıkları ilhamla cevap üretmeye ve sorular sormaya başlamışlardır.

Tabi ki bunun sadece yabancılarla olan ilişkiler açısından değil Müslümanların kendi iç düşünsel faaliyetleri açısından da bir etkisi olması kaçınılmazdır. Kelam ilminin bu ikinci özelliği ilk olarak kendisini; irade ve kader meselesinde yaşanan tartışmalarda göstermiştir.1 Emevi hanedanı zamanında yaşanan siyasi olaylarda da yakın ilişkili olan irade ve kader meselesinde Cebriyye ve Kaderiyye olarak ikiye ayrılan iki temel düşünsel akım oluştu. Burada çok keskin bir ayrımdan ziyade temel bir ayrım olduğunu vurgulamak isteriz. Cebriyyeya da diğer adıyla Cehmiyye daha determinist ve kaderci bir noktadan meseleyi ele alırken Kaderiyye ise insanın iradesine vurgu yaptı. Mürcie ise üçüncü bir akım olarak zikredilebilir ancak diğer ikisi kadar etkili olduğu söylenemez. Temel olarak bu ikisine karşı tarafsız kalmayı ve her şeyi yaratıcıya havale etmeyi tercih edenlerden oluşuyordu.

Burada belirtilmesi gereken önemli nokta Müslümanların o dönem meseleyi tartışmayı gerekli görmelerinde ve tartışmanın başlatıcısı kim olursa olsun herkesin temel kaynaklara yani Kur’an ve hadise dönük yaptığı vurgularda gizlidir. Bu bağlamda siyasi ve sosyal birçok olayın başlatıcısı olan irade ve kader meselesinin tamamen yabancı tesire dayalı olarak ortaya çıktığına dönük tezleri gerçekçilikten uzak bulduğumuzu belirtmek isteriz. Müslümanlar aklî çabaları ile siyasi ve haliyle sosyal olaylarında etkisinde gelişen yeni düşünsel bir bağlam üzerinden yaptıkları tartışmalarla bir birikim inşa etmişlerdir. Bu noktada Mehmet Bayrakdar’ın İslam Felsefesine Giriş isimli eserinde kader meselesi hakkında yaşanan büyük tartışmalardan önce Ubeydeb. Cerrah veikinci halife Hz. Ömer arasında yaşanan tartışmayı örnek olarak göstermesi meselenin kökeninin anlaşılması açısından izah edicidir. Bilindiği üzere Şam seferine çıkan Hz. Ömer, güzergâh üzerinde veba salgını olduğu haberini alınca derhal kendisi ile birlikte askerlerinin geri çekilmesini emreder. Bunun üzerine Ubeyde b. Cerrah kendisine “Allah’ın kaderinden mi firar ediyorsun?” dediği zaman ona şöyle cevap vermiştir: “Evet, Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyorum.” Kader meselesi hakkında farklı yaklaşım tarzlarının zaten mevcut olduğu gerçeği bu meselden de çıkartılabilir.2

Vasıl b. Ata önderliğinde Mutezile’nin ortaya çıkışı ise aslında bir başka dönüm noktasına işaret etmektedir. Bu nokta felsefi düşünce ve yaklaşım tarzı açısından da gayet önemlidir. Bu bağlamda kelam ilmi açısından yukarıda zikredilen kader ve irade meselesinin dışında ikinci olarak en çok öne çıkan ve çok acı olaylar yaşanmasına sebep olan "Halk'ul Kur’an" yani Kur’an’ın yaratılmış mı yoksa yaratılmamış mı olduğu yönündeki tartışmalardır.

Bir düşünce akımı olarak Mutezile, ilk dönemlerinde iki kavramı ön plana çıkartarak kendisini diğerlerinden ayırmaya çalıştı. Bu kavramlar;tevhid ve adalettir. Zaten kendilerini adalet ve tevhid ehli olarak anmaktadırlar. Bu kavramı sahiplenmelerinin arka planında dönemin şartları ile bağlantılı olarak; Maniheist, Antromorfist (Mücessime) ve Sıfatiyye gibi etkin akımlara karşı Allah’ın kayıtsız şartsız birliğine (tevhid) yönelik vurgu ihtiyacının yattığı söylenebilir.3 Kur’an’ın mahlûk olup olmadığı tartışması Mutezile’nin devlet içerisinde güçlenmesi, kendisine takipçiler bulması ve en sonunda Halife Memun’un da Kur’an’ın yaratılmış olduğu tezini savunması ile bu görüşün karşıtları için tam bir imtihan vesilesine dönüştürüldü. Siyasal ve düşünsel anlamda çok hareketli geçen bu dönemde devlet eliyle oluşturulan baskının neticesinde İslam tarihine Mihne olarak geçecek olan büyük bir kırılma yaşandı. Başta Ahmed b. Hanbel olmak üzere birçok âlim çeşitli baskılara hatta işkencelere maruz kaldılar. Macit Fahri, bu süreçte Ahmed b. Hanbel’in gösterdiği duruşun sürecin tamamen tersi istikamete dönmesinde çok etkili olduğunu vurguluyor. Mutezile’nin tezleri devletin resmî mezhebi olarak Mütevekkil dönemine kadar devam etti. Ancak bu dönemden sonra (847) devlet Mutezile’nin akıbetini olumsuz etkileyecek bir eğilimi tercih etti. Tabi ki bunun Mutezile ve devamcılarını tamamen ortadan kaldırdığını söylemek hata olacaktır.

Felsefe ve İslam Hikmeti

Antik Yunan’da gelişen düşünce tarzının Müslüman dünyaya intikalinden önce yukarıda verilen gelişmelere değinilmemesi eksik birtakım okumalara sebep olabilmektedir. Öncelikle yukarıda zikredilen iki hadise buzdağının sadece görünen kısmıdır. Fikrî hareketlilik bunun çok daha ötesinde canlıdır. Bu tarz bir yaklaşımdan yoksun olarak düşünceyi İslam dünyasında felsefi hareketlilik ile başlatmak çok büyük bir birikimi görmezlikten gelmek ve Müslüman dünyanın ortaya koyduğu perspektifin yoksunlaştırılmasına sebep olacaktır. Bu şekilde felsefe temelli okuma biçimi aynı zamanda düşüncenin de Batı’da başladığı ön kabulünden hareketle Batı merkezli bir okuma biçimini de içermektedir ki basiret sahibi her Müslüman bunu reddedecektir.4

Neyin nerden başlatılacağına karar vermek için aslında ilk önce tanımlar üzerine düşünmek gerekmektedir. Meselemizle alakası bakımından ‘İslam felsefesi’ tanımını ele almamız elzem gözükmektedir. 9. YY. ile 12. YY. arasındaki düşünce faaliyetini isimlendirmek için kullanılan kavramsallaştırma tartışmalı olmaya devam etmektedir. Felsefe kavramı birçokları açısından ilk defa Pisagor tarafından kullanılmıştır. Felsefe Yunanca kökenli philia ve sophia kelimelerinin birleşmesi ile oluşmuştur. Türkçede bilgi sevgisi şeklinde yapılan çevirinin yetersizliğini bir yana bırakırsak Pisagor ve onun düşünce faaliyeti etrafında iyice düşündüğümüzde hikmet sevgisi şeklindeki kullanım daha doğru gözükmektedir.

Felsefenin Pisagor ile başlatılması daha tanımdan başlayarak çeşitli konularda belirli bir perspektifin kabullenilmesini de sağlıyor. İlk dönem İslam kaynakları Pisagor’a dinî birtakım özellikler atfetmişlerdir. Pisagor’un zaten bir tarikatın kurucusu olduğu ve Güney İtalya’da bu tarikat ile beraber örgütlendiği Batılı tarihçiler tarafından da kabul görmektedir. Ancak burada Pisagor’un Doğu hikmetine aşina olmak için bir geziye çıktığı ve Mısır’da önemli bilginlerden dersler aldığı yönündeki vurgular ilk dönemler adına felsefe ile kurulmak istenilen bağı anlamak için önemli veriler sunmaktadır.5

Felsefeyi insanın tefekkür eyleminin başı olarak ele almak, felsefe tanımının yukarıda zikredilen anlamından soyutlanması ile başka bir mecraya savrulmuştur. Hikmet sevgisi olarak felsefe ile ilahi (dinî) bağlamından soyutlanarak insanın salt kendi aklî çabası olarak felsefenin temelden yaşadıkları çatışma üzerinde düşünmek gerekmektedir. Bu çatışma bir anlamda modern düşüncenin yıkıcı profan tesiri ile irtibatlıyken bir anlamda da kökenleri Antik Yunan’a kadar gitmektedir.6

Felsefenin tanımı üzerine yaşanan bu tartışmalı durum tabi ki ‘İslam felsefesi’ kullanımını da etkilemektedir. Hikmetten bağımsız anlamıyla felsefenin İslam felsefesi olarak nitelenmesi mümkün gözükmezken bu bağlam içerisine alındığında ise o zaten felsefe değil hikmet olmaktadır. Hikmet, Kur’an-ı Kerim’de bahsedildiği şekliyle kitap ile beraber anılarak Hz. Peygamber (s) üzerinden önemi vurgulanan bir kavramdır.7 Hikmeti, hem aklî hem kalbî tefekkür eylemi olarak düşünebiliriz. Bu bağlamda hikmet, akleden kalbe denk düşer. Felsefe içerisinde bu türden bir düşünme şeklinin nereye konulacağı ise tartışmalı bir husus gibi gözükmektedir. Hikmeti az evvelki anlamı üzerinden her peygamber ile yenilenen bir tefekkür biçimi olarak ele alabilirken felsefeyi ise çok daha geç bir dönemde ortaya çıkmış ve ne yazık ki sonradan önemini kaybetmeye başlamış bir düşünme tarzı olarak değerlendirebiliriz.

İslam felsefesi kullanımı aslına bakılırsa Batılı ve Müslüman birçok yazar ve düşünür tarafından da eleştirilen bir kavramdır.8 Batılı birçok oryantalist biraz üstenci bir bakışla İslam kültürel atmosferinin felsefe üretemeyeceği önyargısı ile kavramı reddederken Müslüman düşünürlerden bazıları ise ikisinin farklı anlam dünyalarının eseri olduğunu düşündükleri için İslam felsefesi kullanımına karşı çıkmaktadır.9 Bu bağlamda Batı’da Arap felsefesi veyahut Arapça felsefe gibi kullanımlara da rastlanılmaktadır. Muhaliflerine karşı destekçileri10 de olan bu kullanım şekli çağrıştırdığı şey itibariyle artık biraz tartışmanın ötesinde durmaktadır.

İslam felsefesi tanımı yukarıda zikredilen bağlamından kopartılarak düşünülemeyecek bir kavramlaştırma olduğu için teyakkuz ile yaklaşılması elzem gözükmektedir. Ancak bugün için meramı anlatmak açısından kavramın kullanışlı olduğu da bir gerçektir. Belki de hikmet kavramını ön plana çıkartarak aşılabilecek bu durum tabi ki şu anki şartlarda bizim açımızdan pek mümkün gözükmüyor. Kavramların denk düştükleri anlam dünyaları birçok tarihî ve siyasi olayı da içerisine alarak Müslüman zihin dünyasının bir fotoğrafını veriyor.Üzücü olan ise o fotoğrafın bugün için hali pürmelal olduğu gerçeğidir. En temelde felsefenin İslam düşüncesine intikali ile başlayan süreç müthiş bir birikim ve tecrübe sağlamıştır. Bu mesele üzerine düşünmek günümüzde dahi devam eden tartışmaların kökenlerini anlamak ve Batılı modern meydan okuma karşısında çözüm üretmeye çalıştığımız problemlerin aşılmasına katkı sağlayacaktır.

 

Dipnotlar:

1- Macit Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, , Sf. 68, Çeviri: Kasım Turhan, Şa-to Yayınları

2- Mehmet Bayrakdar, İslam Felsefesine Giriş, Sf. 104-105, T.D.V. Yayınları

3- Macit Fahri, A.g.e.,Sf.81

4- Düşüncenin Batı merkezli geliştiği yönündeki tez bugün artık epeyce tartışılır hale gelmiştir. Antik Yunan’da dahi ciddi bir Doğu etkisinden söz ediliyorken Batı’dan neşet eden düşünme tarzının etkin olabilmesi sömürgeleştirme faaliyetleri ile izah edilebilir. Peter Adamson ve Richard C. Taylor’a ait olan İslam Felsefesine Giriş isimli çalışma bu bakış açısının tersine birçok veri sunmaktadır. Aynı şekilde Henry Corbin ve Roger Garaudy’nin çalışmaları da incelenebilir.

5- Benzeri irtibatlar Zeus ve Empedocles için de kurulmaktadır. Zeus’un peygamberlerden dersler aldığı ancak daha sonra Yunanlar tarafından tanrılaştırıldığı şeklinde iddialar vardır. Empedocles’in ise Şam’da bir bilgin tarafından eğitildiği ve bu kişinin Lokman Hekim olduğu söylenmektedir. Pisagor’un Mısır’da dersler aldığı bilginin ise Hz. Süleyman’ın takipçisi olan bir zat olduğu aktarılmaktadır. Sicistani’nin Sıvanu’l Hikme isimli eserinde bu tür bağlantılar kurulduğundan bahsedilmektedir. Birçok araştırmacı bu kaynaktan alıntı yapmaktadır.

6- “Yunan düşünce hayatı ile Yunan dinî hayatı arasında var olan çatışma potansiyelinden gelir. Bu çatışma aktif hale gelip zihni hayat üzerinde etkili oldukça -ki elbette bu çatışmanın toplumsal ve politik tezahürleri ve sonuçları vardır- duruma ve yerine göre hikmet din’den, felsefe hikmet’ten uzaklaşmış; böylelikle kendi köklerinden koparılan varlık algıları ve tasavvurları salt akli veya insani bir çerçeveye oturtulmuştur.” Ali Bulaç, İslam Düşüncesinde Din-Felsefe Vahiy-Akıl İlişkisi, Çıra Yayıncılık, Sf.34 (Aynı eserde Rene Guenon’dan mesele ile alakalı yapılan alıntı için bkz:Sf.39)

7- “… Allah sana Kitab’ı ve hikmeti indirdi ve daha önce bilmediklerini öğretti. Şüphesiz Allah’ın senin üzerindeki ihsanı pek büyüktür.” (Nisa, 4/113)

8- Mehmet Bayrakdar, A.g.e, Sf.19 (Mesele burada teferruatıyla aktarılmaktadır.)

9- Bu kullanım şekli ile alakalı rahmetli Seyyid Kutub’un çok sert tenkitleri için İslam Düşüncesi isimli eserinde ilgili kısımlara bakılabilir.

10- Seyyid Hüseyin Nasr’ın İslam Felsefesi Tarihi kitabına yazdığı önsöze bakılabilir.

HABERE YORUM KAT