Farkında olarak yaşamazsak elimizde hiçbir şey kalmayacak
Gökhan Özcan modern toplumun suni ihtiyaçlarının insanı özünden uzaklaştırdığına dikkat çekiyor.
Gökhan Özcan / Yeni Şafak
Zamanın ötesi ve berisi
Ne yapıyoruz? Her şeyin daha güzel olması için ne yapıyoruz? Her şey daha güzel olmadığına göre pek bir şey yapmıyor olmalıyız? Belki bir şeyler yapıyor bazılarımız ama o kadar az ki onlar, fark edilmiyor hayata kattıkları güzellikler. Hayatın genel manzarasında hep çirkinlikler, kötülükler, acılar, haksızlıklar öne çıkıyor. Varsa güzellikler, varsa iyilikler, onlar bu kaba kalabalığın arasından başını çıkarıp kendini bize gösteremiyor. Hayata, gidişata, olan bitene bakınca yoruluyor insan. Bize yaşamak adına heyecan verecek şeylere ihtiyacımız var ama bulamıyoruz pek onları. Arıyor muyuz peki? Artık aramayı da bıraktık galiba! Zaman geçirmek için bulduğumuz bir sürü şey var, bir sürü meşguliyet, bir sürü eğlence, bir sürü oyuncak... Zamanı niye geçirmek ister ki insan? Sanki biz bir şey yapmasak kendi kendine geçmiyormuş gibi!
“Gelecekle ilgili bir sürü plan yapıyorum kafamda, sonra hiçbirini gerçekleştiremiyorum” diye kendini şikayet etti yanındakine. “Gelecek uzaklardan geçen hayali bir gemidir dostum, ona en fazla el sallayabilirsin!”
Arifler zaman diye bir şey olmadığını söylüyor, fizikçilerin önemli bir kısmı da katılmaya başladı onlara. Sadece tek bir ân var, her şey onun içinde oluyor söylediklerine göre. Geçmiş de onun içinde, gelecek de... Yani zaman geçirmek için, yani kendimizi bir an önce ne getireceğini bilmediğimiz belirsiz bir geleceğe atmak için yaptığımız şeylerle o ânı yaşama hakkımızdan vazgeçmiş oluyoruz biz aslında. Hayata arkamızı dönüyor, ânın bize söylediklerine kulak tıkamış oluyoruz. Gerçeği verip yalanı alıyoruz.
“Yatağımın karşısında bir pencere var. Odanın duvarları bomboş. Nasıl yaşadım on yıl bu evde? Bir gün duvara bir resim asmak gelmedi mi içimden? Ben ne yaptım? Kimse de uyarmadı beni. İşte sonunda anlamsız biri oldum. İşte sonum geldi. Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım” diye yazmış Oğuz Atay, ‘Tutunamayanlar’da
Yeryüzünde geçirilecek bir tek ânımız var, bir tek nefes... Böyle düşünsek, meseleye buradan baksak, o ânın kıymetini takdir edebileceğiz belki de. En iyi, en anlamlı, en güzel şeylerle o ânın içini tezyin etmenin gayreti içinde olacağız. Küçük ama anlamlı şeyler, o bir tek ânın içinde önem kazanacak. Anlamı muhal olanda değil, yaşadığımız gerçek ânın içinde arayıp bulacağız. O zaman pencereden odamıza süzülen bahar güneşi alelade bir ışık olayı olmaktan çıkacak, nefes kesici bir güzellik, hayata değer katan bir servet anlamı kazanacak. Doğal olarak bir şeylerin peşinde koşuşturmayı bırakacağız. Çünkü gerçek olan her şey orada, o ânın içinde, bizimle birlikte olacak.
Tabiatın güzellikleri içinde bir ağacın dibine oturup akşama kadar elindeki telefondan borsa hareketlerini takip eden bir adam pikniğe gitmiş sayılabilir mi? Geleceği planlamaktan elindeki ânın içini boş bırakan biri ne kadar hayatın içindeyse o kadar!
Geçmiş canını sıkar; gelecek aklını çeler; sen de bu ikisi arasında canhıraş gider gelirsin, ne sıkıntından bir şey eksilir ne eline bir şey geçer!
“... zaman üstü olan ruhunuz farkındadır hayatın da zaman ötesi olduğunun. Ve bilir ki dün, bugüne kalan bir anıdır ve gelecek de bugünün bir düşüdür. Ve uzaya yıldızları serpiştiren o ilk anın sınırları içinde dolaşmaktadır hâlâ ruhunuz, şarkılar söyleyerek ve tefekkür ederek” diyor ‘Ermiş’te Halil Cibran.
HABERE YORUM KAT