Fakirliğin ülkesinde oryantalist duyarlılıkla dolaşanlar hep aramızdadır...
Fatma Barbarosoğlu, ekonomik yoksunluğun ele alınış biçimindeki sapmaya dikkat çekiyor.
Fatma Barbarosoğlu / Yeni Şafak
Fakirliğin ülkesinde gönül eğlendiren turistler...
I-
Yaşlı kadınların ve erkeklerin, sadece cep telefonu mülkiyetine bakıp insanların zengin olduğunu iddia ettikleri vidyolar her vesile ile karşıma çıkıyor. Muhakkak siz de rast gelmişsinizdir. Kişiler, yöreler, jest ve mimikler değişiyor ama ülkenin ne kadar zengin olduğunu ispat etmek için ortaya konulan tez değişmiyor. En son 70-75 yaşlarındaki kadının vidyosu ile karşılaştım. Halkın alım gücü düştü fakirleşti diyenlere isyan ediyor: “Fakirlik var, nerede fakirlik? Herkesin elinde bin liralık cep telefonu, herkesin kapısının önünde bir araba...”
70 yaşını aşmış bu hanım geçim ekonomisi, tarım toplumu kodları ile düşünüyor. Tarım toplumu, çalışma, fedakârlık üzerine kuruludur. Hayatını, ardında itibarlı bir isim bırakmak üzere yaşaman gerektiğini öğütler.
21. Yüzyıl şehir yaşamı, ailesi kırsal kesimde yaşamaya devam etse bile hiçbir gencin tarım toplumu kodlarına sadık kalmasına imkân vermez. Herkes kendi derdinin peşindedir. Kendi derdinin peşindedir, ama her gün yüzlerce insanın “varlığını” görmektedir.
Türkiye’de fakir bulunmadığından “adı kadar emin olan” 70 -75 yaşlarındaki kadının bilinç dünyasına, ayağın yorgana göre uzatıldığı bir dönemin alış-veriş anlayışı hâkim. Borç para ancak zaruri ihtiyaçlar için istenir, olmasa da olur işler için kimseye borçlanılmaz. Oysa tüketim toplumunda kişi tükettikleri üzerinden “itibar” kazandığı için, nesnelerin ihtiyaç ve zaruret listesine dahil olmasının farklı bir dinamiği vardır. Yaşlı kadının lüks addettiği araba ve cep telefonu, modern kent hayatında ihtiyaç olmanın ötesinde “ekonomik” ve “kültürel” sermaye olarak da bireylerin hayatında önemli bir yer tutar.
Yaşlı kadın akıllı telefonu zaruri bir ihtiyaç olarak görmüyor. Akıl yürütmesini zaruret üzerinden kurup “Herkesin elinde binlerce liralık cep telefonu olduğuna göre demek ki kimse fakir değil” diyor sözünün doğruluğundan yüzde yüz emin bir şekilde.
Oysa akıllı telefonlar eğitimin bir parçası ne vakittir. Öğretmen-veli iletişiminin WhatsApp gurupları üzerinden kurulduğu, ödevlerin, yoklamaların e-posta üzerinden yapıldığı bir eğitim dünyasından bahsediyoruz.
Üstelik cep telefonu Hoca Nasrettin’in ye kürküm ye fıkrasındaki “kürk” tür artık. O “kürk” sırta kondurulmadığı, ele o telefon alınmadığı zaman, kişinin “varlığını” ortaya koyması pek mümkün değildir.
Eşya insan ilişkisi, eşyaların sahibini temsil etme biçimleri sosyolojinin, özellikle kültür sosyologlarının temel ilgi alanlarından biridir. Eşyanın insan üzerindeki etkisi konusunda en çarpıcı diyaloglar elbette edebi metinlerin sayfalarında gizlidir.
Wolfang Ruppert, “Gündelik Eşyaların Kültür Tarihi Üzerine” adlı makalesinde eşyanın insan üzerindeki etkisini George Büchner’in oyun kişisi Woyzeck üzerinden anlatır:
“George Büchner’in oyun kişisi Woyzeck, yüksek tebaların temsilcilerinin reşit olmayan bir nesne gibi davrandıkları, yoksul bir insandı. Yüzbaşıyla yaptığı bir konuşmada Woyzeck, aşağı tabakaların bakışıyla eşyaların sosyal ve kültürel anlamlarına ilişkin bir perspektifi açıklar: “Bakın biz sıradan insanlarız, erdem olmaz bizde, içimizden geldiğince davranırız biz. Ama ben de bir efendi olsaydım şapkam, saatim, kuyruklu ceketim olsaydı, kibar sözler söylemesini bilseydim, ben de isterdim erdemli olmayı.”
Büchner’in kahramanı erdemli olmak için şapka, saat, kuyruklu ceket sahibi olmayı, bunlara sahip olabilmek için de zengin olmak gerektiğini söylüyor. Ne zaman söylüyor? Oyunun yazılış tarihi 1836/1837.
II-
Bilinç dünyası geçim ekonomisinin kodları ile inşa olmuş yaşlı kadın, zenginliğin nerede başladığına dair bilgi sahibi değil. Bu anlaşılabilir bir durum. Peki bir eli yağda bir eli balda olanların, yani ziyadesiyle zengin olanların fakirlik sınırına dair cehaletini nasıl değerlendireceğiz? Fakirlere nasihat eden kurumlu hallerini?
Derdi derde tercüme edemeyenler dert sahibine kibirle nasihatte bulunur. Zanneder ki fakirliğin belini büktüğü kişilere yukardan yukarıdan nasihat verirse o fakirler haddini bilecek, haline sabredecektir.
Bir eli yağda bir eli balda olanların dar gelirlilere değil, kendi nefsinden başlayarak kendi muhitine, sınıfına nasihatte bulunması gerekiyor. Mesela şöyle: “Biz bu halkın, dar gelirlinin emeği ile bir noktaya geldik. Yılların sevgisini ve vefasını bu defa biz gösterelim, halkımızın yanında oluşumuzu onlara moral vererek, yüz yüze karşılaşma mekanlarında dert dinleyerek, dertleri çözmek için el ele vererek güç oluşturalım.”
Benimkisi boş bir hayal değil mi? Halka nasihatte bulunanlar istiyorlar ki Nasrettin Hoca’nın eşeğinin öğününü azalta azalta hiç yoka indirdiği gibi olsun dar gelirlinin hali. Hani Hoca diyor ya “Tam açlığa alıştırmıştım, öldü.”
Söz konusu fakirlik olunca iki tavır çıkıyor ortaya. “Bizim ülkemizde aç yok” diyenlerle fakirliği nostaljik bir sahne olarak korumak isteyenler.
“Fakirliğin nostaljik bir değer” olarak tüketime sunulması yeni değil. Gençler sosyal medyada fakirliğin fotoğrafını paylaşanları görünce bir şey anlamıyor belki. Yani tuzu kuru gençler. Ama o fakirliğin içinden gelenler o fakirliği kemiğine kadar hissetmiş olanlar “Sefalet niye sizi bu kadar mutlu ediyor?” diye soruyor. Mutlu ediyor çünkü onlar o sefaletin içinden gelmiyorlar.
“Sefaletin ve yokluğun resmini nostaljik soslar eşliğinde paylaşanları görünce Sinekli Bakkal’ın Rabia’sı ile Padişah’ın yeğeni Nejat Efendi’nin konuşmasını hatırlıyorum her defasında.
Nejat Efendi Rabia’nın oturduğu sokağın adının “Sinekli Bakkal” olmasını pek sevimli bulur. Rabia, Nejat Efendi’nin suni haline en realist bakış açısıyla cevap verir: “Yazın bizim sokaktaki sinekleri görseniz adını da kendini de bu kadar sevimli bulmazdınız. Hiç bizim sokaktan geçtiniz mi, Efendim?”
Saraydan dışarı pek çıkmamış olan Nejat Efendi, Rabia’nın İstanbul’un kenar mahallelerine dair anlattıklarını neredeyse turistik bir heyecanla dinlemekte, anlatılan her şeyi harikulade bulmaktadır.
“Bizim sokaktakilerin bazılarının ne kadar fukara olduklarını bilseniz pek harikulade bulmazsınız, Efendim. Mesela eskici Fehmi Efendi. On iki saat çalışır. Gözlerine zavallı iki gözlük üst üste takar. Bazı geceleri bile dükkandadır. Dört kızı var. Hepsi bir buçuk odada yatar kalkarlar. Bununla beraber her gün kursaklarına sıcak yemek girmez. Ekmeklerine katık bile bulamadıkları günler vardır.”
Efendi duygulanır. Duygulanıyor olmaktan hoşnut bir edada duygulanır. Halkın elemleri orijinal gelmiştir Efendi’ye, saraydan ne kadar farklıdır halkın kederleri: “Saray’da elemler, kederler hep bir örnek. Kıskançlık, entrika, hırs...” (Halide Edip, Sinekli Bakkal, Can Yay. 8. baskı, s.302-303)
Fakirliğin ülkesinde oryantalist duyarlılıkla dolaşanlar hep aramızdadır. Mesela Güldür Güldür Show programının “Fakirlik Övücüleri” adlı skecindeki şu diyalog :
“İnanmıyorum, bu nasıl bir ev? Şu güzelliğe bakar mısınız!”
“Abi bu köhne koku şu eski ahh. Abi inanmıyorum ya soba var sobaaa.”
“Tatlışlığa bakın arkadaşlar bu eve teknoloji hiç uğramamış.”
Ev sahipleri odaya giriyor.
“Yanlış geldiniz herhalde.”
“Kapı açıktı biz öyle girdik.”
“Biz İstanbul’un kenar mahallerini gezmeyi, bir ayağı kırık sandalyeleri, bir tarafı göçmüş çekyatları görmeyi istiyoruz.”
Ev sahibi kadın: “Aman eskiciyi arıyorlar. Yan sokakta.”
“Hayır hayır öyle değil. Biz gezip fotoğrafçılık yapıyoruz. Nasıl diyeyim böyle dokusu bozulmamış evleri bulmak çok zor oluyor. İzin verirseniz sizin evin de böyle fotoğrafını çekeceğiz.”
Ev sahibi adam: “Dokuyu bulmak için para bulmak da zor oluyor. Hoş geldiniz o zaman.”
Ve skecin devamında üç fotoğrafçı arkadaş kentleşmenin bitirdiği naiflik üzerine nostaljik ağıtlar yakarken kendi sömürücü, silip süpürücü imha edici davranışlarıyla gecekonduyu yıkıp gidiyorlar
https://www.youtube.com/watch?v=cPPU83S6XVM
Yani... Devirler değişir, dönemler değişir ama fakirliğin ülkesinde gönül eğlendirenler hiç eksilmez.
HABERE YORUM KAT