1. YAZARLAR

  2. RECEP ARDOĞAN

  3. Faşizm ve Emperyalizmin Batı’sı
RECEP ARDOĞAN

RECEP ARDOĞAN

Yazarın Tüm Yazıları >

Faşizm ve Emperyalizmin Batı’sı

17 Ağustos 2016 Çarşamba 16:33A+A-

Bugün, insan hakları ve demokrasi konusunda, kendini Türkiye’ye not verme, Türkiye hakkında raporlar hazırlama konumunda gören Batı’nın insan hakları ve demokrasi algısını iyi analiz etmek gerekiyor.

Batılı siyasetçiler ve çoğu ilim adamları, insan haklarının çağdaş ve Batılı bir kavram olduğunu vurgular. Öyle ki nelerin insan hakları olduğu, hangi inanç ve zihniyetin insan hakları ile uyumlu olduğuna onlar karar verir. Peki, işin aslı, hakikati öyle midir?

“İnsan hakları” kavram olarak Batı’dan gelmiştir. Batı dillerindeki bir terkibin Türkçe tercümesidir. Bu terkip, “insan (human)” ve “hak (right)” kavramlarından oluşuştur. İnsan hakları terkibindeki human kavramı hümanizm ile de ilişkilendirilir. Buna göre, insan haklarının tesisi, Batı hümanizminin de bir felsefe olarak yerleşmesini gerektirir.

Oysa ki, Batılı insan, tarih boyunca insan hakları kavramını bile faşist bir anlayışla yorumlaşmıştır. Bunun çarpıcı örneklerinden biri, 1792 tarihli Fransa Anayasası’dır. Bu anayasa, 1789 tarihli “Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Evrensel Beyannamesi” ilan edildikten 2 yıl sora hazırlanmıştır. Baş tarafına “evrensel” olduğu vurgulanan “İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi” konulmuştur. Ama bir madde ilave edilerek… Bu maddeye göre, beyannamedeki haklar, Fransa sömürgelerindeki halkları kapsamayacaktı. Yani insan hakları, Fransızlar için, vergi ödeyecek derecede zenginliğe sahip vatandaşlar vardı. Fransa’nın sömürgelerindeki insanların ise böyle hakları yoktu.

Oysaki “insan hakları”, bireylerin salt bir insan olması nedeniyle sahip olduğu haklar olarak tanımlanır. Yani, bir kimse, hiçbir şeyi olmasa, salt insan olması hasebiyle bu haklara doğuştan sahiptir ve devlet bunları tanımak, hatta güvence altına almak zorundadır.

Batılı insan, “insan hakları”nı böyle tanımladı. Ama, Fransız, İngiliz, İtalyan vb. olmadığında, bireyin hiçbir hakkını tanımamıştır. Hâlâ da faşist bir yaklaşımla, batılı olmayan insanların, insan haklarını tanımaz. Burada, Müslümanların bilincinde olması gereken bir hakikatin altını çizmek gerekir.

İnsan hakları, her şeyden önce bütün siyasî yönetimlerden bağımsız olduğu varsayıldığı için ‘devredilemez’ olarak tanımlanmıştı.. Oysaki realitede, insanlar, siyasî yönetimlerinden yoksun kaldıklarında ve asgari haklarına geri çekilmeleri gerektiğinde, onları koruyacak hiçbir otoritenin ve onları garanti altına alacak hiçbir kurumun kalmadığı görüldü.1 İnsan olmaktan başka bir şey olmayan biri, tam da öteki insanların kendisine bir hemcinsleri gibi davranmalarını mümkün kılan niteliklerini yitirmektedir.2 Artık hiçbir hükümran devletin yurttaşı olmayan insanlar ortaya çıktığında, devredilemez olduğu varsayılan insan haklarının –anayasaları İnsan Hakları’na dayanan ülkelerde bile- uygulanabilir olmadığı görüldü. Önce yurtlarını sonra da siyasî bir yönetimin korumasını yitiren hak-sızlar, bütün ülkelerde yasal konumlarını yitirmiş olmaktadır.3 Onlar, medeniyetin dışına sürülmekte ve yaşamları, hakk’ın güvencesine değil, ‘uygar’ ulusların merhametine(?) kalmaktadır.4

Liberal ideoloji perspektifinden de insan hakları kavramı, açıkça, dolaşım hakkını içerir. Herkesin her yerde çalışması ve yerleşmesi mümkün olmalıdır. Ancak mülteciler ve yurtsuzlar açısından realite, hak’sızlıktır.5 Bunun en belirgin örneği, Suriyeli mültecilerdir. Mültecilerden az bir grubun çeşitli Batılı ülkelere gitmesi, bu ülkeler tarafından en başta gelen sorunlardan birine dönüştürülmüştür. Mülteciler söz konu olduğunda, bir insanın salt insan olduğu için sahip olduğu haklar unutulmuştur. Mültecilere faşist bakış açısı, iki soru üzerine odaklanmıştır:

- Mültecileri nasıl sömürebiliriz?

- Sömüremezsek bunlardan nasıl kurtulabiliriz?

Sömürgeciler genellikle sömürgeleri altındaki toprakların kaynaklarına, iş gücüne, pazarlarına el koyar ve oradaki halkın sosyo-kültürel ve dinî değerlerinin yerine kendi inanç ve ideolojilerini ikame etmeye çalışırlar. Bunu yaparken, sömürgeleri altındaki toplumların gelişmelerini ve aydınlanmalarını sağlamayı amaçladıkları izlenimini vermeye çalışırlar.

Aslında, Batı’nın, daima kendi öz kavramı olarak gördüğü, ancak Batılı insanın seküler ve liberal düzeninde gerçek uygulamasını bulabileceğini ileri sürdüğü “insan hakları” kavramı, iflas etmiştir. Batı ise teoriyi de retoriği de sömürmektedir.

Realitede, tarihte hiç olmadığı kadar bugün, insanlık yurttaşlığa bağlıdır. Yurttaşlık  da çoğu kez milliyete bağlıdır. Hannah Arendt’in, Emperyalist düzenin bakış açısını ortaya koyan “yurtsuz insan, insan değildir”...6 ifadesi, teoriyle hiç de uyuşmayan gerçekliğe dikkat çekmektedir. İHEB (6.md.)’de bir hak olarak yer alan ‘her nerede olursa olsun hukuk kişiliğinin tanınması’, pratikte ancak uyrukluğa bağlıdır. Burada anlaşılabilir bir durum vardır. Hakların güvence altına alınması siyasi toplumun varlığını gerektirir. Düzeni sağlayan, hukuku uygulayan, insanların karşılıklı olarak birbirinin haklarına riayet etmelerini temin eden bir devletin olmalı ki, ihlal durumunda birey hak talebinde bulunabilsin. Ancak Batı humanizması, yalnızca Batılı insanı ve kendi sosyal tabakasından olana insanca muameleyi öngörür.

Yahudi-Hristiyan Batı’ya göre, Doğulu ve Afrikalı halklar, doğuştan gelen haklara sahip değildir; onlar fazla doğumun suçlusudur. Yerküredeki nüfuz fazlalığı, Doğu’da ve Afrika’dadır.

Batı ülkeleri, asla Müslümanların, özellikle Ortadoğu ve Afrika ülkelerinin self determinasyon (kendi geleceğini kendisi belirleme) hakkını kabul etmezler. Onlar, kendi kontrollerinde bir demokrasi isterler. İstedikleri zaman müdahale edebilecekleri bir demokrasi… Çünkü, Doğulu toplumlar, demokrasiyle kendi geleceğini kendisi tayin edebilecek insanlar değildir; onlar ancak Batı’nın sömüreceği nesnelerdir. Batı’nın darbe seviciliği, işte bundandır. Onlar, Müslümanların, Ortadoğulu ve Afrikalı halkaların, kendileri kadar insan olduğunu, kendi geleceğini belirleyecek kadar insan aklı ve onuruna sahip bulunduğunu kabul etmezler. Darbe-sevicilik, faşizmden kaynaklanmaktadır.

Geçmişte başka kıtalara demokrasi, bireysel özgürlük ve insan hakları ihraç etmeye çalışan Batı, darbecileri ve isyancıları desteklemeyi alışkanlık hâline getirmiştir. Onun ayırt edici özelliği, faşizmden beslenen bu çelişkileridir.

Batı, ihraç etmeye çalıştığı demokrasinin yerlileşmesinden ve yerleşmesinden rahatsızlık duyuyor. Ürettiği her kavramı, sarıldığı her değeri sürekli sömürüyor. Bu, yeni bir şey de değil… Afrika’ya giden misyonerlerin, aynı zamanda sömürgecilik için çalıştıkları, insanları hristiyanlaştırmaya çalışırken onların tüm varlıklarını, yerüstü ve yeraltı kaynaklarını da ele geçirmeye çalıştıkları, insan avcılığı ve köle ticaretine zemin hazırladıkları, bir tarihi hakikat. Dinini bile sömürgecilik için araçsallaştıran Batılı, ürettiği her kavramı, dile getirdiği her değeri, başka toplumlara aşılamaya çalıştığı her ilkeyi bir truva atı olarak kullanıyor. Dinler tarihi, antropoloji, sosyoloji, psikoloji, iletişim bilimleri, sömürgeciliğe lojistik destek olmak üzere üretmiştir.7 İletişim bilimlerini,  sinema ve medyayı, algı operasyonları kullanmaktadır.

Düşünce özgürlüğü (ifade özgürlüğü), temel bir haktır. Ancak Batı, bunu temel bir hak olduğu için değil, İslam ülkelerinde kendisine gönüllü veya paralı sözcülük yapanları korumak için savunur. Ama İslam ümmetinin düşüncelerini dile getiren ilim adamları ve düşünürler, salt düşünce ve ifadelerinden dolayı hapse atılırken, idam edilirken Batı, hep sessiz kalır.

Hukuk devleti, hukukun üstünlüğü, siyaset biliminin ortaya koyduğu temel değerlerdendir. Ama Batı, İslam dünyasına yönelik terör tehditleri karşısında asla adil değildir. Hak ve hukuk tanımayan teröristleri, Batı, “özgürlük” adına himaye etmektedir. Asayişi korumakla görevli polislere tonlarca patlayıcı ile saldıran teröristlere karşı devletin, “orantısız güç kullanmaması” gerektiğini söylemektedir. Masum halkın hak ve özgürlüklerini ise hiç itibara almamaktadır. Batı, hukuk kavramını, Türkiye’yi terörle mücadelede, cendere altına almak için sömürmektedir. Bugün için hükümetin, FETÖ’ye karşı kararlı mücadelesini, PKK, PYD ve onlara destek olanlar için de göstermesi gerekir. FETÖ ile iltisakı olanlara karşı sergilediği mukavemetin daha fazlasını, PKK ile organik bağı olanlara, onların sözcülüğünü yapanlara, onlara yardım ve yataklık edenlere karşı da ortaya koymalıdır.

İngiltere, ABD ve diğerleri, FETÖ’ye destek verirken, aslında sömürgeciliğini devam ettirmek istemektedir. Bugün, Batı’nın aklından ve ağzından çıkarmadığı korkunç durum, sömürülmüş ülkelerin ve halen sömürülmekte olanların bilinçlenmesidir. Bu yolda Afrika ülkelerine kılavuzluk etmeye koyulan Türk hükümetini de asla sevmezler. Bu sömürge çarkının işlemesine hizmet eden “ılımlı İslam”, daha doğru tabirle “iğdiş Müslümanlık” Batı’nın en çok arzu ettiği şeydir. Paralel devlet yapılanması ve kendini gizleyerek kadrolaşmanın ötesinde siyasi bilince sahip olmayan ama kendinde tüm dünyaya hükmedebilecek bir siyasi kapasite vehmeden bir hareket, Batı için gökte ararken yerde bulduğu bir şeydir.

Ilımlı/iğdiş Müslümanlık, asla sömürüye dur diyemez. Küfrün gizli planlarına karşı duramaz. Tek millet olan küfre karşı, tek millet olamaz. “Ilımlı İslam”, dışardan bir proje olarak ümmetin dokusuyla uyuşmazlık içindedir; diğer Müslümanlara karşı ötekileştirici ve dışlayıcıdır. İslam dünyasına yönelik kuşatmaya karşı çıkamaz. Burada, bazı ulusalcıların da retoriğin ötesinde, Batı’nın sömürüsüne karşı durmak yerine buna entegre olmaya çalıştıklarına işaret edelim.

Dünya hakimiyetinin kendisine altın tepside sunulmasına dek, her tavizi vermeye hazır bir “ılımlı/iğdiş Müslümanlık” hareketi, son ana kadar Batı’nın hizmetinde olacaktır. Emperyalizmin sürmesi için önemli bir role sahip olacaktır. Elbette o “ılımlı/iğdiş Müslümanlık” istediği siyasi güce ulaşmadan önce de kullanılıp atılmış olacaktır. Yani ılımlı/iğdiş Müslümanlık, sadece sömürünün sürmesinde rol almıyor aynı zamanda kendisi de sömürülmektedir.

Durum , aslında, 28 Şubat’ın, dindarlara düşmanlık eden paşalarına yaranmaya çalışan ilahiyatçıların durumundan farklı değildir. Onlar, 28 Şubat’çıların bağnazlığına göre dini süzgeçten geçirirken, dinin hükümlerini onlara tarafından kabul göreceğini düşündükleri şekilde yorumlarken, onur ve itibar kazandıklarını zannediyorlardı. Ama bir kağıt peçete, bir kağıt havlu gibiydiler. Kullanıldıktan sonra çöpe atılmaları muhakkaktı. İğdiş Müslümanlığının sömürülmesinden söz ederken, anlatmak istediğimiz durum işte budur. Bir yeriniz kirlendiğinde kağıt peçeteyi gerçekten istersiniz, onun bir değeri vardır. Ya kağıt peçeteyi kullandıktan sonra?..

 

Dipnotlar:

1- Arendt, Hannah, Totaliterizmin Kaynakları: 2 –Emperyalizm-, çev. B. Sina Şener, İst. 1998, s. 296.

2- Arendt, a.g.e., 311; Lyotard, Jean François, “Öteki’nin Hakları”, Liberal Düşünce, IV/14 (Ank. 1999),  s.144.

3- Arendt, a.g.e., 298-300.

4- Arendt, a.g.e., 306, 304.

5- Fransa'da sadece eski sömürgelerinden gelen göçmenleri sınırlamakla kalmayıp, bizzat Fransa’da doğmuş göçmen çocuklarının bile yurttaş olmalarını güçleştiren yasalar çıkartılması, bu konuda dikkat çekici bir örnektir. Wallerstein, İmmanuel, Liberalizmden Sonra, çev. Erol Öz, İst. 1998, s. 154.

6- Bora, Tanıl, “Milliyetçilik ve İnsan Hakları”, Birikim: Aylık Sosyalist Dergi, S 74, Haziran 1995, s. 11.

7- Recep Ardoğan, Kelam İlminde Sosyal Açılımlar,  klm yay., İst 2016, s. 347, 208 vd.

YAZIYA YORUM KAT

2 Yorum