“Fark edilme hazzı her şeye baskın çıkıyor”
Şöhret isteği, görünme isteği ve gösteriş, günümüz sosyal medya kullanıcılarının temel dürtülerinin temelinde yatan motivasyonlardan bazıları...
Elif Zehra Kandemir & Nazife Şişman / Perspektif.eu
“İnsan ancak kendisini koruyan bir kabuğun içinde olgunlaşabilir”
Sosyal medya, hakkında en çok eleştiri ve yorumun yapıldığı alanlardan birisi. İnsanların davranışlarını değiştiren/dönüştüren bir platform olarak bu mecra iktisadi, felsefi, sosyolojik ve etik tartışmalara da kapı aralıyor. “Sosyal medya” denilen bu büyük yapı içerisinde “Müslüman kullanıcı”nın davranışını belirleyen temel dinamik “caiz mi, değil mi” şeklindeki soruyla sınırlı kalmalı mı sizce? “Sosyal medyada Müslüman kullanıcı” dediğimizde, sınırlar ve imkânlar anlamında hangi farklı dinamikleri göz önünde bulundurmak gerekir?
Haklısınız. Sosyal medya hakkında konuşmak, iletişim tarzımızın değiştiğini söylemek, artık herkese sıkıcı gelen bir tespit. Bu değişim ve dönüşümleri daha derin incelemeye, değerlendirmeye ihtiyacımız var. Ama biz bu değerlendirmeleri yapar yapmaz hızla başka değişimler gündemimize girecek. Çünkü biz daha yorumlamaya bile fırsat bulamadan yeni teknolojiler giriyor hayatımıza.
Bu tartışma temelde teknoloji-insan ilişkisini dikkate alarak yürütülmeli. Oysa çoğu zaman şu klasik benzetme yapılıyor böyle bir sorun ele alınırken: Bir bıçağı iyi niyetle mi kullanıyorsun yoksa kötü niyetle mi? Birisine zararın dokunuyor mu yoksa bu teknoloji kullanımından bir fayda mı hasıl oluyor? Genelde bu çerçevede düşünülüyor. Böyle olunca da Müslüman kullanıcının niyeti ve zahirdeki kurallara uygunluğu üzerinden bir değerlendirme yapılıyor. Ama böyle bir bakış açısı, yüzü peçeli bir kadının -ki zahirde tesettür kurallarına ziyadesiyle uyuyor- özel hayatının ayrıntılarını -mesela çocuğuna hangi hediyeyi aldığı, eşi ile hafta sonu nereye gittiği gibi gündelik hayat fragmanlarını- paylaşmasını sorunsallaştırmamıza izin vermiyor.
Esasında fıkıh, “caizdir/değildir” şeklinde dar bir çerçeveye hapsedilmesi mümkün olmayan canlı ve yaşayan bir mekanizmaya sahiptir. Ama günümüzde bu mekanizma yerine donuk bir fetva düzeyinde muhatap oluyoruz fıkıhla. Müslüman kullanıcının içinde bulunduğu atmosfer ve çerçeve kavranmadığında aslında “ilmihâl”ine de vakıf olamıyoruz. Bu yüzden de sınırlar ve imkânlar meselesini kuşatacak bir değerlendirme yapmamız söz konusu olmuyor. Bireysel anlamda elbette niyet önemlidir ve bu kişiyi kurtarır; ama sistemsel anlamda bir kavrayışa sahip olmadığımızda, aslında ne olduğunu ve çizilen çerçeve içinde yaptıklarımızın neye dönüştüğünü idrak edemeyiz, dolayısıyla hesabını da veremeyiz.
“Dünyada En Tehlikeli Belirlenim Şekli, Teknolojik Fenomendir”
Sizin özellikle biyoteknoloji alanında çalışmalarınız var. Foucault da benzer bir biçimde “biyoiktidar” kavramını kullanıyor ve iktidarın tek tek bedenlerde var olarak, insan eylemini içeriden dışarıya doğru şekillendirdiğini söylüyor. Bu büyük tartışmalardan “sosyal medya” seviyesine inersek, sosyal medyada Müslüman kullanıcı üzerinde uygulanan bir iktidar biçimi var mı sizce? Müslümanların sosyal medyada var olma alternatiflerine baktığımızda, nasıl bir iktidar biçimiyle karşı karşıyayız?
“Müslüman kullanıcı üzerinde” deyince özel olarak söz konusu grubu hedef alan bir manipülasyonun kastedildiği anlamı çıkıyor. Tabii ki mümkün, Müslümanları hedef alan bazı merciler, sosyal medyanın imkânlarından istifade ediyor olabilirler. Ama bu anlamda siyasi bir manipülasyona maruz kalmak herkes için söz konusu. Bizim asıl sorunsalımız, kullanılan teknolojinin bizatihi kullanılışı itibarıyla bir tahakküm oluşturup oluşturmadığı meselesi. Ve bu da çok kolay cevaplanabilecek bir soru değil.
Esasında makina/teknoloji ve insan arasındaki ilişki kadim bir ilişkidir. İnsan pek çok tanımının yanı sıra “homo faber”, yani alet yapan canlı olarak da tanımlanmıştır. Aletle ilişkide bugün farklı olan, yani son dönem teknolojisini geçmiştekinden farklı kılan husus, aletin insana galebe çalmasıdır. Modern teknolojiye dair eleştirel metinleriyle dikkat çeken Jacques Ellul, Lewis Mumford, Günther Anders başta olmak üzere pek çok düşünür, günümüzde değişenin sadece alet olmadığını söylüyor. Yani söz konusu olan değişim, tornadan 3D printer’a geçiş şeklinde bir alet değişiminden ibaret değil. Teknoloji bir sistem olarak insanı teslim alıyor. Teknik kendi ideolojisini beraberinde getirdiği için modern dünyada en tehlikeli belirlenim şekli, teknolojik fenomendir, diyor Ellul. Dolayısıyla konuşmamız gereken sorunlar, belirli bir teknolojinin ya da sosyal medyanın hayatımızı nasıl etkilediği meselesi ile sınırlı değil. Ne yazık ki çok daha geniş ve derin.
“Dijital Çağda Müslüman Kalmak” kitabınızda sınırsızlık ve mahremiyet ilişkisine değiniyorsunuz. Bu ilişkiyi bizim için biraz açar mısınız?
Mahremiyet bir anlamıyla “Kim kimi görebilir? Kim kime ne ölçüde yakın olabilir?” gibi sorular üzerinden tanımlanabilir. Dijital gözetim öncesi zamanlarda, kişinin kendisine kimin baktığını kontrol etmesi için kullandığı birtakım araçlar ve mekanizmalar söz konusuydu. Kapı, pencere, duvar, örtü, perde, izleyiciye uzaklık… Bunlar mimari/mekânsal sınırlardı. Günümüzde dijital gözetim sebebiyle kişi artık bu sınırlar üzerindeki kontrolünü kaybetmiş durumda. Görüntü ve ses kaydedilip tekrar tekrar izlenebiliyor. Belli bir izleyiciyi muhatap alarak yapılan bir konuşma, hiç bilinmeyen başka bir izleyici kitlesine ulaşabiliyor. Zaman da bir kontrol aracı değil artık; çünkü aynı kayıt yıllar sonra da izlenebiliyor. Yani ben bana kimin baktığını bilmiyorum. Kendimle ilgili bilgi üzerinde bir kontrole sahip değilim. Kapılar ve duvarlar da artık beni korumuyor. Bu yüzden dijital çağ diyelim, network toplumu diyelim, adına her ne diyeceksek, günümüzde mahremiyeti yeniden konuşmamız gerekiyor. Ama bu değişimin izini süreceğimiz bir zihinsel berraklığa sahip değiliz.
Mahremiyet sınır demektir. İnsanın insan kalabilmesi için bir sınıra ihtiyacı vardır. İnsan ancak kendisini koruyan bir kabuğun içinde olgunlaşabilir. Mahremiyetin zıddı olan şeffaflık, hukukta adaleti sağlayan ilkelerden biridir. Ama toplumsal ve bireysel hayatta şeffaflık, ahlaki bir benin oluşmasını engeller ve bir şiddete dönüşür. Bugün kişinin kendisini sergilemek zorunda kalmadığı, kendi başına kalabildiği bir mesafeden mahrumuz ve “mesafe”nin nasıl korunacağını bilmiyoruz. Byung-Chul Han’a göre mesafenin yok oluşu, şeffaflık ideolojisine geçit veriyor. Mesafe, utanma/haya/mahremiyet, sermayenin, enformasyonun, iletişimin hızı önünde bir engel olarak görülüyor. O yüzden de şeffaflığı güven ile irtibatlandıran bir ideoloji ile karşı karşıyayız. Bu ideoloji, şeffaflık ile güven arasında, sır ile de suç arasında bağlantı kuruyor.
Dave Eggers’in Çember adlı romanında yer alan bir slogan, günümüz ağ toplumunu özetliyor: Sır suçtur. Herkesi çembere -siz bunu www olarak ya da Google olarak da okuyabilirsiniz- dâhil olmaya ikna etmek ya da zorlamak için takip edilen gerekçe silsilesi, düşündürücü olmaktan öte ürkütücü: Eğer suç olmayan, utanmayacağın şeyler yapıyorsan, bunun başkaları tarafından görülmesine karşı çıkmazsın. Kötü şeyler yapıyorsan, suç işliyorsan da zaten toplumun bunu görme hakkı var. Eğer güzel bir şeyler yapıyorsan, peki neden bu kadar bencilsin ve bunları başkalarının da görmesini istemiyorsun? Başkaları da bundan istifade etmeli değil mi? Sonuç olarak: Mahremiyet, gizlilik suçtur. Hiçbir şeyi gizlememelisin, her şey paylaşıma açık olmalı. Sosyal medyada hâkim olan görüş bu.
“Mekanizmanın İçeriği Nasıl Etkilediği Sorgulanmalı”
Sosyal medya ve diğer dijital ortamlar, “içerik üretimi”nin İslami biçimleri ile harmanlanmasına giderek daha sık tanık oluyor. Algoritmaların belirlediği bu temel paradigma içerisinde “İslami içerik” üretmek ya da Müslüman kimliğiyle var olabilmek konusunda hangi zorluklar ya da avantajlar var sizce?
Reel/sanal ayrımına yaslanıp dijital ortamları gündelik hayat akışımızın dışında tutmamız söz konusu değil artık. Yani bu yeni sosyallik alanını “gerçek değil, sanal” diyerek marjinal ya da istisna olarak göremeyiz. Çünkü sosyal hayatın önemli bir kısmı dijitalde sürdürülüyor. Bu sebeple de her kimsek o kimlikle dijital ortamlarda bulunmak kaçınılmaz görünüyor. Zaten bu yüzden algoritmaların işleyişini bilemediğimiz bir ortamda “bulunmayı” mesele edinip üzerinde konuşuyoruz. Sosyalliğin, eğitimin, iletişimin gerçekleştiği bir mecrada içerik üretmek/İslami içerik üretmek kaçınılmaz, evet; ama içeriğin veriye dönüşme süreci ve bizzat mekanizmanın içeriği nasıl etkilediği sorusu hep zihnimizin bir köşesinde olmalı.
Biraz önceki soruyu cevaplarken de bahsettim: Geçen yüzyılda pek çok düşünür, tekniğin dünya deneyiminin niteliğini değiştirdiği eleştirisini yapmıştı. Günümüzdeyse, konuyla ilgili düşünen filozoflar, her şeyin hızlı ve dolaysız bir şekilde iletildiği ve paylaşıldığı bu çağda, akıl etmenin, düşünmenin ve yargılamanın nasıl etkileneceği sorusunu merkeze alıyor. Çünkü yeni ağ teknolojileri yeni iktidar biçimleri olarak insanları müzakere sürecinin dışında bırakıyor. İnsanların kendileriyle kurdukları zihinsel ilişkiyi manipüle eden bir yönetim biçimine mahkûm ediyor. Böyle diyor Bernard Stiegler. Mesela basit bir gözlemle bile görüyoruz, sosyal medya kullanıcıyı belli bir standarda mahkûm ediyor ve sergilemeyi muhtevanın önüne koymak zorunda bırakıyor. İzlenme sayısı, takip sayısı sebebiyle belli bir formda sunum yapma zorunluluğu, bunun en bariz görünen kısmı. Yani sadece içeriğin “İslami” olması, söz konusu iktidar mekanizmalarından azade kılmıyor kimseyi.
“Fenomen” ya da “influencer” olmak sosyal medyada “yükselme” amaçlarından biri. Bir kurum ya da organizasyonda kademe atlamaya benzer şekilde kullanıcılar için “ideal” olan, çok takipçili/çok etki uyandıran hesaplara sahip olmak şeklinde gözüküyor. Bu tarz bir “ideal”, Müslüman kullanıcıyı nasıl dönüştürür?
Toplumsal etkileşim, etki yönetimi, şöhret inşası ve toplumsal meşguliyetin genel akışı, gün geçtikçe daha fazla dijital ağlar ve araçlar aracılığı ile gerçekleştiriliyor. Bu sebeple insanların bu kanallardaki yer alışının ve gösterdikleri becerinin pratik, kişisel ve hatta finansal sonuçları oluyor.
Ne demek istiyorum? Youtube ve Insagram’da paylaşımların tıklanma oranı üzerinden reklam alınmaya başlanınca içerik sahipleri de birer girişimci gibi hareket etmeye başladılar. “Teknolojik çözümcülüğe”, yani bütün sorunların çözümünün teknolojide olduğunu iddia eden tekno-kapitalizme karşı eleştirel yazılar kaleme alan Evgeny Morozov, bu durumun en uç noktasına karşı uyarmıştı yıllar önce. Yani herkesin özel hayatını veri olarak pazarlamaya başlama riskine karşı… Şöyle demişti özetle: Veriler vatandaşlar için para basma makinesine dönüştürülürse, işte o zaman hepimiz girişimci oluruz. Bu, gündelik hayatın en uç noktaya kadar finansallaştırılması anlamına gelir. O zaman insanlar düşünce ve duygularını, kendileriyle ilgili olgu ve olayları paraya çevirmeye kafayı takacak, çünkü bunlar sergilendiğinde belki de serbest piyasada alıcı bulabilecek. Altı yedi yıl önce, gelecek zaman kipi kullanarak böyle demişti Morozov.
“Fark Edilme Hazzı Her Şeye Baskın Çıkıyor”
Bugün bu söyledikleri gerçekleşmiş durumda, değil mi?
Evet, ne yazık ki… Influencerların “yükselme” çabalarının arka planında şöyle basit bir mantık var: Eğer hayatımız bir meta ise onun telif hakkı neden başkalarında olsun? Kendi elimizde olsun ve bundan başkaları değil de biz istifade edelim. Eğer pratik olarak başka birisi kişinin görüntülerini dağıtıma sokabiliyorsa, kendisi neden bu işi yapmasın?
Sizin sorduğunuz soru, başka bir ifadeyle şu esasında: Bir performans öznesine dönüşmek Müslüman kullanıcı için ne anlama gelir? Ya da özel hayatın veri olarak pazarlanması nasıl bir benlik tahribi yapar? Meseleyi daha geniş çerçevede ifade edecek olursak, sahneden alınan ilham gündelik hayatı nasıl dönüştürüyor? Bunlar çok basit bir değerlendirme ile cevaplanabilecek sorular değil.
Yine de kişinin kendi hayatının girişimcisi olarak hayran ekonomisinin bir nesnesi hâline gelmesinin bazı sonuçlarını ilk bakışta bile tespit etmek mümkün. Mesela öncelikler sıralaması… Sadece sosyalleşmek için, çekim tarzına dikkat ederek -yüzünü çok göstermeyerek, uzaktan fotoğrafı tercih ederek, kapalı hesap kullanarak- arada bir fotoğraf paylaşan Instagram hesaplarının, zaman içinde söz konusu sınırları esneterek birer girişimciye dönüştüğüne şahit olmak beni önceleri çok şaşırtmıştı. Ta ki toprağı bol olasıca Bauman’ın “fark edilme hazzı”nın her şeye baskın çıktığı ve bunun “ifşa edilme korkusu”nu bastırdığı şeklindeki ifadesini okuyuncaya dek. Kişinin kendi hayatını veri olarak kullanması, şöhret karşılığında ödenecek bir bedel sanki.
Şöhret isteği, görünme isteği, gösteriş… Bunlar insanda bugün ortaya çıkmış arzu ve hevesler değil. Ama hemen bütün kadim anlatılar “şöhret afettir” anlayışında ortaklaşır. İnsanın bu arzusunun terbiye edilmesi hedeflenir. Oysa bugün şöhret ekonomidir. Karşı karşıya olduğumuz sorunları ele alırken değişenleri ve değişmeyenleri doğru tespit etmemiz gerekiyor. Yoksa isabetli bir tartışma gerçekleştiremeyiz.
HABERE YORUM KAT